“Ayaşlı İle Kiracıları” Roman Eleştirisi

Türkiye’de “aydın” kime denir?

Osmanlı Devleti’ne kadar gitmemiz gerekmektedir. Bu topraklarda Batı Avrupa’daki gibi iktidardan, devletten bağımsız düşünsel faaliyetler gerçekleştiren bir zümre pek gelişmemiştir. “Pek” diyoruz çünkü böyle bir zümre II. Abdülhamit’e karşı girişilen Meşrutiyet kavgasında vardır. Yeraltı faaliyetlerini de dağlara çıkıp silahlı mücadele etmeyi de kapsayan bir dönemdir bu dönem. Talat Paşa’nın “Biz II. Abdülhamit’i, 200 kişi devirdik.” şeklinde bir cümlesi vardır. Düşünsel faaliyet gerçekleştirerek siyaset yapan bu 200 kişi ilk “aydın” topluluğu sayılabilir ve de işte, cılızdırlar. Toplumla organik bağları yoktur. İstanbul’da ikamet eden ve ülke yönetiminde söz sahibi olan o meşhur 5000 kişilik bürokrat zümresinin bir rengidirler, bir yorumudurlar. Bunlar “hürriyet”i getirmişlerdir ama aslında şikayetçi olunan mesele karar alma mekanizmalarında Abdülhamit’in kimseyi bulundurmamasıdır. Zaten İttihat ve Terakki denilen kesim hemen iktidarı alamamış, almamıştır çünkü ne yapacaklarını çok bilmezler. Sonra Enver Paşa çılgınının saçma ve trajikomik bir hamlesi (Bab-ı Ali Baskını) sonucunda iktidarı almışlardır. Enver Paşa, şu anda metruk olan uzunca bir süre de Cumhuriyet gazetesinin mekanı olan binadan beyaz bir atla Bab-ı Ali’ye inmiş ve iktidarı eline almıştır. Aydınlar iktidara nihayet gelmişlerdir…

1900’lerin başlarında başlayarak “aydın” denen zümrenin bu topraklarda her zaman devletle organik ilişkileri olduğunu görüyoruz. Bunların neredeyse tamamı asker veya bürokrattır. Bu insanlar İTC ile başlamışlar ve Cumhuriyet yönetimiyle devam etmişlerdir. Yaşları yetenler Demokrat Parti’nin de “adamı” olmaya devam etmişlerdir. Bu “aydınların” kafalarında elbette siyasi modeller vardır. Hepsi Türk milliyetçisidir. Anadolu’yu Türkleştirmek bunlar için en önemli hedeflerden biridir. Yaşam tarzı anlamında tahminimce %80 oranında modern, Batıcı yaşam tarzı taraftarıdırlar. Eskiye dair ne varsa tasfiye etmeyi düşünenlerden biri Atatürk olduğu ve de Atatürk çok etkili, güçlü bir kişilik olduğu için büyük çoğunluğu böyle düşünmese de böyle düşünüyormuş gibi görünmüşlerdir.

Burada akıllara sosyalist aydınlar gelebilir. Bu namuslu insanlar namuslu bir ideal peşinde koşmuşlardır ama bunların sayıları da etkinlikleri de oldukça azdır. Devlet kademelerinde zaten yer bulamamışlardır. Bulanlar da Sevket Süreyya Aydemir gibi dönerek ancak yer bulabilmişlerdir.

Ve bu aydınlar edebiyat üretmişlerdir… Evet, Türk edebiyatının ilk dönem eserlerini verenler büyük çoğunlukla bu dönemin maaşlı aydınlarıdır. Yakup Kadri, Halide Edip, Reşat Nuri, Ahmet Mithat, Mahmut Şevket, Peyami Safa falan hep devletten maaş alan “aydınlardır”.

Bunların eserlerini küçümsemiyorum kesinlikle. Bu insanlar çok iyi eserler ortaya koymuşlardır. Hatta direkt olarak dile getiremediği politik eleştirileri romanlar yoluyla dile getirmeye çalışmışlardır da… Bugünkü yazıma konu olan “Ayaşlı İle Kiracıları” adlı romanı çok beğendim. Bu kitabın yazarı Mahmut Şevket Esendal’dır ve Esendal, sıkı durun, 1942-45 yılları arasında CHP Genel Sekreterliği yapmıştır. Yani en tepedeki pozisyonlardan birine getirtilmiş bir insandır. Vikipedi’ye göre de kendi isteğiyle bu görevden ayrılmış ve edebiyata yoğunlaşmıştır. Yani o aralar İsmet İnönü’ye bir şeyler olsaydı ülkeyi yönetebilecek bir inşadı.

Bakalım ne yazmış bu “ikinci adam”?

Romanda ilk olarak üsluba dikkat çekmek isterim. En iyilerinden biri olabilir. Dili bu kadar sade (olumlu anlamda), akıcı ve sevimli kullanabilmek herkesin harcı değil. 1934 yılında yazılan bu roman için dil kullanma becerisi için kusursuz diyebiliriz. Bunu mutlaka belirtmemiz lazım.

İkinci olarak romandaki “doğallık” karşımıza çıkıyor. Bu da dikkat çekici düzeyde. Karakterlerin replikleri, tepkileri ve bunlarla birlikte yaşanılanları tarif etmek için “doğal” kelimesini elimizde buluyoruz.

Toplumsal arka plana baktığımızda ise paha biçilemez değerde bir toplum analizi var elimizde. Romanda açıkça bir zaman dilimi de bir mekan da telaffuz edilmiyor ancak biz romanın 1930’ların başında Ankara’da geçtiğini anlıyoruz. Harf Devrimi yeni olmuştur. Bu dönemin Ankara’sı TR’nin kaderine hükmedecek bir yerdi. Yeni rejim kurulmuştu. Güç biriktirmişti ve artık elzem gördüğü dönüşümleri gerçekleştirmeye başlamıştı. Elbette burada bu dönüşümlere muhalefet edecek kişilikli bir halk yoktu, olsa olsa o 10 bin aydından birileri muhalefet edecekti. Bu anlamda yazarın Türkiye toplum analizi yerindedir. Karakterler yeni döneme, onun radikal denebilecek dönüşümlerine büyük bir direnç göstermezler. Edilgendirler. Hele hele zor mekanizmasıyla gündeme getirilen dönüşümlere hiç laf eder gibi değildirler. Ancak onların da elbette bir kendi gündemleri vardır…

İşte romanda bu büyük politik dönüşümlerden daha çok, bu dönüşümlerin nesnesi olan sıradan halkın gündelik yaşantısından esintiler görüyoruz. Ayaşlı İbrahim Bey’in oda oda kiraya verdiği apartmanında onlarca insan yaşamaktadır ve bunların gündelik koşuşturmacaları romanımızın konusudur. “Yüzyıllık Yalnızlık” romanı en arkada bir “karakterler ağacı” verir. Okumayı kolaylaştırsın diye… AİK için de ben internetten bir karakterler çizelgesi çıkarttım ve romanı onunla beraber okudum. Apartmanda kalanlarla birlikte onlara ziyarete gelenler ve hatta hiç orada bulunmayanlar dahil 30, 40 tane karakter var. Bunlar bir iki sayfa karşımıza çıkıp bir daha görünmemek üzere yok olabiliyorlar. Bunların işlevsiz olduğu duygusuna hiç kapılmadım çünkü her biri bize toplumsal analiz adına çok değerli şeyler sunuyorlar.

Amerikan bağımsız sineması tadında bir romandı yani. Sıradan insanların, gündelik yaşantılarından hareketle büyük politik meselelere dair de ipuçları elde edebiliyoruz. Yeni rejim ile halkın arasındaki kopukluk bunlardan en önemlisi. Ama hep böyle olmuştur zaten. İddia ediyorum, TR’de etkili, güçlü, kararlı bir asker bu topluma her şeyi yedirebilir…

Romanda dikkat çekici bir diğer yan da romanın genel atmosferine sinmiş olan umut ve mutluluk duygularıdır. Gerçekten de öyle… Mizantropik romanları çok seven ben, eğer eser başarılıysa böyle insancıl eserleri de sevebilirim. Çünkü ben de her insan gibi bir çelişkiler yumağıyım. Aslında romanda fena denilebilecek şeyler de oluyorken, o mutlu, umutlu atmosfer hiç kaybolmuyor. Düşman olabileceğiniz bir karakter pek çıkmıyor. O kısa zaman diliminde sanki siz de Ayaşlı’nın apartmanında kalmış ve o insanlarla bağ kurmuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Bu da bir başarı olsa gerek. Akıllara “Piyano Piyano Bacaksız” filmini getiriyor…

Okuyunuz, okutunuz…

Bu yazı Uncategorized kategorisine gönderilmiş ve ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.