Sinema hala en dinamik sanat dallarından biri belki de birincisi olmaya devam ediyor. Şaşırmamak elde değil. Bu kadar pahalı, zahmetli ve riskli bir sanat dalı ama hala insanlar oraya bulaşmaktan geri durmuyorlar. Malı davarı satarak ilk filmlerini çekebilen ve sonra toparlanmak için yıllar harcamak zorunda kalan onlarca yönetmene rağmen birileri hala çıkıyor ve gişe yapmayacağı kesin olan filmler çekiyorlar. Sanırım burada şaşırmaktan ziyade insan özgü tutku duygusuna tekrar tekrar dikkat çekmemiz lazım…
Evet, sinema bir tutkudur. Her sanat dalı gibi… Biz sonuçla ilgilenelim ve iyi ki böyle diyelim…
Suriyeliler sorunu Türkiye için artık iyice can yakıcı olmaya başladı. Güney illeri ve büyükşehirlerde bu sorun fazlasıyla görünür. Diğer Anadolu şehirlerinde durum nedir, bilgim yok. Bu sorunun sinemada kendisine yer bulmaması çok zordu. Ufak ufak bulmaya başladı. 2016 tarihli “Misafir”i biliyorum bir tek. Bir de dün seyrettiğim “Saf” (2018) adlı filmi…
Ali Vatansever’in ikinci filmi. İlk filmi piyasa işi bir film olduğu için malı, davarı sattıran ilk filmi diyebiliriz.
Film en az Suriyeliler kadar yakıcı bir sorun olan kentsel dönüşümü de tema olarak seçmiş. Gerçi şimdi bir düşündüm de… Bu sorun en az Suriyeliler sorunu kadar yakıcı mı? Bunu geri alıyorum. Yakıcı ve önemli bir sorun ama diğer sorun kadar yakıcı değil. Şeyler arasında ölçek farkları vardır. Bunlara dikkat etmek lazımdır.
Filmi çok beğendim. Youtube’dan izledim filmi. Ses ve görüntü kalitesinde problem vardı. Jetfilmizle adlı sitedeki yüksek kaliteli versiyonu taşınabiliri vayfayımız çalıştırmadı o yüzden Youtube’a yönelmek zorunda kaldık. 10 dakika kadar izleyebildiğimiz o versiyonda ses sorunsuz gibiydi. Görüntü için bir şey diyemeyeceğim çünkü yeterince görme şansım olmadı. Yönetmen filmin kasvetli havasına hizmet etmesi için mi karanlık görüntüler tercih etmiş yoksa bu, bir eksiklik mi? Kaliteli bir versiyonu izleyemediğim için burada yorum yapamayacağım.
Aktörler çok başarılıydı. Ünlü bağlama sanatçısı Tuncay Balcı’dan sonra dünyanın ikinci en gür sakallı insanı olan oyuncu Erol Afşin çok başarılıydı. Eşi rolünde Saadet Işıl Aksoy için şüphelerim var. Varoşlarda bu kadar güzel kadın var mıdır? Bu konu benim adıma tartışmalıdır. Sinemada hayattakinden çok daha fazla oranda güzel kadın görüyoruz. Yönetmenler bu konuya eğilmelidirler. Alt kesimlerde çok güzel kadın oldukça azdır. Böyle bir sunuş benim gerçekçilik duygumu hemen etkiliyor. Filmler dizilere dönmemeli. Gerçekçi olmayan bir şey barınmamalı sinemada, sanat sinemasında diyelim… Kısa rolüne rağmen Suriyeli Ambar rolündeki oyuncunun çok iyi iş çıkarttığını da ekleyelim.
Kısaca hikayeden bahsetmek lazım: Film Fikirtepe’de (Kadıköy’den E5’e çıkıp Ankara’ya doğru giderken sağda kalan, eski varoş, şimdilerin süper lüks konut cenneti) geçiyor. Yaklaşık iki sene önce, bir gece vakti arabayla dalmıştık Fikirtepe’ye. Bir distopik film seti gibiydi. Bir yanda yıkılmış, yıkılmaya yüz tutmuş iki, üç katlı yıpranmış evler diğer yanda koca koca sitelerin inşaatları veya temelleri… Buradaki bir evi iki milyon TL’ye falan alabilirsiniz ancak… Fakat burada 50 yıldır yoksullar oturuyorlardı. İlk gecekondu semtlerinden biri olmalı Fikirtepe. Şehir devasa boyutlarda büyüdüğü için şimdilerde oldukça merkezi bir konumda kalıyor. Fikirtepe’de kentsel dönüşüm başlamış, evler birer birer müteahhite satılmaya başlanmıştır. Evleri satıp satmama konusunda mahalleli ikirciklidir. Kamil ve eşi Remziye de bir gecekonduda oturan, zararsız tiplerdir. Anladığımız kadarıyla Kamil inşaatlarda çalışan ama o esnada işsiz olan biridir. Fikirtepe şantiyesinde çalışmayı bir türlü kendisine yediremez. Mahallelinin büyük bir öfkesi vardır bu dönüşüme ama işsizlik yakıcı olmaya başladığı için bir nevi mecburdur da. Şantiyede Suriyeliler de vardır ve onlar “Türklerden” daha ucuza çalışırlar. Çaresiz kaldığı bir anda şantiyeye gider ve formen kendisine Suriyeli fiyatına çalışıp çalışmayacağını sorar. O da kabul eder. “Paramız bizde kalsın.” der, formen aracılığıyla patron. İşini aldığı Suriyeli Ambar bir virane evde ailesiyle çok zor durumda yaşam mücadelesi vermektedir. Kamil’in operatörlük belgesi olmadığı için, bir an önce kursa gitmesi gerekmektedir. Ambar’ın işe alınması tehdidiyle karşı karşıyadır. Suriyeliyi ne yapacaktır? İti ite kırdırma dünyasında (dog-eat-dog world) kim kimi yiyecektir. Filmin başından beri duyarlı ve vicdanlı gibi görünen Kamil yumurta kapıya dayanınca “saf” olmaya devam edecek midir?
Karısı Remziye’nin de benzer bir hikayesi var. O da bir zengin evinde hizmetçilik yapıyor ancak Romanyalı bir kadın da aynı evde bakıcılık yapıyor. Remziye’nin bu kadınla ilgili birtakım projeleri vardır ama bu konu filmde fazla yer tutmaz. Remziye, Kamil’in yaşadıkları için bir dekordur. Ondaki değişim, dönüşüm de dikkatle izlenmelidir.
Beni çok rahatsız eden bir şey yoksulluk ve vicdanın beraber ele alınmasıdır. Bir köşeye sıkıştırmadır bu. Zenginler vicdan muhasebesi yaşayacak durumlarla hayatları boyunca pek karşılaşmazlar. Yoksullar neredeyse sürekli maruz kalırlar bu vicdan baskısına. Romanlar, filmler bunlara çok eğilir. Burada kolaya kaçmak da sık yapılır. Yoksulluğun ne demek olduğunu yaşamayanlar bilemez. Asla bilemez. Dolayısıyla cesurca konuşurlar. Film bu konuyu da düşünmemizi sağlıyor fakat ne demiştik, ölüm as koz gibidir. Kendisi dışındaki her şeyi etkisizleştirir. Bu filmde de ölüm olduğu için sahnenin en önünde, kocaman kendisine yer buluyor ve diğer şeyler önemini fena halde yitiriyor.
Biraz da kentsel dönüşüm ve Suriyelilerden bahsedelim…
Kentsel dönüşüm şart mıdır? Evlerin aynı kalamayacağını bilmemiz lazım. Beton çok talihsiz bir şeydir. Aslında büyük bir buluştur. İnsanın yaşamını çok kolaylaştırmıştır ama itibarı sıfır bir kelimedir. Beton taş gibi sonsuza kadar dayanacak bir şey değildir. Yenilenmesi gerekmektedir. Gecekondu mahallelerinin estetik görüntüsünü de hesaba katarsak, normalde kentsel dönüşüme karşı olmamak lazımdır fakat Türkiye’de kentsel dönüşüm büyük bir haksızlığa dönüşmektedir. Kentsel dönüşümün ardındaki motivasyon inşaat sektörünü canlandırarak ekonomik canlılığı sürdürmek ve de zenginlere yeni yaşam alanları yaratmaktır. Bu insanların aynı yerlerde daha iyi konutlara geçmeleri değildir amaç… Böyle olunca da otomatikman kentsel dönüşüme karşı oluyorsunuz. Türkiye’de direnme, hesap sorma geleneği de olmadığı için bu insanlar kenardan usulca sıvışıyorlar ve sizler de onları tavlamak için mantığı zorlayan gaz verici cümlelerinizle açıkta kalıyorsunuz. Fikirtepe’de kümes gibi evde yaşarken Samandıra’da 190 bin değerindeki yeni binaya geçmekte sakınca görmüyor vatandaş. Kendisini şanslı hissediyor. Zengin de “yaşam alanına” iki milyon TL’yi veriyor ve iş kapanıyor. Filmdeki kahve toplantılarını anımsayalım. Kararlılıktan ve bilinçten uzak bir kitle, en az zararla bu işten sıyrılmayı hesaplıyor. Gemileri asla yakmaz. Asla hesap sormaz. Oy tercihini bu yüzden asla ve asla değiştirmez. TR’de oylar ideolojik (kimliksel) verilir. Ekonomi “birinci sebep” değildir oy verirken. Yakın arkadaşlarımla bu konuda fikir birliğine varamıyoruz.
Suriyeliler meselesine bakalım. Zenofobi yani yabancıya karşı düşmanca ve kuşkulu duygular beslemek insan evriminde var olan bir şeydir. Avcı toplayıcı atalarımız yabancılara, haklı olarak, güvenmemişlerdir. Farklı olanla bir arada bulunmak insan doğasına ters bir şeydir. O yüzden ben hep homojen toplumların daha mutlu olabileceklerini savunurum. Zaten dünyada homojen olmayan toplum da fazla kalmamıştır. Bir tanesi TR toplumdur. Neyse, şimdi boş verelim orayı. Kendisi homojen olmayan TR toplumuna son 10 yılda sayısının üç milyondan az olmadığını bildiğimiz başka bir toplum daha katıldı: Suriyeliler… Bunlar doğal olarak sevilmedi. Bu beklenen bir sonuç. Dünyanın her yerinde bu sonuç ortaya çıkacaktı. Burada şerefsizlikler yapıldı. Mide bulandırıcı. Fırsatçılık yapıldı. Suriyeliler kölelik koşullarında çalıştırıldı çünkü elleri mahkumdu. İşverenler yapacaklarını yaptılar yani. Ücretleri biliyorum. Niteliksiz bir şekilde karınlarını doyuracak kadar para verdiler onlara ama ağır işler yaptırdılar. Kadınlarına tecavüz ettiler. Bir elleri yağda bir elleri baldaymış gibi de kara propaganda yaptılar. Çalıştığım okullardan Suriyeli ortalamasını gayet net biliyorum ben. Bu insanlar çok zor durumdalar. Çok mutsuzlar. Fırsatları olsa bir dakika bile durmazlar burada emin olun. Suriyelilerin varlığı alt kesimlerde otomatikman nefret duygusunu oluşturdu. Bu kuraldır zaten. Filmde de bunu görüyoruz. İşini elinden alan, ücretleri aşağıya çeken bu insanların siyasal olarak neyin sonucu olduğuyla veya buraya kaçmak zorunda kalırken neler yaşadıklarıyla ilgilenmediler doğal olarak. Allah belalarını versindi… Orta sınıfların laik olanları onların sanki buranın yaşam tarzını değiştirmeye çalıştıklarını düşündüler. Ya lütfen, bir Suriyelinin derdi, tasası gidip de Türkiye’nin toplumsal yaşamını kendi alışkanlıklarına göre değiştirmek olabilir mi? Dahası bunu başarabilirler mi? “Ürüyorlar” kelimesini kullanırsan ırkçısın. Sadece kıyafetlerini alarak buraya kaçmak zorunda kalan bir insanın TR’deki yüzyıllık modernleşme kavgasıyla ne işi olur ya! Orta sınıfların muhafazakar olanları ise destek verdikleri iktidarın söylemlerine rağmen esasında bal gibi Türk milliyetçisi olduklarından ve Türk milliyetçilerinin Arapları sevmediklerinden dolayı onlardan nefret ediyorlar. Üst sınıfların zaten mültecilerle işi olmaz. Onların bölgelerinde mülteciler ortalıkta görülmezler. Suriyeliler meselesi böyle. Kendimi yapayalnız hissediyorum bu konuda. En başa büyük bir insani dramı yazmak gerektiğini düşünüyorum ama kimse bunu yapmıyor. “Ama onlar da…” diye başlıyorlar cümleye.
Bu iki konuyu derli toplu ele alan bir film. Sevdim…