11 Ekim 2008

11 Ekim 2008 gününü Londra’da geçirdim…

Bütün ayrıntılarını hatırladığım bu günü anlatmak istiyorum. Deklarasyon: büyük harf ve kesme işareti kullanımını bırakıyorum yazının bundan sonraki bölümü için…

O tarihte ingilterede ne işim vardı? Bok mu vardı ingilterede?

2008 ekimine kadar yurt dışına çıkmamıştım. O seyahat benim ilk yurt dışı seyahatimdi. Ve şu hayata yurt dışı seyahati kadar sevdiğim şey azdır. Aslında bu seyahate mayıs 2008de çıkacaktım ama olmamıştı.

Neden ve nasıl?

O dönemlerde bolu mebde Avrupa birliği projeleri ofisine gitmiş ve beleşten yurt dışına çıkmak için bilgiler almıştım. İlk olarak bir projeyle değil de tek başıma çıkmak istedim. O zaman yurt dışından bir kursa davet maili alıp tr ulusal ajansına (bu işlerle ilgilenen resmi kurum) başvuruyordunuz. Yurt dışı kursları bazı ülkeler için bir sektör konumundadır. Bu kurslar çoğunlukla hikayedir. Amaç katılımcılar için beleşten yurt dışına seyahat etmek, kursu veren kurum için de para kazanmaktır. İngiltereden bu kursu buldum ve başvurumu yaptım. Elbette kabul edildim. Sonra ulusal ajansa başvurdum. Oradan da kabul edildim. Geriye uçak biletini alıp vizeye başvurmak kalmıştı…

Mayıs ayında bu olayın yetişmemesinin sebebi İngiltere vizemin zamanında çıkmamasıdır. O zaman İngiltere konsolosluğu altunizadedeki mabeyin et lokantasının arkasındaki bir prefabrik yapıdaydı. Bütün belgeleri hazırladım, onları kendim İngilizceye çevirdim, yazıcım son belgeyi çıkarttı ve bozuldu ama vaktinde eksiksiz olarak mekana gittim. Belgeleri verdim. Bu arada uçak biletini de cebimden almıştım. Biletsiz başvuru almıyorlar. Bu arada İngiliz kibri diye bir şey vardır. Elbette adamlar haklı, tüm dünyayı zekalarıyla parmağında oynatmışlar. İngiltere vizesi için o zamanlar en erken seyhahat tarihinden iki hafta önce başvurabiliyordunuz. Yani uçak 25 mayısta kalkacaksa, başvuruyu 11 mayısta alıyor, 10 mayısta gidersen almıyor. Allahümme salli ala seyidina muhammedin ve ala ali Muhammet! Belgeyi verdik ve sonucu bekliyoruz. 10 gün oldu ses yok. 11. Gün telefon ettim konsolosluğa. Sesli yanıt sisteminden bir insana bağlanman için önce kredi kartından 20 paunt çekiyor, sonra müşteri temsilcisine bağlanıyorsun. B: Hello, I want to learn if my visa has been approved or not (Merhaba, vizemin onaylanıp onaylanmadığını öğrenmek istiyorum) A: It has been being worked on. Not yet! (üzerinde çalışılıyor. Henüz değil.)

Acaba mı diye düşünmeye başlamıştım. 13. Gün bir daha 20 paunt bayıldım ve aradım. Yine aynı yanıt. Fuck you! (ananızı avradınızı sikeyim) evet uçak biletim yandı çünkü vize çıkmadı vaktinde. İki hafta sonra bir “call” geldi. A: Hello Berıın, your visa is ready. Come and get it! B: I am coming. I am Kemal… Bu arada ulusal ajansla ve kurs merkeziyle görüştüm ve ekimdeki seansa katılabileceğimi söylediler. Sevinmiştim. Nihayet yurt dışına çıkacaktım. Yaş 29! Vizemi almak üzere istanbula gittim…

Bu arada aktif siyasetle ilgilenmediğim zamanlarda o kadar apolitiğimdir ki kendimden utanıyorum. Vizeyi almak için gittiğim tarih 1 mayısmış haberim yok. Lisede ve üniversitede çok zayıf solculuk faaliyetlerim olmuştu ama okul bittikten sonra hatta üni 1’de bu işleri bırakmıştım. Altunizadeye vardım ve konsolosluğun şişli abideyi hürriyete taşındığını öğrendim. Fuck you! Bir otobüse atladım ve şişliye geçtim. Mecidiyeköyde şoför daha fazla gidemeyeceğini söyledi ve bizi orada indirdi. Otobüsten iner inmez müthiş bir hengamenin arasında kaldım. Gaz su dayak gırla! Kendimi bir şekilde konsolosluğun yeni binasına attım. Belgelerimi alırken içimden bir kere daha fuck you dedim. Çıktım, bir şekilde eve geldim, bir şekilde ekimde ingiltereye gittim.

İki haftalık bir kurstu. Şu anda konusunu hatırlamıyorum. Eğitimde bilmem ne bilmem ne sürdürülebilirlik bla bla bla! Londra’ya iki saat uzaklıktaki Cheltenham kasabasında. bir ailenin üç katlı evinde kalıyoruz. Aynı kurstan bir Polonyalı bir de İspanyol öğretmen arkadaşım var. Bir de üç küçük alman kız. Aile kursiyerlere evlerini açarak para kazanıyor. İyi para kazanıyor. Bize uyduruktan yemekler yapıyor. Yemeği yiyoruz sonra odalarımıza çıkıyoruz. Evde dolaşmak yok. Yemek saatleri dışında çift için hayatları aynen devam ediyor.

Cheltenham küçük ve dingin bir kasaba. Gezmek dolaşmak için iki cumartesi bir de pazarımız var.

O cumartesilerden biri olan 18 ekimi anlatmak istiyorum daha çok.

Ne yapalım ne edelim dedik! Kurs cumartesi günü için bir roma şehri olan Bath’a (hamam) gezi düzenledi. Ben katılmak istemedim. Londrayı gezebileceğim tek gün olan o günde londraya gitmek istedim. Polonyalı arkadaşım da bana salça oldu. aslında tek başıma gezmek isterdim. Ama ısrarcı oldu. bak dedim ben futbol stadyumlarını gezmek istiyorum, sonra şey olmasın diye de belirttim. Israrla patron sensin dedi. Elemanı satamadım. Sevmediğim biri değildi, bazen mailleşiriz hala ama dediğim gibi bir şehri gezerken birisine bağlı olmak istemezdim. O da futbolla çok ilgiliydi zaten.

Bu arada fuck me! Londrada bir günüm var ve British museum a gitmedim. O zamanlar tarih, mimari ve arkeoloji merakım yoktu. Şimdi olsa sabahtan akşama British museum u gezerdim. Bu arada Thomas çıtlatmadı değil. Ama ben net stadyumları gezmek istediğimi kendisine söyledim. Bir Fulham maçına da gidebilirdim aslında. Gitmeden bakmıştım biletlere, 100 paunttu. Birkaç gün sonra bileti almaya karar verdiğimde tüm biletlerin tükendiğini (sold out) gördüm.

Neyse sabah otogardan otobüse bindik. Şoför emniyet kemerlerimizi bağlattı ve sonra da tek tek herkesi kontrol etti. Victoria Coach Station’da indik. Coach şehirlerarası çalışan otobüs demek. Bir gün boyunca geçerli olan tren ve metro biletinden aldık. O yıllarda akıllı telefon ve navigasyon olmadığı için aradığımız yeri klasik yöntemlerle bulmak durumundaydık. İlk durağımız stamford bridge idi yani chelseanin stadyumu. Chelsea 2004 yılında rus milyarder abramovicin para akıtmasıyla dünyanın en önemli kulüplerinden biri olmuştu. Bu tarzın ilk örneğidir. Elbette sıkı bir futbolsever olarak izlediğim bir takımdı. Chelsea semtine doğru yollandık.

Bir yerlerde dünyada emlakın en pahalı olduğu yer diye okumuştum chelsea için. Çok güzel bir semtti elbette. Sora sora stadyumu bulduk. Kale arkasındaki o meşhur kahverengi tuğlalı otelin yanından stadyuma kaykıldık. Ücret 20 paunt falandı. Tam hatırlamıyorum. Rehberi bekledik. Ve ilk stadyum turuma başladım. Gerçi trdekileri saymazsak bir de bernabau turu yaptım bugüne kadar. Rehber soyunma odalarından başladı. Basın odası, teknik direktör odası falan hepsini geçtik. Sıra tribünlerdeydi. Çok etkilenmiştim. Sürekli televizyonda gördüğüm, inanılmaz maçlar izlediğim mekandaydım artık. O yıllarda chelsea ve Barcelona her sene şlde eşleşiyorlardı ve unutulmaz maçlar yapıyorlardı. Aynı şekilde man. United ile de chelsea nin maçları unutulmaz oluyordu. Hepsi aklımdaydı. Çok değil bir beş, altı ay önce man united ile chelsea bir şampiyonluk maçı oynamışlardı ve ben de rehbere ballack ın gol attığı kalenin hangi taraf olduğunu sordum, rehber bilemedi. Kim bu manyak diye düşünmüştür. Tribünleri gezerken wag box denen yeri bize ayrıca tanıttı. Koyu renk camlarla kapatılmış bu bölüm futbolcuların eşleri içindi. Ama avrupada evlilik dışı ilişki de çok yaygın olduğu için mekanın adı wag box idi. Yani wives and girl friends yani karılar ve kız arkadaşlar locası… 2002 dünya kupasında bütün türk futbolcularının eşleriyle koreye gittiğini, bir tek emre aşıkın evli olmadığı partneri aysun kayacının kafiledeki tek “namussuz” olduğunu hatırlıyorum.

Sonra sahaya da girdik. İşte bu inanılmazdı. Yedek kulübesinde fotoğraf çektirmiştim. Fotoğraf çektirmek o zaman bir lükstü. 2004 yılında bir maaşımla dijital fotoğraf makinesi almıştım. Yani şimdi 17 bin tl bir makineye veriyorsunuz ve o sadece fotoğraf çekiyor. Şu anda akıl alır gibi değil ama o yıllarda o işler öyleydi.

Chelseaden ayrıldık. Thomas halinden memnun gibiydi. Onunla 70ler, 80ler, 90lar futbolu üzerine konuşurduk. Sonra meşhur big benin olduğu yere gittik. Parlamento binası vs. tarihi londranın kalbi. O köprüden geçtik. Etkileyiciydi. Dediğim gibi o yıllarda sığır önde gideniydim. Hayatımda sinema ve futboldan başka hiçbir şey yoktu. Londrada bir günüm vardı ve o günü stadyumlara ayırmıştım. Sinema demişken, o gezide büyük hayranı olduğum coen kardeşlerin son filmi “burn after reading”i de sinemada izlemiştim. Yurt dışında film izlemişliğim de oldu yani.

Sonra trafalgar meydanına gittik. Amacım o meşhur meydanı görmek değil, orada yer aldığını bildiğim dünyanın en meşhur oyuncakçı dükkanına gitmekti. Neden? Little miss sunshine filmindeki meşhur sarı minibüsün bir model arabasını bulmak… takıntılı olmak böyle bir şeydir işte… parlamento binasının orada london eye / Londra gözü denen dönme dolaba da bindik. Yaklaşık 45 dakika süren bu etkinlik çok iyiydi. Londraya havadan da baktık bir nebze. Sonra o esnada orada tesadüfen bir korku filmi festivaline denk geldik. Dr. Hannibal kılıklı bir adamla fotoğrafım da var. Fotoğrafları paylaşmayacağım çünkü kılık kıyafetimi iğrenç buluyorum. Giyinmeye önem vermeye başlayalı üç, dört sene oldu. bu da hayatımda pişman olduğum 50 bin şeyden biridir. Ne demek giyinmeye önem vermemek…

Sırada arsenalin stadyumu vardı. Yeni açılan stadyum. 90lı yılların sonunda başlayan wenger dönemiyle mourinho chelseaye gelene kadar geçen süredeki Arsenal dünyanın en iyi takımlarından biriydi. Çok severdim onları ki orada izlemekten en çok keyif aldığım bir adam vardı. Bugün emirates stadyumunun önünde heykeli olan thiery Henry (sanatçı)… hastasıydım. Stadyumu zor bulduk. Metrodaki profil de değişmişti. Zenciler, serserileri, orospular, pezevenkler, kürtler 😀 çingeneler vardı. Beş tane kırmızı tuborg içtiği belli olan bir zenci gelip bizden sigara istedi. Yok dedik gönderdik. Bir tanesi sigara yaktı. Stadyumu bulduk ama son rehberin saatini kaçırdığımız için içeri giremedik. Üzülmüştüm. Big benin orayı en sona bırakıp, direkt emiratese gelmemiz gerekirdi.

Sonra karnımı acıktı. İngilizce hazırlık kitaplarında çok gördüğüm fish n’ chips yemek istediğimi thomasa söyledim. O da şaşırdı. Neyse varoştaydık zaten ve ortalık fish n chips mekanı doluydu. Birine girdik. İngilizce siparişimizi verdik. Bu arada şimdi maçkolike bakarak bu günün tam olarak hangi gün olduğunu buldum. 19 ekim 2008 Pazar günüymüş. Çünkü mekanda bir Beşiktaş maçı vardı. Bu maçtan başkası olamaz. Mekan sahibinin türk olduğun anladım. Bula bula bir türkün fish n chips mekanını bulmuşuz. Adamlar biraz sohbet ettim. Yurt dışında türk bulunca sevindirik olup, banker bilo filmindeki gibi boynuna sarılmam. “nassın, eyi siin, halın keyfin nasıl?” diye sormam. Tanımadığım insan türk de olsa japon  da olsa tanımadığım insandır benim için. Mekandan kalktık ve Victoria coach stationa geri döndük. Sonra da cheltenhama…

Böyle bir gündü. İlk yurt dışı “kültür” gezimdi. Yurt dışına çıkmak insanı biraz başka bir insan yapıyor. Komple değiştirmiyor elbette. Bana da o olmuştu. Trnin ne kadar boktan bir ülke olduğunu anlıyorsun. Gerçi yurt dışına ön yargılarla giden ve etrafındaki her şeyi küçümsemek, garipsemek, beğenmemek eğilimde olan insanlar da gördüm ben. Bu da olabilir. ama süper ülkelere giderseniz trnin ne kadar boktan olduğunu düşünmeniz daha olası. Ya biliyoz geri kalmış ülkeleri sömürdüler… sanki fırsat bulsaydı senin ataların sömürmeyecekti… sanki hiç sömürmediler…

19 ekim Pazar günü londraya gitmişsek, 18 ekim cumartesi günü önce sinemaya gitmişiz sonra da diskoya gitmişiz demektir. O öyle bir gündü. 25 ekim günü de kursun sunduğu iki tercihten biri olan şekspirin doğduğu yere gitmiş olmalıyız. Diğer seçenek bath şehriydi. Şekspirin doğduğu yeri görmek istedim çünkü üniversitedeyken bizim şekspir 1 ve şekspir 2 diye derslerimizi vardı ve ben birincisinden kalmıştım. Şekspir oyunlarının Türkçesini okurduk. İngilizcesi anlaşılmazdı. Tiyatroyu ve şiiri sevmeyen bir insan olarak elbette şekspiri sevmem ama onun bireyin iç dünyasına odaklanması ve anti-kahramanlarla ilgilenmesi roman sanatına ilham veren en önemli şeylerden biridir. Bu anlamda kendisine müteşekkirim. Sonra oradayken bir de şekspir oyununa götürdüler bizi. Fırtına mıydı bir yaz gecesi rüyası mıydı hatırlamıyorum. Böyle yuvarlak, şekspir dönemi bir tiyatroydu. İngilizcesinden hiçbir şey anlamadık elbette. Çok çok sıkıldığımı hatırlıyorum.

25 ekim Pazar günü de trye geri döndüm. Havaalanına indim ve biraz yüro bozdurmak istedim. Yüronun inanılmaz arttığını gördüm. Büyük bir kar etmiştim. Mayıs ayında bana giren uçak biletinin parasını çıkarmıştım. Okuldakiler için bir paket çikolata almıştım ama enteresan adam, rehber öğretmen hasan ergün demirhan öğretmenler odasında kutunun neredeyse tamamını yediği için diğer öğretmen arkadaşların büyük bir bölümü çikolatadan tadamamıştı. Bir gün kendisi kendisini googledan aratırsa bu yazıya denk gelir ve yaptığı hatayı anlar. Anlar mı? Anlamaz çünkü dediğim gibi tam bir kafadan kontaktır. Öyle insanlar hayatta yaptığının yanlış olduğunu düşünmezler…

Böyle bir gündü…

11 ekim 2008 değil 19 ekim 2008 Pazar günü…

İyi günler!

Bu yazı Uncategorized kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.