Bence olmaz çünkü romanların olağanüstü şeyleri okuyucuya sunması gerektiğini düşündüğümden adlarının de vurucu olması gerektiğine inanıyorum. Osman kim? Osman isminde birinin hikayesi olabilir mi? Herkesin bir hikayesi var mıdır? Herkesin anlatacak bir şeyleri vardır da onlara hikaye denir mi? İyi bir roman okurunun dikkatini Osman isminde bir romanla çekebilir misiniz?
Kafada tuhaf sorular!
Ben bu kitabın ismini sevmesem de böyle bir kitap var. Hem de en sevdiğim Türk kadın yazarlardan biri olan Ayfer Tunç’un… Hem de bu kitap son zamanlarda okuduğum en iyi roman olarak gördüğüm “Yeşil Peri Gecesi” romanının devamı… Bir üçlemenin son ayağı bu roman. 1992 yılında yazılan “Kapak Kızı” hikayesi 2010 yılında “Yeşil Peri Gecesi” ile devam etmişti. Yazar 2020 yılında da “Osman”ı yayımladı.
Daha önce üçlemeler okumuştum ve üçlemelerin her bir romanlarını beğenmiştim. İlk defa bir üçlemenin bir ayağını zayıf buldum.
Şebnem Üçlemesi’ni okuyanlar genelde hep aynı yolu izliyorlar: Bir şekilde “Yeşil Peri Gecesi”ni okuyorlar ve de vuruluyorlar doğal olarak. Sonra “Kapak Kızı”ndan haberleri oluyor ve onu okuyorlar. “Kapak Kızı” o kadar da iyi, daha doğrusu “Yeşil Peri Gecesi” kadar iyi bir roman olmadığı için biraz hayal kırıklığına uğruyorlar fakat Şebnem’e ve hikayesine çok düşkün oldukları için veyahut kendilerini YPG’yi tekrar okuyormuş gibi hissettikleri için kitabı ilgiyle okuyorlar. Sonra akıllarına “Osman” düşüyor. Er ya da geç O’ya başlıyorlar. Benim gibi kitabı beğenmeyenler pek yok gördüğüm kadarıyla. Yine Şebnem’e ve hikayesine çok bağlı oldukları için O’yu da seviyorlar.
Bu kitabı çok tutmadım çünkü yazarın hikayeyi zorladığını düşünüyorum. Bu hikayeyi bir takıntıya mı çevirdi ne! “Kapak Kızı”nı revize ederek ilk halinden farklı bir şekilde bastırdığını okumuştum. Yani bizim okuduğumuz kitap 1992 tarihli ilk versiyondan farklı. Bu yaptığı yazarın içine sinmemiş olacak ki kitabı yeniden yazmış 2010 yılında. Sonra Şebnem’i geride bırakamamış ve “Osman”ı yazmış 2020’de. “Kapak Kızı”ndaki potansiyeli fark etmiş ve üzerine giderek YPG’yi ortaya koymuş olmasından dolayı iyi yaptığını düşünüyorum ama Osman’ı anlatmanın mite hiçbir şey katmadığına inanıyorum.
Osman’ın değil de Şebnem’in romanı yazılsaydı, Şebnem ölseydi ve onunla ilgili mülakat yapılsaydı birileriyle daha iyi olurdu sanki! Laf aramızda 2030 yılında böyle bir şeyin yapılacağına dair derinlerde bir kuşkum var. Şebnem yıllar sonra ortaya çıkıyormuş ve “Osman” kitabını yazan yazarı bulup ona her şeyi bir daha anlatıyormuş! Olur mu olur. Alır okuruz biz de, Şebnem dendi mi akan sular durur bizde…
Peki, şey olamaz mı? Yazar para kazanmak istemiş olamaz mı? İyi satacağı neredeyse kesin olan bu projeyi yazar biraz daha para kazanmak için gerçekleştirmiştir belki de… Böyle bir durumda eleştirir miyiz? Eleştiririz elbette. Büyük bir sıkıntısı yoksa eleştiririz. Ama bunlar komplo teorisi işte…
KİTABIN KONUSU NE?
Bu soruyla ilgili problemlerim olduğunu bir iki eski yazımda yazmıştım. Bir yerlerde okumuştum, anlatılacak olan her hikayenin bugüne kadar anlatıldığını söylüyordu. Sanırım post-modernizmde geçiyordu. Buna şöyle hak veriyorum: Roman sanatı söz konusu olduğunda nasıl anlattığınız ne anlattığınızdan daha önemli oluyor. İnsanoğlunun temel dertleri aşk, savaş, ekonomi ve ölümdür. Listeye bir iki şey daha eklenebilir, çok düşünmeden yazdım bunları. İnsanoğlunun temel dertleri bir elin, iki elin parmaklarını geçmiyorken anlatı yapan bir insanın bunlardan birine veya bir kaçına mutlaka gelip uğraması gerekecektir. Sizin kitabınızın konusu daha önce defalarca kez işlenmiş olacaktır. Osman’ın otoriter ve sevgisiz babasının hayatında yarattığı tahribat çok mu özgün bir konudur? Değildir. Çünkü böyle bir babanın oğlunun öz saygısı ve öz güveni düşük biri olacağını veya kardeşi Teoman gibi sevgisiz, çıkarcı bir pezevenk olacağını biliyoruz. Bunun için roman yazmaya gerek var mı?
Osman gibi kıtıpiyos birinin hayatını merak ediyor muyuz gerçekten? Allah belasını versin! Bence merak etmiyoruz ama kitabı okudukça Şebnem’in tekrar karşımıza çıkacağını hayal ediyoruz ve o yüzden kitabı okuyoruz. Şebnem bizim kahramanımız, mitimiz. Ona bağlandık ve onunla ilgili her şeyi merak ediyoruz.
Mülakat roman tekniğini de sevmedim. Daha önce böyle bir roman okuduğumu hatırlamıyorum. Hikayeyi herkesin kendi bakış açısından anlattığı filmler hatırlıyorum: “Rashamon”, “Adı Vasfiye” gibi. Sinemada ilgi çekici olabilen birçok şey roman sanatında ilgi çekici olmayabiliyor. Bence mülakat tekniği de onlardan biri. Kurmaca dozunu aşağıya çekiyor bu teknik. Kurmaca dozu nedir? Şu anda uydurdum bu kavramı. Yani bir romanı roman olarak kabul eden okuyucunun; büyülenmeye, kandırılmaya gönüllü bir şekilde razı olması gibi bir şey! “Gerçek Kesit” programı izler gibi hissettim kitabı okurken…
Velhasıl kelam, okumayınız okutmayınız! Veya siz bilirsiniz…
Atatürk’ün altı ilkesinden biri olup, olmazsa olmaz bir ilke midir?
Mazlum halkların ayağa kalkma ve zalimin karşısına dikilme motivasyonları mıdır?
Kendilerini “dünya vatandaşı” olarak gören insanların hiç hazzetmedikleri bir akım mıdır?
Bunların hepsi milliyetçilik için söylendi. Bugün de ben düşüncelerimi yazacağım milliyetçilik için.
Milliyetçilikle ilgili duygularım da var (yok) düşüncelerim de var aslında. Daha çok milliyetçiliğin dünya düzeni içerisindeki rolünü yorumlamaya çalışacağım.
ZENOFOBİ
Bununla başlamalıyız. Yabancı düşmanlığı olarak çevriliyor ama bence yalnızca o tabir eksik kalır. Farklı olana kuşkuyla yaklaşma daha çok… Zenofobinin köklerinde bin yıllar boyunca Afrika savanalarında yaşam savaşı veren atalarımızın yok olmamak için yabancı kavimlerden insanlara karşı geliştirdiği duygular yatıyor. Yani hem vahşi hayvanlara karşı hem de yabancı kavimlere ait olan insanlara karşı tetikteydiler. Modernite öncesi insanların yaşamlarının barış ve huzur içinde geçtiği şeklinde olan inanışlar gerçeklikten kopuktur. İnsanın olduğu yerde entrika ve acımasızlık vardır. Farklı olana karşı on bin yıllar boyunca hep kuşkulu olan ve düşmanca hisler besleyen insanoğlu 50, 60 senede bu güdülerinden neden vazgeçsin?
Geçmiyor.
Kendisinden olmadığını düşündüğü, farklı olduğunu hissettiği insana ve milletlere kuşkuyla yaklaşıyor insanoğlu. Belki bu yazıyı okuyan sen veya öbürü veya beriki asla böyle düşünmüyor, insanı önce insan olarak değerlendirmek gerektiğini savunuyor ama bence bu fena halde naif bir düşünce. Bir insanın nerede, nasıl bir aile yapısına doğduğunun, nasıl bir memlekette yetiştirildiğinin mizacı üzerinde bile etkili olacağına inanıyorum. Kültürel kodları üzerinde zaten çok çok fazla etkili bunlar.
Zenofobi bir insan refleksinden daha fazlasıdır ve devletleri/milletleri de şekillendirir. Afrika ve Orta Doğu gibi gelişmemiş bölgelerde yaşayan milletler hariç her millette ulus bilinci vardır ve bu insanlar ülke sınırları içerisinde ortak çıkar uğruna yaşamak, bir arada durmak gerektiğini bilirler. Bu ülkeleri böyle insanlar yönetir mutlaka. Sınırların kalkmasını ve her milletin her milletle entegre olmasını savunan siyasetçilerin bu ülkelerde hiçbir şansları yoktur. İçlerinde enternasyonalist düşüncede olan insanlar vardır elbette ama o insanlar oldukça azınlıkta kalmak durumundadırlar. Ve uzunca bir süre de durumun bu şekilde olacağını düşünmek abesle iştigal değildir.
İşte milliyetçilik bu yüzden bir dünya düzenidir. Dünya merkez ideolojisidir bana göre. Ulusal çıkar ve birlik… Belirli sınırlar içerisinde birbirine benzeyen, birbirleri gibi hisseden insanlardan oluşan bir refah toplumu: İdeal olan budur. Avrupa’nın ve tarihsel olarak oradan göç etmiş insanların kurduğu ülkelerin hemen hemen tamamı buna ulaşmıştır. Bununla birlikte Güney Amerika’da, Asya’da bunu başarmış tekil örnekler de mevcuttur. Ekonomik eşitlikten bahsedilmiyor burada. Gelir dalgalanmaları elbette var bu ülkelerde ama az gelirli diyebileceğimiz insanlar da belli bir standardı yakalayabiliyor bu ülkelerde. İnsanların çoğunu bu ulusal birliğe ikna edebilirsen ve adalet mekanizmasını da iyi kötü yerleştirebilirsen buna ulaşmanın ütopik olmadığını düşünüyorum. Türkiye bu formülün neresinde, ona bakalım biraz da…
Belirli sınırlar içerisinde yaşayan halk yığınlarının ortak bir ideal uğruna birleştiği, ortak mitlere inandığı, belirli bir mirası sahiplendiği bir ülke, köklü ülke anlamında Türkiye fena değildir. Avrupa ülkelerinin gerisinde ama Orta Doğu ve Afrika ülkelerinin epeyce ilerisindedir. Refah toplumu yaratmak konusu henüz başarılamamıştır ama bence burada suçlu kendisidir. Milli bilinci çözen Türkiye yaşam tarzı ikilemini henüz çözememiş ve bu sebeple uzun yıllardır devam eden bir ideolojik savaşa tanıklık etmektedir. Bu savaş ekonomik ilerlemeyi yavaşlatmakta ve adalet mekanizmasını zedelemektedir. Çünkü yöneticiler için asıl mesele bu savaşı kazanmak, karşı tarafı yok etmektir.
Türkiye’de milliyetçi denince akla entelektüel birikimden ve kibarlıktan yoksun, mafyatik ilişkiler içerisinde olan MHP’liler gelebilmektedir. Bu cahil insanlar 70’lerden başlayarak belirli güçler tarafından kullanılmışlardır ama o ideolojinin gökten zembille indiğini, insanların ortak tarih ülküsüne sahip olma ihtiyaçlarının olmadığını da öne süremeyiz. İnsan kendisini bir topluluğun parçası olarak hissetmek ister doğal olarak ve de o toplum için geçmişte başarılmış önemli işler varsa bağ daha kuvvetli olmaktadır.
Türkiye’de milliyetçilik MHP ideolojini aşan ve asıl olarak Atatürk’ün başardığı, daha doğrusu kendisinden önceki çabaları nihayete erdirdiği bir ideolojidir. Bu ideoloji devlet ve millet olma konusunda ekonomik gelişmişlikle beraber en gerekli, faydalı şeydir. Ekonomik gelişmişlik hem geri kalmak zorundaydı hem de şimdikinden daha iyi durumda olabilirdi.
Atatürk çok zeki ve dirayetli bir insandı. Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı olağanüstü koşullar olmasaydı ulaşabildiği mertebeye gelemezdi ama o koşullar yaşandı ve o da o mertebeye geldi. Yeni bir devlet ve millet ortaya koyarken temel ideolojik motivasyon olarak, akıllıca milliyetçiliği seçti. Geçmişte var olan mitleri zorlamaya da girişmedi değil ama kendisine kimse karşı gelemediği için 15 sene gibi kısa bir sürede bu ülkeden sökülemez, aşılamaz bir ideolojiyi yarattı ve sahneden çekildi. Milliyetçiliği dünyanın düzeni olarak görüyorsak Atatürk iyi yapmıştır ve başarılı olmuştur diyebiliriz. Sınırları belli bir toprak parçasında tarihsel olarak yer almak ve o toprak parçasındaki insanları ortak çıkar etrafında birleştirerek onlar bir ulus bilinci yüklemek… Ekonomik refah ve gelişkin adalet mekanizması sayesinde sonsuza kadar orada o insanların var olması… Atatürk bunu hedefledi ve bana göre yarısını başardı.
(Atatürk) milliyetçiliğinin başaramadığı şeyler nelerdir? Ekonomik refah ve gelişkin adalet mekanizması en başta. Bunu başarmak çok zordu. Ama imkansız değildi. İrlanda’nın, Singapur’un, Güney Kore’nin, Brezilya’nın başardığı şeyi başarmak imkansız değildi ama burada işte o bahsettiğim ideolojik savaş yani moderncilik muhafazakarlık çekişmesi her şeyi belirleyen, her şeyin üstüne çıkan bir şeydi. Türkiye’de insanlar refaha ve adalete değil karşı tarafın altında kalmamaya daha çok önem veriyorlar. Böyle bir şey söz konusu olmasaydı, insanlar birbirlerine benzeseydi bütün rüşvet, avanta olaylarına rağmen şimdiki durumdan çok daha iyi bir durumda olurduk.
Milliyetçiliğin yüzde yüz başarılı olamamasının bir diğer sebebi de bu ülkede başka bir milliyetçiliğin ortaya çıkmasıydı. Kürt milliyetçiliğiydi o. Kürtlerin kendilerini kimlikleriyle ortaya koymaya çalışmaları ve bunun için çeşitli araçlar geliştirmeleri bence kaçınılmazdı. Çok iyi bir refah toplumu ve adalet toplumu olunsaydı farklı olur muydu? Olmazdı diye tahmin ediyorum çünkü öyle toplumlarda bile farklı etnisiteden gelen (ve sayıca kalabalık olan) topluluklar hep o huzursuzluğu yaşıyorlar. Kürtler sayıca çok kalabalıklardı. Refah toplumu da oluşsaydı, demokratik haklar da çok gelişkin olsaydı yine de kıpırdanmalar olacaktı. Tekrar edelim, Kürtler çok kalabalık. Ne bileyim Çerkezlerin, Lazların, Abazaların, Arapların Türkiye’de hiçbir zaman bir ayrılık talebi olmaz ama Kürtler o kadar kalabalıklar ki yarısının bile o talebi olsa bu, işleri ideal olmaktan çıkarmaya yetmektedir. Ki o talepleri de vardır. Bu gerçekleşir mi gerçekleşmez mi? Ben bunun mevcut koşullarda gerçekleşmeyeceğini ve bu durumun sonsuza kadar böyle süreceğini düşünüyorum. Dolayısıyla bu ülke hiçbir zaman “tam olarak” tarifini yaptığım milliyetçiliğin yerleşiklik kazandığı bir ülke olmayacaktır. Kürtlerin de güçleri hiçbir zaman devlet ve millet olmaya yetmeyecektir. Tarihte bunu ıskalamışlardır çünkü. Bu durum böyle sürüp gidecektir. Çok uzun zaman sonra vatan ve millet kavramları günümüzdeki anlamlarını yitirirse işler değişir. Düşünün isteyen istediği yere ışınlanıyor ve orada İngilizce konuşarak yaşamını devam ettirebiliyor, o zaman günümüzdeki şekliyle ulus devletin ne önemi kalır düşünmek lazım. Belki uzayda yaşam başlayacak. Diyarbakır valisi veya Ankara valisi gençlere vatanlarına dönmek için çağrılar yapıyorlar ama o gençler o gezegen senin, bu galaksi benim yaşamlarını sürdürüyorlar…
Bir gün bakmışlar ki topal karınca yola çıkmış, “Hayırdır karınca, nereye gidiyorsun?” demişler. O da “Hacca gidiyorum,” demiş. “Ama oraya varamazsın ki, varamadan ölürsün.” demişler. O da “Olsun, en azından hac yolunda ölürüm.” demiş…
Ben de diyorum ki senin kafanı seveyim karınca!
Bu hikâyeden etkilenecek insan sayısı çoktur ama bana etkileyici gelmiyor. Karıncanın tutumu doğru da gelmiyor. Hayatın anlamıyla ilgili düşüncelerimi yazmak istedim…
Neden yazmak istedim? Çünkü bir sohbetimiz esnasında hayatın anlamsız olduğunu ve de umutsuz biri olduğumu söylediğim bir arkadaşım (sağ olsun) bana bir kitap verdi. Nazi kamplarından sağ çıkan, Yahudi bir psikiyatr olan Viktor Frankl’ın çok satan kitabı “İnsanın Anlam Arayışı” adlı kitabını bana verdi arkadaşım. Ben de kitabı okudum. Düşüncelerim değişmedi. Sonra düşündüm de aslında umutsuzluk ve anlamsızlık konusunda kendimi iyi ifade edemediğime kanaat getirdim.
Genel olarak şöyle belirtmek istiyorum: İnsanı natürel durumlar çerçevesinde ele almak ve değerlendirmek eğilimi içerisindeyim. Ona ve yaşantısına yüce, ruhani, ne bileyim mitoslarla şekillenmiş “anlamlar” yüklememek eğilimindeyim. Onu, diğerleri gibi bir hayvan türü olarak kabul edip, onun sadece yüksek bilinç düzeyi sayesinde bu yollara girdiğini düşünmek eğilimindeyim. Yani tam bir “hayvan” gibi düşünüyorum!
Umutsuzluk mevzusu daha kısa bir şekilde ele alınabilir. Umutsuzum derken hayatımın önemli bir bölümüne etki etmiş olan sosyalizm, komünizm mevzularında umutsuzum! Bu umutsuzluk hem bunların gerçekleşme ihtimallerinin düşüklüğünden (yokluğundan) kaynaklanıyor hem de gerçekleşirlerse bile bunların insanın doğasına tam olarak uymadıklarını düşündüğümden kaynaklanıyor. Bu başka bir yazının konusu. Yazmaya gerek var mı ondan da emin değilim. Çünkü bunlara inanan insanların fikirlerini değiştirmek imkânsızdır. Onun dışında umut vardır. Yani bir şeyler yapılmasa bile, bazı mücadeleler verilmese bile dünya daha iyi bir yer olmaya doğru gitmektedir, gidecektir. Tarihsel bakmak lazım. Evet, son bir yılda Gazze’de binlerce çocuk öldü. Ama çok değil 100 yıl önce milyonlarcası ölüyordu. Eskiden, çok eskiden dünya çok daha güvensiz, vahşi ve yorucu bir yerdi. Gelecekte şimdikinden de daha güvenli, konforlu ve sakin bir yer olacak. Ama soru şöyle gelirse “Peki, insanlar gelecekte, şimdiki zamanın dünyasını düşünüp kendilerini şanslı hissedecekler mi?” Cevabım hayır olurdu. Rahmetli Volkan Konak ne demiş: Herkesin bir derdi var, durur içerisinde. Kimisi kaplana av olmamak derdindedir, kimisi ev kredisini bitirmek derdindedir, kimisi de boşluktan ne yapacağını şaşırmış vaziyettedir. Her şeye rağmen burada yükselen bir çizgiden bahsedebiliriz.
Gelelim anlama.
Viktor Frankl hayatın anlamının sevgide olduğunu düşünüyor. Ben sevgiye din ve ideolojiye de katmak istiyorum. Evet, kabul ediyorum, insanlar normalde hayatlarında bir anlam, bir amaç ararlar. Bu işin genel geçer durumu budur. Ve araştırmalar göstermektedir ki hayatlarında bir anlam ve/veya bir amaç olduğuna inanan insanlar daha mutlu olmaktadırlar. Belki de beynimizin bize bir oyunudur anlam arayışı.
Sevgi, din ve ideoloji…
Tek tek bakalım:
Aslında burada şunu belirtmek isterim: Hayatın anlamı gibi iddialı bir şeyin peşine düşmek, bulunmayınca telaş yapmak, bu iddialı şeyin mutlaka olması, tanımlanması gerektiğine inanarak olur olmaz şeylere bu anlamı yüklemek yanlıştır diye düşünüyorum ben! Yani insan etrafına sürekli bakarak hayatın anlamı gibi bütün şifreleri çözecek bir şey araması yanlıştır diye düşünüyorum. Kitapta yazarın eleştirdiği bir tutum vardı. O şey bir tutum muydu bir filozofun cümlesi miydi tam olarak hatırlamıyorum. Yazar o şeyin işte çok yanlış bir şey olduğunu iddia ediyordu. O şeyde “Hayata illa bir anlam atamanın beyhude bir çaba olduğunu, belki de veya muhtemelen hayat öyle olduğu için vardı!!!” Yazarın eleştirdiği o tutum tam da benim bakış açımı, “hayvani” bakış açımı yansıtıyor. Hayat “öyle olduğu için” öyledir. Biz ona bir anlam atasak da atamasak da hayat devam edecektir. Belki de bir patlama falan olacaktır ve bütün canlılar yok olacaktır ve o patlamadan 20 milyar yıl sonra tekrar tek hücreli canlılar oluşmaya başlayacaktır. Evrim kendisini tekrar edecek; Bulutsuzluk Özlemi yine “Bir Şey Yapmalı” şarkısını her kasetlerine ekleyecek, birileri yine çikolatalı baklava yapacak, Fenerbahçe yine ikinci olacak, Erdoğan yine seçim kazanacak, Asya yine Cemşit’i tercih edecektir…
Sevgiye dönelim geri! Ben sevgi kelimesinin önüne “abartılı” sıfatını eklemek istiyorum. Hayatın anlamı varsa bile “abartılı” sevgi (gösterileri) o şey olamaz! O benim her şeyim! Ondan başka kimseyi sevemem! Ona bir şey olursa yaşayamam! Bunlar bana inandırıcı gelmez! Gerçeklerse bile bunların yanlış olduğunu düşünüyorum. Tabii burada evlat meselesinin altını çizmeliyiz. Bunu baba olunca daha iyi anladım. Yukarıda yazdığım ve saçma bulduğum cümleleri evlat için kurmanın absürt olmadığını düşünüyorum. Ve bu düşüncem de hayata “hayvani” yaklaşma tutumumu destekliyor. Hayvan türleri için genlerini aktarmak, üremek gerçekten de hayattaki en önemli şeylerden biri. İçgüdüsel olarak zaten birincisi, biz insanlar yüksek kültür seviyemiz sayesinde bunu dile getirmemeyi başarıyoruz, onun yanına başka şeyleri de ekleyebiliyoruz. Bunu yapmak isteyip de yapamayanlar varsa onlar için gerçekten üzgün olduğumu belirtmek istiyorum. Onları rencide etmek istemem ama evlat sahibi olamamış insanların örneğin bir Lenin, bir Devlet Bahçeli, bir Ajda Pekkan falan değillerse içlerinde mutlaka bir eksiklik hissedeceklerini düşünüyorum. Evladımızı koşulsuz ve fedakârca severiz. Başka hiçbir şeyi o şekilde sevmeyiz. Çok severiz elbette. Bu paragrafta eşimize, dostumuza, allahımıza, kitabımıza, vatanım(n)ıza, milletim(n)ize olan sevgilerim(n)iz küçümsenmemiştir. Ama sıklıkta abartıldığı ve hayatın anlamı pozisyonuna atanamayacakları iddia edilmiştir.
Din? Kabul ediyorum çok etkili. İnsanlara iyi de geliyor. Özellikle zor anlarda umut aşılamak için veya katlanılan acıların etkilerini hafifletmek için oldukça işlevsel. Bunların mitos olduklarını gayet iyi bilen insanlarda bile din duygusunun yok olmadığı sık görülür. Öbür dünya vaadiyle de masaya gayet iddialı oturuyor dinler. Fakat günümüzde ortaçağ alışkanlıklarını dayatmaya çalışan İslam gibi dinlerin modern insan (genç) üzerinde bıraktığı olumsuz etki o dinlerin kuvvetinden epeyce götürüyor. O halde tarihte hep olduğu gibi yeni döneme uyum sağlayacak dinler. Hiç öyle bir yapısı olmayan İslam dininin bu sorunun altından nasıl kalkacağını hep beraber göreceğiz. Peki, İslam’ın katı kurallarını uygulamakta isteksiz olan ama onu reddedecek cesareti de kendilerinde bulamayanlar ne yapıyor? Deizm, agnostisizm, enerji, burçlar, altıncı his vs. gibi şeylere kayıyorlar. Yani insanın metafizik ihtiyacı var diyebilir miyiz? Mevcut insanın vardır kesinlikle. Ben ve yakın çevremdeki bazı insanlar onlardan değiliz ama gelecekte biz artacağız, siz azalacaksınız. Araştırmalar sosyo ekonomik seviye düştükçe dini pratikleri uygulama oranının arttığını gösteriyor. Sosyo ekonomik seviye de her şeye rağmen yükselecek bir şeyse ki ben öyle olduğuna inanıyorum dini pratikleri uygulama oranı da azalacaktır. KONDA’nın araştırmalarına bakarsanız zaten onu göreceksiniz. Ama din hayatın anlamı apoletini taşıyabiliyor mu? Babalar gibi taşıyor. Ben tersini düşünüyorum ama!
İdeoloji? Hangi ideoloji? Hayatın anlamı olarak nitelendirilebilecek ideolojilerin daha çok radikal ideolojiler olduklarını düşünüyorum. Ve öylelerdir de. Türkiye için örnek vereceksek komünizm, şeriatçılık ve Kürt ayrılıkçılığını radikal ideolojiler olarak tarif edebiliriz. Ve bu ideolojiler, onlara canı gönülden hizmet eden insanların hayatlarının anlamı ihtiyacını karşılarlar. Umut çok az olsa da olsundur. En azından hac yolunda ölen karınca gibidirler onlar. Şu aralar yükselmiş olan CHP ideolojisi veya onun karşısında son 20 yıldır AKP suretinde görünen ama ondan önce de türlü türlü isimlerle boy gösteren muhafazakâr ideoloji hayatın anlamı olma konusunda radikal ideolojiler kadar başarılı olamazlar. Öff ne uzun bir cümle oldu! Yani ana akım ideolojiler sık sık kazandıkları ve o sebeple büyülerini kaybettikleri için hayatın anlamı olmak konusunda yetersizdirler. Fakat o ideolojilerde profesyonel yönetici olanlar için o ideolojiler sıradan takipçilerden daha önemli olsa gerektir.
Sonuç niyetine: İlla hayatın bir anlamı olmalı ve onu mutlaka arayıp bulmalı şiarıyla hareket edip yukarıda bahsettiğim şu şeyleri hayatın anlamı olarak atamanın doğru olmadığına inanıyorum. Sonuç olarak bir hayvan türüyüz. Diğerlerinden farkımız gelişmiş beynimiz sayesinde soyut düşünme yeteneğine sahibiz ve bu bazen bizi yanlış yönlere sürükleyebiliyoruz. Öleceğimizi idrak edip onun üstüne çok düşünsel faaliyet gerçekleştirdiğimiz için bazı bazı savrulmalar yaşıyoruz. “Hayatın Anlam Arayışı” kitabında yazarın ayıpladığı üzere, hayatı “öyle olduğu için” öyledir. Biz öldükten kısa bir süre sonra bizi iki, üç kişi hariç kimse anımsamayacak. Ünlü bir sanatçı olsak bile eserimizi biz öldükten 100 sene sonra birilerinin beğenmesinin de hiçbir anlamı olmayacak çünkü biz o zamanlarda “var” olmayacağız. Dedim ya ben “hayvani” bakıyorum.
İnsanlık tarihini kesitlere ayıranlar katılırlar mı bilmiyorum ama bana göre yaklaşık 10 yıldır insanlık tarihi için çok önemli olan bir devrim yaşanmakta…
Devrimler daha kısa sürede olurlar genelde ama 10 sene de kötü bir süre değil bir şeye devrim diyebilmek için.
Klasik Marksist terminolojiye göre devrim, iktidarın bir sınıftan diğer bir sınıfa geçmesidir ama bence bir iktidar değişikliği olmasa bile çok büyük gelişmelere de devrim demekte bir sakınca yoktur.
Nedir bu devrim?
Tabii ki Sosyal Medya Devrimi veya 2014 Sosyal Medya Devrimi!
Evet, aşağı yukarı o yıllarda başladı sosyal medya devrimi. Belki bunun farkında değiliz, belki hiç aklımıza gelmedi ama çok büyük dönüşümlere sebep oldu, olmakta. Elbette bazı insanlar öyle bir şeyin olmadığını da düşüneceklerdir…
Sosyal medya ne demektir? Sıradan insanların, yani ünlü ve önemli olmayan insanların ünlü ve önemli insanlar gibi seslerini diğerlerine duyurmaya yarayan internet araçlarıdır. Veya diğerlerine, çok geniş kesimlere duyurduğu yanılsamasını yaratan araçlar… Bazıları şansları yaver giderse epeyce geniş kesimlere de seslerini duyuruyorlar elbette. Ama akıştaki inanılmaz hız yine de bu ses duyurmanın bir yanılsama olmasına sebep oluyor.
2014’te ne oldu? 2014 yılında smart/akıllı mobil telefonlar yaygınlaşmaya başladı. Herkes bunları alabilmeye başladı. Yaşları 40 ve üstü olanlar, ” (sabit veya mobil) “telefon sahibi olabilmenin” ne kadar da zor şeyler olduğu dönemleri hatırlıyorlar, oysa 30, 20 yaşında olanlar için telefon sahibi olmak ekmek, su gibi bir şey… Sanırım bu yüzdendir ki sokak röportajlarında yaşlılar, genel tutumlarını beğenmedikleri gençleri telefon aracılığıyla vurmaya çalışıyorlar. “Çıkar telefonunu?” Yani ona göre o telefon “bilmem kaç milyar!” ve o sebepledir ki o telefona sahip olan bir insan kaypak, sözüne güvenilmez, şeref yoksunu bir insan! Hayır, öyle değil işte. 2013, 2014’lerden beridir cep telefonu sahibi olmak çok ucuzladı ve kolaylaştı. İnternet bağlantısı çok daha kolay, ucuz ve erişilebilir oldu. Ve dananın kuyruğu da koptu!
Ondan önce de sosyal medya vardı. Hatta sıradan insanların bir şeyler yazıp tanımadığı insanlara bunları ulaştırabilmesiyse sosyal medya, ilk yazıları 1999 yılına kadar giden Ekşi Sözlük sitesi bunun dünyadaki ilk örneklerinden biri olmalı. Smart telefonlar yaygınlaşmadan önce sosyal medya, evinde internet bağlantısı ve bilgisayar olan insanların kullanabildiği bir mecraydı ve o ikisi de ucuz değildi. Kesinlikle çok farklı şeylerdi o dönemlerdeki sosyal medya ile şimdiki sosyal medya. Zaten o dönemlerin ruhuna sahip olan Facebook’un milyar kullanıcıya rağmen, Instagram ve Twitter karşısındaki çöküşü başka bir şeyle açıklanamaz kanımca.
Mobil cihazlar herkesçe kullanılmaya başlandı ve dananın kuyruğu koptu.
Peki, nedir devrim? Sosyal medya kullanımının (çığ gibi) artmasının ne gibi toplumsal sonuçları oldu?
Bence en büyük toplumsal sonucu insanların birbirlerine benzemeye başlamasıdır. Türkiye toplumu birbirine benzemeyen iki büyük, hatta iki buçuk büyük (Kürtler) toplumsal yığından oluşur. Bu yığınların temsilcileri arasındaki ideolojik savaş Türkiye’nin 100, 150 yıllık tarihinin özetidir. Vahşi kırsal kesimleri mesken tutmuş milyonlarca insan ve o insanların şehirlere göç etmiş ama yaşam tarzlarını değiştirmeden yaşamaya devam eden akrabaları merkez sağ partilerinin oy deposu. Bu insanların düşünce ve davranış kalıplarının şekillenmesinde vahşi kırsal kesim belirleyici olmaya devam ediyordu. O yüzden hep onlar kazanıyordu. Kapalı toplum yapıları renksiz ve sığdı. Bu kesim sosyal medya kullanımı sayesinde çok ciddi kan kaybı yaşamaktadır. Burada bahsettiğim kan kaybı entelektüel bir aşama kaydetme değildir. Bunu kast etmiyorum. Bu kesimlerin gençlerinin sosyal medya sayesinde tanık olduğu yaşamlar, bu ideolojik kampın kafasındaki yaşam tarzıyla, toplumsal alışkanlıklarla çelişmektedir. İşte bu yüzdendir ki seçimler söz konusu olduğunda hala (?) istediğini alan bu ideolojik kamp, arzulanan yaşam tarzına cevap verememektedir ve onunla savaşmaya gücü yetmemektedir.
Diğer kamp ise daha çok şehirlerde yaşayan, Cumhuriyet ideolojisinin etkisi altına çoktandır girmiş olan diğerlerine göre yaşamayı, eğlenmeyi, gezmeyi, tozmayı, ne bileyim flört etmeyi daha iyi bilen insanlar… Bu kesim için de diğerlerine nazaran entelektüel anlamda arada uçurum olduğunu iddia etmiyorum. Lümpenlik ve bayağılık bunlara da sirayet etmiş ama diğerlerinden bir adım ileride oldukları da bir gerçek. Sosyal medya sayesinde bu kesimlerin yaşam tarzları diğerlerince görülmektedir ve hatta o “ışıltılı hayatı seçmek için” illa zengin olmak gerekmediği de açıkça ortaya çıkmaktadır. 21 yaşındaki Ordu Aybastılı genç kendisiyle aynı ekonomik gelire sahip olan bir akranının Aydın’da “ışıltılı” bir hayat yaşadığını; gezdiğini, tozduğunu, kızlara takıldığını, daha enteresan diziler seyrettiğini, farklı kıyafetler giydiğini görüyor ve dönüşüm sürecine giriyor. Belki Ak Parti’ye oy vermeye devam ediyor ama aklında gülmek, eğlenmek, dans etmek, denize girmek, içki içmek, kızlara özgürce dokunmak, oruç tutmamak, boy abdesti almamak var. İşte bir gün gelecek ve Ak Parti’ye oy vermemeye de başlayacak. Cak Parti ona daha çok hitap edecek.
Bence iki buçuğuncu toplumsal kesim olan Kürtler de burada kaybeden durumundalar. Çünkü eskiden Kürtler daha homojen bir halktı ama son 10 yılda artık o kadar da homojen olmadıklarını görüyoruz. Önemli konularda, hayattaki en önemli şeylerin neler oldukları konusunda Kürtlerin “çoğunluğu”, eskiden Kürt siyasi harekâtının arzu ettiği gibi düşünürlerdi. Fakat şimdi bana öyle geliyor ki artık o “çoğunluk” içerisinde, hayattaki en önemli şeylerin neler olduğu konusunda önemli oranlarda fikir ayrılıkları var. Bu oran henüz diğer oranı yenebilecek düzeyde değildir diye düşünüyorum ama giderek güçlenmektedir. Ve bu dönüşümün arkasında sosyal medya üzerinden farklı insanlarla ve farklı hayatlarla girilen etkileşimlerinin etkisi olsa gerek. Bir de şu var: Işıltılı hayatlar hem de erişmek için zengin olmanın şart olmadığı ışıltılı hayatlar bu kadar göz önündeyken, insanları gençleri büyük ve acılarla dolu mücadeleler vermeye ikna etmek ne kadar kolay? Kolay mı? Bu mücadeleyi verenlere sorarsak eminim sıkıntı olmadığını söyleyeceklerdir ama ben öyle olmadığına inanıyorum.
Aslında bu yazıyı değil de KONDA araştırma şirketinin 2008’den beri yaptığı yaşam tarzı çalışmalarının son raporunu yorumlayan bir yazı yazmayı planlıyordum ben. Ve orada yıllardır gözlemlediğim bu dönüşümün gerçekleşmekte olduğunu gördüm. Bu dönüşümlerin arkasındaki en önemli itici gücün iletişim olanaklarının eskiye nazaran çığ gibi artması olduğunu düşündüğümden dolayı sosyal medya devrimini ele almaya karar verdim.
Bu gerçekleşenler iyi şeyler mi kötü şeyler mi? Salt birisi değil. Elbette yeni durumun olumsuz yanları da var. İnsanların gerçeklik algılarının kayması, ilgi görmek için olmadık sakatlıklara başvurmaları, şeylerin değerlerinin ucuzlaması, aciliyetin yaşamın neredeyse normali haline gelmesi gibi olumsuz sonuçlar da listelenebilir. Ama ben astar ve yüze baktığımda her şeye rağmen yüzün daha pahalı olduğuna inanıyorum. Her şey çok güzel olacak! Veya olmayacak ama değişik olacak. Bunu da engellemeye kimsenin gücü yetmeyecek.
İnsanlar arasındaki sorunları çözmenin şifresi o insanların birbirlerine benzemeleridir. Batı dünyasının uzun zaman önce atmış olduğu bu adımları, bir Doğu toplumu olarak bizler yeni yeni atıyoruz ve o adımların sancılarını yaşıyoruz. Her şey çok güzel olacak. Bir de ekonomi biraz daha iyi olursa Şam’da kayısı. Neyse Şam olmasın…
Edebiyat dünyasındaki üçlemelere ihtiyatlı yaklaşırım. Çünkü bazen yazarın “üçleme” olarak düşünmediği eserler topluluğuna üçleme deniyor. Bazen de ilk eser tutunca, yazar garanti yoldan yürümeyi seçiyor ve eserin devamını kaleme alıyor. İlk roman çıktığında o romana “Bir” ibaresi ekleyen var mıdır? İşte o yazar bana daha tutarlı gelir.
Neyse…
Üçlemeler genelde iyidirler aslında. Ayfer Tunç’un da bir üçlemesi var. Üçleme olarak planlanmadığı kesin bence. Hatta yazar, ilk roman umulduğu kadar sansasyonel olmayınca sanki işi inada bindirmiş gibi. Çok da iyi yapmış! Zira üçlemenin ikinci romanı olan ve bugün değineceğim “Yeşil Peri Gecesi” çok çok iyi bir roman! Yazar sansayonel bir kitap yazmayı başarmış.
Aslında ben üçlemeyi okumadım. “Yeşil Peri Gecesi”ni okudum. Şu anda da ilk kitap olan “Kapak Kızı”nın yarısındayım. Üçüncü kitap “Osman”ı ise yakın zamanda okumayı planlamıyorum ki tavsiyelerine önem verdiğim insanlar o kitabın da çok iyi olduğunu söylediler.
Ayfer Tunç okumak uzun zamandır aklımdaydı. Bazı yazarların sadece isimleri bile sizi, onlar hakkında pek bir şey bilmeseniz de etkiliyor. AT, benim için öyle biriydi. Kendisinden okuyacağım ilk kitap için “Deliler Evi” (ismi normalde daha uzun bir roman) adlı roman önerildi. “Yüz Yıllık Yalnızlık” gibi sayısız karakter barındırdığı yazıyordu yorumlarda. Herkesin çok sevdiği “Yüz Yıllık Yalnızlık”ı ben çok tutmamıştım. Bazen öyle oluyor. Hepimize olur. Herkesin ayılıp bayıldığı bazı eserler bize hitap etmeyebilir. Okurken iyi bir psikolojide olmayabiliriz mesela. Doğru seçim olacağından neredeyse emin olduğum Ayfer Tunç’tan okuduğum ilk roman beni çok etkiledi.
Gelelim romana…
Nasıl bir roman? Bu soru benim için çok önemli. Birçok yazımda bahsetmiştim. Bir romandan bahsederken “Konusu ne?” diye sormak yerine “Nasıl bir roman?” diye sorulması gerektiğini düşünüyorum.
Bir kere mizantropik bir roman. Bunu ilginç buldum çünkü kadınlar pek mizantropik olmazlar. Veya erkekler kadar olmazlar diyelim. Mizantropi yani insandan nefret etmek. Onun ortaya çıkardığı yaşamdan ve toplumsal ilişkilerden nefret etmek… Nefret edilmiyorsa bile bunların türlü türlü arızalar barındırdığını ve hümanist hülyaların birer safsatadan ibaret olduklarını düşünmek…
Kadınlar erkeklerden daha “duygusal”, daha sevgi dolu olurlar. Ayfer Tunç bu romanda insan üzerine atılmış, simli parıldak şeyleri silkeliyor. Genel olarak insanoğluna, özel olarak da onun toplumuna, onun ailesine, onun erkek egemen yapısına, ayrıca onun kadın saflığına da (olumsuz anlamda saflık) cepheden saldırıyor. Bu saldırı gerçekleşirken en kötü sahneler, en kötü tecrübeler, en mide bulandırıcı ayrıntılar okuyucuya sunulmadan geçilmiyor. Roman kahramanı Şermin, en kötü şeyleri yaşıyor. En kalitesiz ortamlarda bulunuyor. En büyük hakaretlere maruz kalıyor. Kendisi de fena fena şeyler yapıyor.
Bayılırım! Mizantropik romanlara bayılırım. Çünkü ben de onlar gibi düşünüyorum. Daha doğrusu şöyle: İnsanoğlu denilen sefil mahluk, idealize edildiği yerden oldukça uzakta bana göre. Aslında onun yapısını ben doğal buluyorum ama onu idealize eden felsefeler veya ideolojiler veya öğretilerle derdim var benim. Biraz da bu idealize edilme olayı kaçınılmaz gibi de bakıyorum. Sabah akşam arızalarımızı tespit edip birbirimize anlatsak iyi kötü bir düzen içerisinde akıp giden bu yaşam nasıl bir hal alırdı acaba diye düşünmekten de kendimi alamıyorum.
Ayfer Tunç benzerlerinden milyonlarca olan Anadolu aile yapısını da hedef tahtasına yerleştiriyor. Aslında hepimiz onun ne olduğunu biliyoruz. Onları sevdiğimiz, sevmek zorunda olduğumuz bize belletildiği için belki bu düşünceler bizi rahatsız ediyor veya belki de bunların fena aileler olduğu, bizimkinin öyle olmadığını düşünüyoruz ama aslında çok azımız bunlardan azadeyiz. Mevcut durumda dayanışmacı, korumacı, sevgi dolu gibi görünen Anadolu aile yapısı aslında küçük birer hapishaneden ibaret. Normalde asla yan yana gelmeyeceğimiz insanlarla, başka seçenek olmadığından dolayı can yoldaşı oluyoruz. Mevcut Anadolu aile yapısı fazla iç içedir ve aslında kişi farkında olmasa bile o kişiye sevgi vermekten daha çok, ona yük yükler. Ben aslında Türkiye’deki arkadaşlıkların da yük yükleme özelliklerinin daha fazla olduğunu düşünüyorum ama bu romanda öyle bir şey yok tabii.
Feminist bir roman mı? Sanırım değil. Feminizmi tarif edebilecek kadar iyi bilmiyorum. Ve çeşit çeşit feminizmler olduğunu da biliyorum. Ama eğer şu şey olanıysa, yani kadınlar aslında bu durumda olmazlar, onlara toplumsal cinsiyet rolleri dayatıldığı için böyleler feminizmiyse kitap için feministtir diyemem. Kitaptaki bazı kadınlar da yılan kadın rolünü çok doğal, çok canı gönülden oynuyorlar. Evet, bazı dayatmalar vardır. Bazı kadınlar olmak istedikleri insanı bu dayatmalar yüzünden olamıyorlar ama kadın doğası denilen bir şey de vardır ve ona hiçbir şey dayatmasanız bile bazı şeyleri ısrarla yapmaya devam edecektir o. Bazı şeyler hiç değişmeyecektir. Mesela genç ve güzel bir kadın hele ki Şebnem gibi bayağı güzel bir kadın, hangi zamana ve hangi mekana giderseniz gidin mutlaka öncelikle güzelliğiyle değerlendirilecektir. Ve aslında kendisi de bundan hoşlanacaktır. İki tane doktora yapmış olsa bile, bir kadını güzel bulunmak kadar hiçbir şey mutlu edemez. Kadın içgüdüsel olarak o sermayenin ne kadar önemli ve değerli olduğunu hissedecek ve hayatını ona göre konumlandıracaktır. Konumlandırabilecektir daha doğrusu. Bazen Şebnem gibi şansı yaver gitmeyebilir de…
SPOILER
Kitabın sonu sanki mizantropiyi yürürlükten kaldırıp onun yerine umut ve dayanışmayı koyuyor gibi. Katılır mısınız? Şebnem’in hayatı boyunca yaşadıkları münferit şeyler değil ama kitabın sonunda yaşadıkları münferit. Çünkü o bir roman kahramanı. İnsanlar romanlardaki gibi yaşamazlar. Şebnem gibi bireysel ve oldukça cesur olan bir isyan bayrağını çekmezler. Şans da o kadar yanlarında olmaz. Romanda kafamı karıştıran tek şey bu ani ve keskin dönüş oldu. Eğer bir romanı başarılı bulmuşsam şurası neden şöyle oldu diye sorma hakkını kendimde bulmam. Sormuyorum o yüzden!
“Ben Orhan’la çalıştım; Müslüm’le, İbrahim’le de çalıştım. Ferdi Tayfur’un hayran kitlesi kadar kalabalık ve fanatik bir hayran kitlesi görmedim.” Oya Aydoğan
“1977 tarihli Çeşme filmini 12 milyon insan seyretmiştir.” İnternet
A: Batan Güneş filminde Ferdi Tayfur’un sevgilisine tecavüz ettiğiniz için sokakta tepki gördünüz mü?
Tecavüzcü Coşkun: Tepki mi! Can güvenliğim sebebiyle yurt dışına kaçmayı bile düşündüm. Bütün Adanalılar sokaklarda beni arıyordu.
“1993 yılında Gülhane Parkı’nda verdiği konsere 200 bin kişi katılmıştır.” İnternet
“Türkiye’nin en büyük şöhreti Ferdi Tayfur’dur.” Hakan Altun
“Ben böyle bir fanatizm görmedim.” Ebru Gündeş
“Ferdi Tayfur’la filmim, bir yılda Banu Alkan’ı korkunç bir star yaptı.” Banu Alkan
“Bende vatan ve millet gibi olgular çok gelişkin değildir ama seve seve bir vatanımız ve bir milletimiz var diye düşünüyorum. Oranın kültürel dokusu da bizi sarmalıyor.” Baran Doğan
Ferdi Tayfur!
Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük şöhreti!
Sanat veya spor camiasında benzer şöhretler var mıdır? Şimdilerde “yaşamamış” olduğu farz edilen Hakan Şükür geliyor aklıma. Veya Tanju Çolak, Rıdvan Dilmen… Fatih Terim, Mustafa Denizli… Yılmaz Güney, Türkan Şoray, Müjde Ar, Sezen Aksu, Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses… Kadir İnanır, Tarık Akan, Cüneyt Arkın… Safiye Ayla, Arif Sağ… Bunlar büyük şöhretler ama hiçbiri Ferdi Tayfur kadar büyük şöhret olmadı bu ülkede. Siyasette kendi şöhretleri onun şöhretiyle kıyaslanabilecek olanlar bence yok değil yalnız! Örneğin Tayyip Erdoğan’ın kitleler üzerinde benzer bir etkinliği var bana göre. Muhalefet bunu yok saysa da, ciddiye almasa da Erdoğan 10 milyonlar nazarında gerçek bir star. Veya Atatürk de öyle bir olgu. O, her ne kadar ideolojik bir sürecin sonucunda var olduğu konuma gelmiş/getirilmiş olsa da Türkiye’de aşılamaz ve yenilemezdir.
Ferdi Tayfur ile ilgili bir şeyler yazmaya yukarıda alıntıladığım Oya Aydoğan beyanatını gördükten sonra karar verdim. Hak verdim kadına. Biraz araştırma yapınca da Ferdi Tayfur’un Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük şöhreti olduğu iddiasının temelinin sağlam olduğunu gördüm. Bunun sebepleri üzerine düşünmeye başladım. Neden O? Bunun bir sebebi olmalıydı…
Ferdi Tayfur’un “Türkiye” olduğu iddiası bir anekdota dayanıyor. Jean Paul Sartre ile ilgili bir dava açmışlar ve ünlü bir politikacı da “Sartre Fransa’dır!” demiş. Olay ile ilgili bildiğim ve hatırladığım yegane şeyler bunlar. Sartre Fransa ise Ferdi Tayfur da Türkiye’dir. Yani Türkiye’nin en büyük starına bakarak Türkiye’nin tüm defolarını, tüm yetersizliklerini teşhis edebiliriz. Veya tersinde gideriz (solcu tartışmalarında bu tersinden gitmek deyimi çok kullanılırdı, dikkatimi çekerdi!)
Yani Ferdi Tayfur’a bakarak halkımızın bir fotoğrafını çekebiliriz. Buna gerek var mıdır, kaç kişi bununla ilgilenir, onlar ayrı konular. Ben severim böyle işleri ve de işsiz bir insanım! Daha önce star toplum ilişkilerini inceleyen yazılar yazmıştım. Yılmaz Güney, Türkan Şoray, Müjde Ar, Arif Sağ, Neşet Ertaş ve Kemal Sunal ile ilgili yazılar yazmıştım. Son ikisini yukarıdaki paragrafta unutmuş olduğumu fark ediyorum. Oysa onlar da en büyük beş star arasına girerler…
Ferdi Tayfur’a bakmadan önce bahsetmek istediğim bir şey var: Bana göre insanın çocukluk ve de ilk gençlik yıllarında hayatına bir şekilde giren müzikler ömür boyu onun yakasını bırakmıyor. En azından benim için kesinlikle böyle diyebilirim. Arabesk müziğe o yıllarda maruz kaldım. Orhan Gencebay müziğinden ayrı bir paragraf olarak bahsedeceğim ama şunu diyebilirim ki arabesk müziğin bütün yanlışlıklarının farkında olmama rağmen onu hayatımdan aforoz edemiyorum. Çünkü ona maruz kalmışım. Veya pop müziği! Veya maruz kalmanın ötesine geçerek onunla ilgilendiğim halk müziğinin de bütün –doğru kelime seçmeliyim- “naifliğine” rağmen (diyelim) ondan vazgeçemiyorum. Dünyadaki en gelişkin müzikler olduklarından adım kadar emin olduğum klasik batı müziğini veya klasik rock müziğini –tüm çabalarıma rağmen- müzik dinleyiciliğimin orta yerine koyamıyorum. Çünkü onlara maruz kalmamışım!
En azından benim için böyle olduğunu yazdım ama geçenler de Twitter üzerinden okuduğum bir şeyler bende bu düşünceleri iyice pekiştirdi. Psiko Bilim adlı hesap bir araştırmadan bahsetti. Orada insanın en çok aklında kalan müziklerin insanın 15 yaşına ait olduklarından bahsediyordu. Ve o yaşlar civarlarına… İşte bu dedim. O yıllarda maruz kaldığım müzikler işte ömür boyu yakamı bırakmıyor. Bu deyim hoş değil biliyorum. Ve ben o müzikleri dinleyerek beynime çok mutluluk hormonu yani endorfin sağlattım. Hala da arabada giderken Ferdi Tayfur’dan son ses “Bana Sor”u dinlemeye varım…
15 yaşımda, benim için bir süper star olmasa da yeteri kadar Ferdi Tayfur dinlemişliğim vardı.
Neden Ferdi Tayfur?
Tekrar bu soruya dönelim. Şu iki şey mutlaka olmalı diye düşünüyorum: bu müzik “iyi” bir müzik olmalı ve de bu toplum Ferdi Tayfur ile özdeşleşme kurabilmiş olmalı. Hatta en çok onunla kurmuş olmalı ki daha başka “iyi” müzikleri icra edenleri Türkiye’nin en büyük şöhreti yapmamışlar.
İyi bir müzik midir bu müzik? Elbette öyledir. Ferdi Tayfur’un şarkıları kolay, akılda kalıcı melodilere sahiptir. Türkü formuna oldukça yakındırlar. Türk milletinin kolaylıkla benimseyeceği müzikal forma sahip 10’larca hit şarkısı vardır Tayfur’un. Arabesk müziğin kendisine yaşam alanı bulduğu 1970’ler şehirleşmesi (gettolaşması) Ferdi Tayfur’un 25’li, 30’lu yaşlarına denk gelmiş ve her star-toplum ilişkisinde gördüğümüz “tesadüfi kaçınılmazlık” ortaya çıkmıştır. Sözler dönemin psikolojisine çok iyi hitap eder. Acılarla yoğrulmuş olan sanatçı, çaresizlik içerisinde “Feryat” eder. E, herkes öyle gibidir zaten. Solculuk sağlam bir ideolojik temelden yoksun bir şekilde yükselmektedir ama solculuğun tabanını oluşturan insanların çoğu devrim marşlarından daha çok Ferdi, Orhan müziklerine maruz kalmaktadırlar ve o şarkıları çok sevmektedirler.
Burada Orhan Gencebay paragrafını sıkıştırayım. Saz çalan bir insanım. Ferdi Tayfur şarkılarını bir kere dinlesem sazda çıkarabiliyorum. Hatta şarkı devam ederken bile ne geleceğini kestirebiliyorum çünkü o melodi yapısına sahip şarkıları, türküleri daha önce defalarca çalmışım… Ancak Orhan Gencebay şarkılarını, sahibinin onları elinde bağlamayla bestelemiş olmasına rağmen kulaktan çalamıyorum. İddiam odur ki Gencebay kadar müziği bilen, onun kadar yetenekli müzisyen Türkiye’de çok azdır, belki de yoktur. Yaptıkları birer devrim niteliğindedir. Müziği teknik olarak değerlendirmeyi bilmeyen insanlar bu değerin farkına varamıyorlar ve onu evet sosyo-politik olarak oturduğu yerle değerlendiriyorlar. Ben değerlendirmemi tamamen teknik olarak yapıyorum. Eşsizdir! Sosyo-kültürel olarak oturduğu yere kefil olamam. Kişilik olarak sergilediği performansa da kefil olamam. Müzikalite olarak, teknik olarak Gencebay müziği erişilemezdir, eşsizdir! Gencebay müzikalitesi 100 üzerinde 95’se Ferdi Tayfur müzikalitesi 72 falan olmalıdır. Peki, o halde neden Gencebay değil de Tayfur Türkiye’nin en büyük şöhreti oldu? Minibüsçüler arasında veya daha doğrusu eğitimsiz işçi kesimleri arasında Ferdicilik, Orhancılık rekabeti olmasına rağmen neden Ferdi? Sanırım özdeşleşmeyi daha iyi başardı…
Özdeşleşmeye gireceksek sesinden başlamalıyız diye düşünüyorum. Aslında ses yukarıdaki paragrafa yani müzikalite bölümüne ait bir özellik ama Ferdi Tayfur’un sesi, şarkı söyleme tarzı onun özdeşlemeyi diğerlerinden çok daha iyi yapmasının arkasındaki en önemli sebeplerden biridir diye düşünüyorum. Yani hepinizin bildiği üzere o ağlak, o feryat eder gibi olan ses halkımızın gönlüne dokunmuştur. Onu samimi bulmuş olmalılar bu yüzden. Kendilerinden biri gibi kabul etmişlerdir. Mesela Orhan Gencebay’da o halk adamı imajı yoktur. O yıllarda filmler de çok önemliydi. Gencebay’ın filmlerinde şamar oğlanı olduğunu hiç hatırlamıyorum. Gencebay’ı hep Abdurrahman Palay konuşmuştur örneğin. Yani Yılmaz Güney’i, Cüneyt Arkın’ı konuşan şu nayır, nolamaz diyen adam… Ferdi Tayfur’u ise Esen Günay konuşmuştur hep. Kadir İnanır’ı konuşan adam, o ses yani… Palay kadar bir alfa erkek sesi değildir Günay. Garibana da gider.
Şarkılarında resmen ağlayan, filmlerinde ağadan kırbaçla dayak yiyen (Çeşme, 1977) Ferdi Tayfur’un tipi, siyah saçları, kara gözleri de özdeşleşme için biçilmiş kaftandı bana göre. Tip önemlidir, her şeyde önemlidir! Gencebay’ın da uzun olmayan bir boyu vardı ama kaslı, formda yapısı veya zorlasan Avrupai olabilecek tipi onu yine farklı bir mertebeye koyuyordu. Kara, kuru Ferdi; halkımıza daha çok benziyordu. Ve ağlıyordu! Ve feryat ediyordu!
Türkan Şoray’ın oynadığı “Sultan” (1978) filmini hatırlayın. O film “güncel” bir filmdir. İkinci Boğaz köprüsünün geçeceği gecekondu mahallesindeki evler birer birer arsa simsarlarına satılırken güncellik kendisini gösteriyordu. Güncellik bir de mahalleye gelen Ferdi Tayfur filminde gösteriyordu. Cümbür cemaat herkes filme gidiyordu. İnsanlar perdeye tezahürat yapıyordu. Şarkıyla kendilerinden geçiyorlardı. Kavga ediyorlardı. Ağlıyorlardı. Bağırıyorlardı. Çocuk doğuruyorlardı. 40 milyonun, 12 milyonunun “Çeşme” filmine gittiği yazıyor internette. Hepsi “Sultan” filmindeki gibi izledi filmi ve çıkınca dediler ki “Tamam işte! Aradığımız adam bu! Kaşı gözü boyu bosu aynı bize benziyor. Ayrıca bağırıyor, ağlıyor. Şarkıları bizim köylerde duyduğumuz türkülerimize benziyor. Marabalık yapıyor. Dayak yiyor falan. İşte Marmaris’te koy satın alacak kadar şöhret yapacağımız adam bu!”
Bence bu şekilde Ferdi Tayfur Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük şöhreti oldu. Kimse onun sınırlarına erişemedi. Sonra hem kendisinin devri bitti hem de ülkenin yarısını peşinden sürükleyen şöhretler dönemi bitti.
Kimini yakıp gitti
Kimini yıkıp gitti
Seni de alıp gitti
Bu şehrin geceleri
Ferdi Tayfur Türkiye’dir!
Seve seve bir vatanımız ve bir milletimiz var. Onlardan kaçış yok. Bizi sarıp sarmalıyorlar. Az öteye gidin kardeşim ya, arkada boş yer var!
Hayatın anlamını mı? İnsanoğlunun geleceğini mi? Evrenin sırrını mı? Tanrının var olup olmadığını mı? Kolanın formülünü mü? Nişabürekin ne olduğunu mu? Mourinho’nun Fenerbahçe’yi bu sene şampiyon yapıp yapamayacağını mı?
Neyi sorarsak soralım cevap alamayacağız.
Bunların ve diğer başka kritik soruların cevaplarını bilmek güzel olurdu, evet! Bu arada ben bazılarının hatta çoğunun cevabını biliyorum. Ama benim de ölesiye merak ettiğim sorular yok değil.
Neyse, “Toza Sor” bir kitabın adı.
Amerikalı yazar John Fante’nin en bilindik romanının adı.
Kimdir John Fante?
Kirli-gerçekçiliğin kurucusudur!
80’li yıllarda, Amerika’da bir edebiyat dergisi yazarı bu tabiri ortaya atmıştır ve Charles Bukowski bu türün “Godfather”ı yani “vaftiz babası/manevi babası” olarak kabul edilmiştir. “Toza Sor”u okuyunca Bukowski’nin neyden etkilendiğini direkt olarak anlayabilirsiniz. Zaten kendisi de bunu gizlemiyor. Kitaba bir ön söz yazmış. Orada Fante’nin kendisinin tanrısı olduğunu söylüyor. Kitabı keşfetme, ardından da yazarlık yolunu keşfetme serüveninden bahsediyor. “Kadınlar” kitabında da “Toza Sor”un en sevdiği kitap olduğunu söylüyordu yanlış hatırlamıyorsam. Ve Bukowski gibi bir serseriden beklenmeyecek bir şekilde, Fante’nin yaşlılığında ona yardım ediyor…
Bukowski’den bahsetmiştim. Bence kapıdan, avludan içeri sokulmaması gereken bir serseri. Ananıza, bacınıza fena şeyler yapabilir. Ama romanları ilgi çekici. Çok iyi, büyük bir yaratıcılıkla yazılmış metinler değiller ama ilgi çekiciler işte. O halde birisi; ilgi çekicilerse, iyi olmaları gerektiğini iddia ederse itiraz etmem. Erdem, dürüstlük, iyilik, ahlak, güzel, doğru gibi şeylerin mevcut halleriyle olduğu gibi kabul edilmemeleri gerektiğine inanıyorum. O halde bunları karşısına alan Bukowski’ye ilgi duymam benim adıma tutarlı olur. Onun vardığı noktayı da beğenmiyorum ama çıkış noktamız aynı sanırım.
Fante de iyilik, güzellik, ahlak, çalışkanlık gibi şeyleri olduğu gibi kabul etmiyor. Nasıl desem, Bukowski’den daha sofistike bir yanı var fakat! Daha bir üzerine düşünülmüş, daha bir rafine edilmiş, daha bir felsefeyle harmanlanmış bir serserilik Fante’ninki. Fante’yi kapıdan, avludan içeri sokar mıyım? Sanırım sokarım!
Kirli-gerçekçiliğin nasıl bir şey olduğu sanırım anlaşıldı. Fazla laf ebeliği yapmadan, dil oyunlarına girmeden hayatın kirli, acı veren taraflarını ele alan bir edebiyat akımı. Roman sanatının hep olağanüstü şeyleri ele alması ve aktarması gerektiğine inanmışımdır. Daha doğrusu en çok öyle romanları severim. Ama bu akımda hiç de öyle olağanüstü bir üslup yoktur. Sanki sokaklarda dolaşan serseriler kendi kendilerine konuşuyor gibidirler. Parasızdırlar. Evleri ve arabaları pejmürdedir. Karşı cinsle olan ilişkileri… Buna ilişki denir mi emin değilim. Ama denir elbette. Her şey yaşanır ve biter saygısızca. Kötü yiyecekler anlatılır sık sık. Keyif verici maddeler hayatın anlamı olmaya en yakın şeylerdir bu evrende. Onlar eleştirilemez, sorgulanamaz şeylerdir. Bence de öyledir bu arada… Keyif verici maddelerden uzak durmaya çalışan bir insan yaşamıyor demektir. Kölesi olmamayı başarmak lazımdır yalnız! Öyle de zor bir şeydir bu durum. Hem hayattaki en güzel şeylerden biri hem de en tehlikeli şeylerden biri.
Arturo Bandini, yazarın alter-ego’sudur (‘Gibi’ dizisinde yapılan espriye göre, halter ego’sudur.) Bütün (?) romanlarında aynı karakter vardır. Tıpkı Bukowski’nin tüm (?) romanlarında Henry Chinaski’nin olması gibi. Yazar olmaya çalışan bir genç çulsuzdur Bandini. 30’lu yılların Büyük Depresyon döneminde geçer roman. Ekonomik çöküş yaşanmaktadır. Toplumsal çöküşler de eşlik eder aslında bu döneme. “Dandik” eserler yazan Bandini, sefil bir hayat yaşamaktadır ve bize o hayatı aktarmaktadır. Tanrıyı, dini, aileyi ve toplumu direkt hedef alması 30’lu yıllar için bir devrimdir. Bukowski’nin aksine sadece bir kadınla yetinir. Pardon, iki. O kadınla yaşadığı saçma sapan ilişkiyi okuruz. 30’lu yıllar hesaba katıldığında bu anlatım dirty’nin de dirty’sidir. Camilla Lopez unutulmaz bir karakterdir. Bir an bile insana çekici gelmez ama ilgi çekicidir. Trajik sonu insanı hüzne boğar.
Çok beğendim kitabı. Sahte partiyi basıp, ortamı sarsan ilk romanlardan olsa gerek. Okumamışsanız mutlaka okuyun.
Birinci cildi okuyunca “Bu Romanı Yazmalıydım” başlıklı bir yazı yazmıştım. Romandan etkilendiğimi, ikinci cildi okumadan da o yazıyı yazmamın yerinde olacağını düşündüğümü yazmıştım. İkinci ciltte olacaklar ve olmayacaklar belliydi. Tabu deviren bir roman değil “Güven”. Yazarın “Bir Gün Tek Başına” romanı o tanıma daha uygun sanki. Bir tarihi okuyorsunuz ve yarısında, eserin geri kalanının birinci bölümle aynı misyonda yazılmış olduğunu anlıyorsunuz.
Evet, birinci ciltte bıraktığımız tarih ikinci ciltte de devam ediyor. İlk yazıda belirtmiştim, Vedat Türkali çok şey bildiği gizli komünist örgüt tarihi hakkında bildiklerini yazmayı kendisine bir görev olarak atfetmiş ve o görev bilinciyle bu romanı yazmış. Yani yazmış olmuş olmak için yazılmış bir roman “Güven”. Ama bu yönüyle de benim sanata biçmiş olduğum misyonla çelişmiyor: Sanat “sanatçı” içindir. Sanatçı beklediği şeyi/ilgiyi/övgüyü/duygusal tatmini/misyon tamamlamış olma duygusunu eseri aracılığıyla elde ediyorsa ve o eser beğeni düzeyi yüksek kişiler tarafından beğeniliyorsa sorun ve de tartışılacak bir şey yoktur! Yazmış olmak için yazılmış bir roman olan “Güven” çok iyi bir roman!
Birinci ciltle ikinci cilt arasında misyon ortaklığı olsa da ikinci cildin biraz daha sarsıcı olduğunu belirtmek isterim. Neden?
Çünkü bir eserin; “Güven” adında, 1800 sayfaya sahip olan ve yeraltı komünist örgütünü arayan insanların maceralarını anlatan bir roman olduğunu biliyorsanız o roman sizde merak uyandırır, hafif tedirginlik yaratır, size bağımlısı olunası bir gerginlik yükler… Bir şekilde işkence sahnelerini okuyacağınızı bilirsiniz. Cinayetler de işlenebilir. Romandaki kişilerin en yakınlarından bile şüpheye düştüğü anların geleceğini hissedersiniz. Birinci ciltte bunları çok görmedik açıkçası. Ama ikinci ciltte…
İkinci ciltte işkenceler de yaşanıyor, cinayetler de işleniyor… Roman için çözülme, sonuca bağlanma bölümü… Yaşanılanlar insanı etkiliyor. Sarsıyor. Erdal Öz’ün “Yaralısın” romanı gibi insanı paramparça eden bir roman değil “Güven”. O romanın yaptığını yapan başka bir roman var mıdır emin değilim. Ama yine de bin parçaya bölünmeseniz de 100 parçaya bölünüyorsunuz. Polislerin emir kulu olup olmadığını düşünmüyorsunuz.
Türkali bu romanı yazdı. Romanda yaşanılanların birçoğunu yaşadı. İşkence gördü, sürgün yedi. Kendisinin hemen hemen bütün romanlarını okudum ve kendisinin bu işte yani bu halka devrim götürme işinde umutsuz olduğunu ve hayal kırıklığı duygusuyla dolu olduğunu her romanında hissettim. Dahası insanın doğasıyla bu yüce devrim olgusunun bağdaşmadığını düşündüğünü bütün romanlarında hissettim. Ben de öyle düşüyorum. “Her Şey Sınıfsal Mı?” başlıklı yazımda belirttiğim üzere liberal düşüncede olan insanların daha yüksek IQ!ya sahip olduklarını ortaya koyan bir araştırma var. 1940’lı yıllarda hepi topu 100, 150 “şehirli” (yani şehirde yaşayan anlamında) enteresan tipin, 15 milyonluk bu üçkâğıtçı köylü toplumuna devrim yaptırabileceğini düşünmek için hakikaten ya aptal ya deli olmak lazım. Özür dileyerek söylüyorum, o 150 kişinin yarısı aptal yarısı da deliydi zaten! Ben de bir dönem –aptal olduğum için- bu düşünceye kapıldım. Sonra IQ seviyem o kadar da kötü değilmiş ki radikal, ütopik siyasi düşüncelerden uzaklaşıp daha liberal düşüncelere yöneldim. Devrimle olmasa bile tarihin doğal akışı içerisinde bütün toplumlar gibi TR toplumu da daha iyi hale gelecek, daha gelişecek. Marksist tarihçi Hobsbawm’a göre TR toplumu dünyada değişime en dirençli toplumlardan biridir. Ben de ekliyorum ki değişime karar verdiği zaman da bunu en hızlı gerçekleştiren toplumlardan biridir. Dengesiz yani. Öngörülemez bir toplum.
Vedat Türkali de devrimin olmayacağını çok net biliyordu ama gençliğinde onun hayatına büyük anlam ve heyecan katmış bu olayın etkisinden ömür boyu kurtulamadı. Her romanında bu konuyu işledi. Arızalı insan doğasını ortaya koymaya çalıştı her romanında. Nihayet “Güven”le de son noktayı koydu. Ölenler öldü. İstanbul şiirinde “Boşuna çekilmedi bunca acılar” diyordu ama sanki boşuna çekildi der gibiydi her romanında.
(ANADOLU) CİNSELLİ(Ğİ)K
Her romanında işlediği bir diğer konu da cinselliktir. Benim Anadolu cinselliği dediğim şeydir biraz da. Nedir Anadolu cinselliği? 31, kerane, eşek, Aydemir Akbaş’ın mavi slip donu, oğlancılık, kayınço elti görümce kaynana dörtgeni gibi dörtgenler ve ömür boyu devam eden travmalar… Bin bir baskı ve efsaneyle kıstırılmış, maruz olanların hayatlarını oldukça etkileyen bir olgudur Anadolu cinselliği. Kadınlar için ayıp (kendileri de erkekler kadar meraklısı değildirler ya), erkekler için mücadele başlığı, eş cinseller içinse intihar sebebidir “Anadolu” cinselliği. Bu romanda üff üff! Kör tuttuğunu! O yıllarda cinsellik bu kadar serbestçe yaşanmıyordu. Daha doğrusu gizlice yaşanıyordu, insanlık tarihi boyunca yaşandığı gibi. Ama işte bu devrimci insanlar toplumun ön yargılarından “biraz daha” sıyrılmışlardı. Biraz daha ama tamamen değil! Bakire olmadığı için Necla’yla arasına duygusal mesafe koyan anlı şanlı devrimci Turgut’tan hala var. Hobsbawm’ın dediği gibi TR toplumu dünyada değişime en çok direnen toplumlarda biri. Ve benim düşüncemi de tekrarlamak istiyorum: Değişimin kaçınılmaz olduğunu sezdiği anda da inanılmaz bir hızla değişen bir toplum. Yakın zamanda sosyal medya aracılılığıyla yaşanan flört devrimi de bunu kanıtlıyor. Geçen Twitter’da bir türbanlı paylaşımı vardı: “Bekaretimi kaybettim ama onurumu değil!” yazıyordu. Böyle işte. Dünya devrimini kovalayan (özünde köylü) Turgut, devrimci sevgilisine bakire olmadığı için gönül koyuyordu ama 100 yılcık bile geçmeden, Büşra Nur bacı tabuları deviriyordu. En azından dürüstçe… Yakında erkek arkadaşıyla eve çıkan Büşra Nur, ailesini evine iftara çağıracak ve herkes mış gibi yapacak. Bir 50 yıl sonra onu da yapmayacaklar. Büşra Nur’un kızı Alin Su öff öff! Tarih yazacak.
Romanda cinsellik resmen başrollerden birinde. Türkali bu bela konunun o kıstırılmış toplumda ne sorunlara sebep olduğunu çok iyi tahlil etmiş. Peşini bırakmıyor bu konunun. Tıpkı diğer romanlarında bırakmadığı gibi. Fotoğraf çekiyor.
UMUT VAR MI?
Dünkü “Her Şey Sınıfsal Mı?” yazımda bahsettim. Bence eşitsizlik insanın kaderi. Eşitsizlik deyince kötü bir duygu yükleniyor insana. Farklılıklar mı desek? İnsanın da dâhil olduğu bir biyolojik takım olan primatlar doğada fiziksel dezavantajlarının üstesinden gelmek için karmaşık sosyal ilişkiler inşa etme yoluna gitmişlerdir ve de entrikacılığı çok iyi kullanmışlardır. Şimdi insanız, Madagaskar’daki lemur değiliz elbette ama milyonlarca yıllık alışkanlıkları bir anda atmak olmuyor. Eşitlik diye bireylerin öne çıkma güdülerini engellerseniz bu durum şu anda tahmin edemeyeceğimiz sorunlara sebep olur diye düşünüyorum. Dolayısıyla bunun için umutlanmak yersiz. Dolayısıyla da umut var! Anadolu cinselliği gibi isim babası olduğum başka bir şey daha var: Makul orospu çocukluğu… Batı toplumları gibi alt tabakadaki insanlara insanca yaşama koşullarını sağlayacaksınız, bununla birlikte bireylerin öne çıkma dürtülerini de bastırmaya çalışmayacaksınız. Bir düzen tertip olacak. Bence TR bunu başarabilecek olanaklara sahiptir.
Sınıfsal derken işçiler ve patronlar arasındaki bir çelişkiden bahsetmiyorum. Hayattaki birçok şey ekonomik çıkarı gözeterek yapılır evet, ama her şey bunun için yapılmaz. Tarihte ilk kez enikonu Karl Marx tarafından ortaya atılan sınıflar mücadelesi olgusunun insanlık tarihi boyunca doğru dürüst sorgulanmadığını ve eşitsizliğin içselleştirildiğini görüyoruz. O halde Marx yanılmış olabilir mi? Eşitsizlik acaba insan doğasının bir çıktısı olabilir mi?
Marksizme tıpkı bir dine bağlı gibi olan solcuların tüylerinin diken diken olduğunu hissediyorum. Çünkü bunu yapmasalar 10 yıllar boyunca yanlış bir hayat yaşamış olacaklar. Tıpkı 2015 yılında sudan çıkmış balığa dönen “bir kısım” MHP’li gibi…
Bir Twitter hesabı keşfettim: Psiko Bilim adlı bu hesap yayınlanmış ciddi makaleleri, araştırmaları okuyor ve yorumluyor. Araştırmanın vurucu yanını ve özünü paylaşıyor. Orada ateizm ve liberalizm gibi düşüncelere meyil veren insanların IQ’larının daha yüksek olduğunu ortaya çıkan bir araştırma gördüm. Hak verdim. Liberal demek TR solu için küfür gibi bir şeydir. Oysa radikal, ütopik düşüncelere, siyasi akımlara kapılmaktan ziyade toplumun tarih içerisinde doğal olarak daha iyiye gideceğini görmek bence daha akıllıca. 30, 40 yaşında olanlar doğru dürüst bir mücadele olmamasına rağmen gündelik hayatın nasıl da eskiye nazaran daha iyi olduğunu, toplumların nasıl da ileriye doğru geliştiğini görebilirler. Tabii bunun için ön yargılardan uzak bir şekilde bakabilmek gereklidir. Erdoğan’ın “Biz geldiğimizde bulaşık makinesi yoktu” şeklindeki cümlesi doğrudur. Şimdi her evde bulaşık makinesi olması Erdoğan’ın özel başarısı değildir elbette ama kabul edelim ki bu doğrudur. 1900’leri başında bir kadının ev işlerine ayırdığı vakitle şimdi ayırdığı vakit arasında uçurum vardır. Bunu erkekler mi bahşetmiştir? Feministler mücadeleyle mi bunu kazanmıştır? İkisine de hayır. Toplumlar doğal olarak gelişmektedir. Ha, TR kadınları hala 1900’lerin başındaki kadar ev işlerine vakit ayırmaktadırlar, buna bayılmaktadırlar ama o da onların kerizliğidir kesinlikle!
Soruya tekrar dönelim… Her şey sınıfsal mıdır? Tekrarlayalım: Değildir!
Kısa bir süre önce Twitter’da birisi bir hamburger görseli paylaştı. Denizden çıkmışsındır… Annen hamburgerin hazır olduğunu söyleyerek seni çağırmaktadır… Halk plajlarında satılan kalitesiz bir hamburger ve daha önce çokça kez kullanılmış olan yağda kızartılmış kötü patates kızartması vardı görselde. Kullanıcı “sinifsaldir mesela” notuyla paylaşmış görseli.
O kötü hamburgeri yiyebilmek “sınıfsal” mıdır? Benim de içinde bulunduğum epeyce bir insan ilk kez denize 15, 16 yaşlarında girdi. Çoğu o hamburgeri yiyemedi, evden getirilen atıştırmalıkları yedi. Benim dâhil olduğum grubun dışında yer alan epeyce kişi ise denize hiç gidemedi. Bu iki grubun içerisinde denize gitmek için yanıp tutuşan ama parası olamadığı için gidemeyenler kadar parası olduğu halde o vizyona sahip olmayan insanlar da vardı. O kültüre dahil olmayan, o kültüre ilgi göstermeyenler de vardı. 20 milyonluk İstanbul’da deniz girmek için yanıp tutuşan insanlar bunu mutlaka başarabilirler. Üsküdar’dan kalkan Şile otobüslerine binerler, metrekareye 8 insan düşen alanda denize girerler, karınlarını da doyururlar ve tekrar evlerine dönerler.
Görseli paylaşan kişinin baktığı yer yanlıştı. O şey ilk olarak sınıfsal değildi. Kültüreldi. 70’li yılların solcularının imkânları varken Birinci sigarası içmeleri gibi bir şeydi o paylaşım. Muhafazakar bir tutumdu yani. O görsele yorum yapan birisinin iletisi de çok tartışıldı. 90’lı yılların bir memur çocuğunun paylaşımında olay doğru yerden yakalanıyordu. Aradaki kültürel farkın altı çiziliyordu. 80’lerin, 90’ların orta sınıfları şimdiki orta sınıflardan daha kalabalıktılar. Bir şeyleri elde etmek olanakları daha fazlaydı. En alt kesim yine en alttaydı ama altın üstü orta sınıflar biraz daha oransal olarak fazlaydılar. Ama işte bu iki kesim arasında aşılmaz gibi görünen kültürel farklılıklar var.
Klasik Marksist önermeyle, maaşla çalışan herkesin işçi sınıfına dahil olduğu ve dolayısıyla siyaset yaparken birleşip ortak çıkar için mücadele etmeleri gerektiği tezinin Türkiye’de karşılığı yok. Yani bu uygulanamaz.
Çünkü Türkiye’de siyaset ekonomik çıkarlardan önce kültürel bölünmüşlükler üzerinde yapılıyor. Şu son seçim sonuçları herkesi ters köşe yapmış olsa da ben bunu savunuyorum. Veya 22 yıl çok uzun bir süre ve dolayısıyla tarih aktığı için insanlar kültürel olarak da birbirlerine benzemeye başlıyorlar… Asgari ücretli ortalama bir sünni muhafazakar insan, 150 k maaş alan bir “emekçi” Aleviden tiksinir burada! Onu adamdan saymaz. Onu çevresinde istemez. Ona kesinlikle ülke yönetiminin verilmemesi gerektiğini düşünür. Ne ortak çıkarı, ne tarihsel birlikteliği! 150 k maaş alan Alevi emekçi (yazılımcı) veya asgari ücretli Kürt veya 150 k maaş alan sünni ama tiyatroya giden, kitap okuyan insan… Keraneye giden, içki içen ama modern yaşam süren o kesimlere küfredip, açıktan onlara düşmanlık yapan atölye sahibi Duran Abi ona daha yakın gelir… Duran Abi nereyi işaret ederse ona oy verir bizim asgari ücretli vizyonsuz “emekçi” kardeşimiz! Yakalasa sizi siker maazallah! Uzak durun!
Mesele o emekçiyle ekonomik olarak aşağıda veya yukarıda eşitlenmek değildir! Mesele onunla kültürel olarak eşitlenmektir. O zaman sorunlar çözülecektir. Ve bence bu da mücadeleyle olmayacaktır. Tarihin doğal akışı içerisinde, kendiliğinden gerçekleşecektir. Belki de şu seçim sürecinde olan biten budur. Bu arada mesele demişken, ben bunu mesele olarak görmüyorum. Hepsinin köküne kibrit suyu! Mesele olarak göreniniz varsa diye diyorum. Duran Abi veya o Selman Usta için yapılabilecek bir şey yoktur. Rakımızı içeceğiz, flörtümüzü edeceğiz, konserlere gideceğiz, tatillere gideceğiz ve onların dönüşmesini bekleyeceğiz. Hiç mücadeleye gerek kalmadan, en fazla 40 yıl içerisinde onlarla kültürel olarak eşitleneceğiz. CHP iktidarı o zaman gelecek veya işte o, isim babası olduğum CAK Parti iktidarı! Yani hiç mücadeleye gerek kalmadan 40 yıl içerisinde CAK Parti iktidarı kendiliğinden gelecek! Oh mis!
Her şey sınıfsal mı sorusuna üçünce kez ve son kez dönüyoruz…
İnsan olarak tam bir provokatör orospu çocuğu olan ama aslında çok büyük bir entelektüel olan Sevan Nişanyan’ın çok doğru bulduğum bir tespiti var:
İnsan bu hayatta en çok ne için yaşadığını sormuştu birisi kendisine. Ünlü provokatör de düşündü ve dedi ki ne hayatta kalmak ne de üremek için yaşar, insan bu hayatta en çok itibar için yaşar! Yıllardır düşündüğüm ve formüle edemediğim şey belki de buydu. Neler yapmadık ki şu itibarı elde etmek için! Bu arada aslında bu formül daha çok erkekler için geçerlidir. Kadınlar güzel bir yuva kurmak ve sonra da o yuvayı çamaşır suyuyla silmek için yaşarlar genelde. Yoğurt kabı biriktirirler, 50 gram zeytini israf olmaktan kurtarırlar, dolapları düzenlerler, zaten düzgünce serilmiş olan yorganın üstüne bir de estetik yatak örtüsü sererler ve mutlu olurlar bunlar için. Sonra da burç yorumlarını okurlar. Ama erkekler itibar isterler. Ortamlarda kendileriyle ilgili övgü dolu sözler gelsin isterler. Hatta bazıları öldükten sonra bile anılmak için roman yazarlar, şarkı bestelerler, devlet/millet kurtarırlar…
Yani eşitsizlik insan doğasının bir çıktısıdır. Birileri mutlaka birilerinden daha çok ön planda olacaktır. Olmak isteyecektir ve kaçınılmaz olarak olacaktır da… bu öne geçiş daha çok servet toplamak şeklinde olacaktır. Veya bir şekilde işte diğerlerine karşı bir üstünlük koyarak olacaktır. Bırakınız koysunlar! Bunu yapmazsanız insanın (erkeğin) var olma amacıyla oynamış olursunuz. Bu farklılaşma bazı Batı toplumlarının başardığı gibi en altı ve bir üstünü gözeterek, onlara insanca yaşam olanakları sunarak yapılırsa en ideali olur. İşte liberalizm! Devrimle bunun üzerine giderseniz, B planınız var mı? Bağlasan durmayacak olan daha etkili bireyleri nasıl idare edeceksiniz? İşte bu yüzden her şey sınıfsal değil. Bazı şeyler insanın, bireyin tutkuları yüzünden olur! Onun nefret ettiği şeyler vardır, onun hayran olduğu şeyler vardır, onun kutsal olarak gördüğü şeyler vardır ve bu etkili erkek birey milyonlarca kişiyi peşinden sürükleyebilir. Cengiz Han’ın başlattığı Moğol Dünya Savaşı’nın (aslında birinci dünya savaşı o) sınıflar mücadelesiyle alakası yoktur bence. Ailesinin ormanda bilerek bıraktığı ve fare avlayarak hayata tutunmuş bir çocuktan bir psikopat ortaya çıktı ve o piskopat dünyanın gerisinin hem mecazi anlamda hem de gerçek anlamda amına koydu! (1100lü yıllarda yaşamış bir bireyin bugün Asya’da yaşayan milyonlarca kişinin genetik babası olduğu kesinleşti.) Hitler gibi bir manyağın tüm ulusu çılgınca bir projeye zorlaması, bunu başarması sınıflar mücadelesi miydi yoksa kolektif bir çılgınlık mıydı? Hangi makul insan Almanya’nın hem İngiltere, Fransa’yı hem de Rusya’yı yenebileceğine inanır! Ama inandılar işte! İnanmasalar bile inananlar o kadar fazlaydı ki seslerini çıkaramadılar. Tarihte kazanma ihtimali %10’dan az olan nice prens, şehzade, bey, ağa isyanı vardır! Bu insanlar isteseler ömürleri boyunca bir elleri yağda bir elleri balda yaşayabilirlerdi ama itibar için çılgın maceralara girdiler. Çünkü onlara o devasa çiftlik evi ve o kasabanın yönetimi yetmiyordu. Marksizm kazansa tıpkı sıradan insanlara parasız eğitim ve parasın sağlığın yetmeyeceği gibi… Onların hayatlarını bir anlam katamazsınız, bir mitoloji veremezsiniz onları mutlu edemezsiniz. PKK hareketi o yüzden Newroz adlı, 1979 yılında kimsenin bilmediği mitolojileri yaratmaya çalışıyor.
Dünyada, insanlık tarihinde “psikolojik” olan şeyler sınıfsal olan şeylerden katbekat fazladır!
Mutluluk nedir? Bana mutluluğun resmini yapabilir misiniz?
Mutluluğun resmini yapmamışlar fakat yapılan bir bilimsel araştırmayla, ona ulaşmanın bazı püf noktalarını açığa çıkartmışlar. Bu araştırmaya, bugün Psiko Bilim adlı X hesabında rastladım. Uzun süredir üzerinde düşündüğüm bir mevzuydu bu. Araştırma sonuçları, mutluluğa erişmek için aşağı yukarı benim düşündüğüm şeyleri işaret ediyor.
Bunları yorumlamak istedim…
Akıllara hemen mutluluğun göreceli bir şey olup olmadığı sorusu gelecektir. Kime göredir, neye göredir! Bazı şeylerin göreceli olduğu mevzusunun, kime göre neye göre olayının bazı durumlarda maniple edildiğini düşünüyorum. O kadar görelilik iyi bir şey olmasa gerek. Kesin şeyler de var şu hayatta. Mutluluk konusunda mesela, yoksul olmak ve onun getireceği mutsuzluk göreceli bir şey olmasa gerek… Veya fiziksel olarak beğenilmemek oldukça somut bir mutsuzluk kaynağı olmalıdır.
Bahsetmemiz gereken bir şey daha vardır ki insanoğlunun her şeye alışacağına inanıyorum. Çok büyük trajedilere hariç insanoğlu her şeye alışır! Bir de “derdini sikeyim” mevzusundan bahsetmeliyiz sanırım. Bazı insanlar ortalamaya göre çok iyi koşullara sahipler ama türlü türlü sebeplerden dolayı mutsuz oluyorlar. Bu sebeplerini bir bölümü insana hadi oradan dedirtecek cinsten. Terbiyeniz müsaade ediyorsa hadi oradan yerine diğerini de söyleyebilirsiniz.
Gelelim mi şu maddelere?
Psiko Bilim hesabından öğreniyoruz:
Bir araştırmaya göre bir kişinin yaşam memnuniyetini en çok etkileyen faktörler:
*Sağlıklı olmak,
*Dış görünümünden memnun olmak,
*Kendine ayırabileceğin boş zamanın olması,
*Bir topluluğa ait olmak,
*Aileyle vakit geçirmek,
*Üst-orta sınıfta yer almak.
Bunlar arasında bir önem sırası verilmiyor. Bence en önemli şeyden başlamak istiyorum:
ÜST-ORTA SINIFTA YER ALMAK
Yani yoksul olmamak. Yaşamayan bilmez. Yoksulluk ve onun yükleyeceği mutsuzluk da yaşanmadan bilinmeyecek şeylere örnektir. Yoksul olmak ve bir ailesi olmak… Çocuklarının isteklerini yerine getirememek… Onların gelecekleriyle ilgili kaygı duymak… Yoksul çocuk olup doğru dürüst hiçbir şeye erişememek… Bunlar fenadır. O yüzden üst-orta sınıfa dahil olmak bence büyük bir mutluluk kaynağıdır. Mesela TR için bu sınıfa dahil olmak, 200 bin TL ve üzeri bir aylık gelire sahip olmak olabilir veya 250 bin… Bu kişi yılda üç, dört kere yurt dışına seyahat edebilir. Ev alabilir, araba alabilir. Güzel bir eş tarafından seçilebilir. Çocuğunu özel okula gönderebilir. Özel psikoloğa ve psikiyatra gidebilir vs. Hiç ağlamamalı ve zırlamamalıdır.
BİR TOPLULUĞA AİT OLMAK
Bu maddenin nokta atışı bir madde olduğunu düşünüyorum. Yıllardır böyle düşünüyorum zaten. Ben bu konuda istisna olanlardanım. Bir topluluğa ait olmak benim mutluluk katsayım üzerinde etki etmiyor ama kabul ediyorum ki insanların geneli böyle değildir ve bu durum insanoğlunun doğasıdır. Öyle olmasaydı küçücük siyasi partilerde, hiçbir umut belirtisi yokken, yüce ülküler uğruna vakit ve emek harcayan insanlara rastlanılmazdı. Çünkü o topluluğun üyesi olmak, o yüce topluluğun üyesi olmak kişiye kendisini iyi hissettiriyor. Öyle biri olmak hoşuna gidiyor kişinin. Bir nevi vicdanını da aklıyor kişi. Veya vicdan yargıcı önünde kendisini… Din ve milliyet aidiyetleri de böyle bir şey. Devletlerin bunlara yatırım yapmalarını anlamak zor değil. Devlet olmak isteyenler de yapmalı bunlara yatırım. Çünkü insanoğlu biz duygusu içerisine girerse kendisini daha mutlu hissediyor.
AİLEYLE VAKİT GEÇİRMEK
Makro biz kadar önemli olan bir şey de mikro biz’dir. Yani aile… Burada aile bağlarının sağlam olmasını koşulunu hatırlatmalıyız diye düşünüyorum. Çünkü aile var aile var! Bireylerin birbirlerine güvenli bir şekilde bağlandıkları, birbirlerine yanlış yapmadıkları ve sevgilerini hissettirdikleri ailelerde işler iyidir. Ama bunların terslerini düşünün ki vardır öyle aileler de, o tip ailelerde bu madde geçerli değildir. Aile yani çocuk yetiştirmek için sevgi dolu bir ortam hazırlanması da bence insanoğlunun seyri nereye giderse gitsin değişmeyecek, sadece güncellenecek şeylerden biridir. Belki ileride nikahlar, düğünler olmayacak ama çocuğun sevgi ve güven dolu bir ortamda büyümesi ihtiyacı ortadan kalkmayacak.
BOŞ VAKİT
İnsanın kendisine ayırabileceği boş vaktin olması en önemli mutluluk kaynaklarından sayılmış. Bence kesinlikle doğrudur bu ama bizim toplumumuzda gerçek nedir şüpheliyim. Çünkü bu toplumda çalışmak kutsanmıştır. Çalışmayınca canının sıkıldığına inandırılmıştır insanlar. Doğru dürüst hobileri, ilgi ve alakaları da olmadığı için gerçekten çalışmayınca sıkılır insanlar. Bu davar toplum diyeyim, ne anlar boş vakitte kendisiyle vakit geçirmekten! Önemli bir madde ama biraz ışığa tutulması lazım diye düşünüyorum.
ÖNEMLİ OLAN İÇ GÜZELLİK
Hayır, değil! Önemli olan dış güzellik. Yani dış güzelliğe sahip insanlar birçok avantaja sahip oluyorlar. Kendileri bunları değerlendirmeyebilirler, o onların akılsızlığı! Mesela iri yarı olan bir erkek çocuğunun etkisiz biri olması kendi kabahatidir. Elbette IQ da önemli ama erkek çocukların dünyasında IQ yerlerde değilse, fiziksel üstünlük belirleyici olur. Kızlar için de güzellik bir altın bileziktir. Kızlar/kadınlar neredeyse sadece güzellikleriyle önem arz ederler. Bence bu mevcut durumdur. Olması gerekendir demiyorum. Dış güzellik açısında sıkıntılı bir erkeğin kendisini çekici yapabilecek daha birçok enstrüman vardır ama böyle bir kadını, varsa parası bile kurtaramaz. Genç ve bekar bir kadının erkeklere çekici gelmiyorsa çok ciddi psikolojik sorunlar yaşayacağına inanıyorum. En alttaki %5’lik kesimden eş bulabilir ancak. Bu kadın hele hele akıllı ve okuyan bir kadınsa onun vay haline! Tarih boyunca ürememiş (yani bir erkek tarafından beğenilmemiş) kadın sayısı çok çok çok azdır. Ama erkeklerde yanlış hatırlamıyorsam oran %40larda falan… SMV diye bir kavram vardır yani Sexual Market Value – Cinsel Piyasa Değeri diye çevirebiliriz. Yani bir insan başka bir insanla sevişecekse neye bakar? Elbette tipi güzel olanlar herkesten bir adım öndedir. Ama erkekler için en az tip kadar maddi güç, statü, zeka, renkli olmak gibi şeyler de devreye girebilmektedir. Hele hele maddi güç ve statü ortalığı yıkar geçer. Ama kadınların SMV’sini belirleyen şey, %99 dış güzellikleridir. Yani tip önemlidir. Beğenilmek büyük bir mutluluk kaynağıdır.
SAĞLIKLI OLMAK
Bu maddeyle ilgili de ben bir şeyler eklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Evet, sağlık önemli. Bunu hepimiz biliyoruz. Kendisi veya ailesi sağlık sorunu yaşayanlar ciddi mutsuz oluyorlar. Bu da bir gerçek. Ancak çok ciddi sağlık sorunlarını, genç yaşta kaç kişi yaşıyor? Buna da bakmak lazım. Tıp çok ilerledi. 50, 60 sene önce büyük problem teşkil eden hastalıklar artık kolaylıkla tedavi ediliyor. Ortalama insan ömrü tarihin en iyi seviyesinde. Daha da ileriye gidecek bir durumu kalmadı neredeyse. Yeni doğanlar için “tüm dünyada” beklenen 80 yıllık bir ortalama ömürden daha iyisi nedir, kaçtır? Ailesinde veya kendisinde genç yaşlarda ciddi sağlık sorunları olanları rencide etmek istemem ama şu bahsettiğim genç-yaşta-çok-ciddi-sağlık-sorunları artık istisna oldu… Nezleyi, gribi oluruz, sıkıntı yok. Bazen kolumuzu bacağımızı da kırarız. Endoskopi, kolonoskopi yaptırırız vs. Bunlar için önemli olanın sağlık olduğunu söylemek bence totolojidir.
HAYATA ANLAM YÜKLEMEK
Bu maddeyi ben ekliyorum. Hayata büyük bir anlam yüklemek, hayatta yüce bir amacı olduğuna inanmak da bence mutluluğu pekiştiren şeyler. Ben böyle düşünmüyorum. Tesadüf eseri dünyaya geldik, yaşıyoruz ve sonunda siktir olup gideceğiz. Ünlü ve önemli biri değilsek bizi 5 sene sonra kimse hatırlamayacak. Ünlü ve önemli olsak bile ne yazar! Biz öldükten sonra birileri bizi yapıp ettiklerimizle, yazıp çizdiklerimizle hatırlasa ne olur hatırlamasa ne olur! Hayatın büyük bir anlamı yok. Bu büyük anlamı bulanlar evet daha mutlu olabilirler. Bu büyük anlamı arayıp da bulamayanlar, olmadığına inanmaktan ziyade bulamadıkları için mutsuz oluyorlar. Bence yanlış yapıyorlar.
Mesleğim İngilizce öğretmenliği olmakla beraber, bu sitenin İngilizce öğretmenliğiyle alakası yoktur. 2008 yılından beri blog yazarlığı yapıyorum. İlk başlarda sadece sinema yazıyordum. Sonra daha çok siyaset yazmaya başladım. İki, üç senedir ise (şu anda 2016'nın sonundayız) "her şeyi" yazıyorum. Sitenin üstündeki görselin altında yer alan sekmeler benim ilgi alanlarım ve bu alanlarda yazılar yazıyorum. Eski yazılarım, yeni yazılarım hepsi bu sitede olacak artık. Keyifli okumalar dilerim...
Baran Doğan
Sinek İkilisi Ne Demek?
Sinek ikilisi, briçteki en değersiz kağıttır. "Sinek ikilisi muamelesi yapmak" gibi bir deyime malzeme olmuştur. Birisini önemsememek anlamındadır. Kendimle dalga geçmeyi sevdiğim için bu ismi tercih ettim.