Kars’ta Bir Gün – 21 Ekim 2017

Ankara’nın doğusunda yer alan şehirler içerisinde en beğendiğim şehrin hangisi olduğu sorulsa Kars diyebilirdim…

Neden kesin konuşamıyorum? Çünkü bu konuyu çok iyi düşünmedim. Mardin veya Gaziantep de bu sorunun yanıtı olabilir. En beğendiğim şehri düşünürken ilk olarak mimari dokuyu ve arkeolojik değerleri hesaba katıyorum. Orada yaşayan insanlar da önemli. Mimari doku demişken, Türkiye’de herhangi bir şehrin merkezinin, bir bütün olarak, belirli bir karakteristiği olan bir mimari dokuya sahip olduğunu söyleyemeyiz. Mardin akla gelebilir ama Mardin’in hemen yanı başında bir yeni şehir vardır. Kızıltepe vardır. Ve oralar da Türkiye’nin her tarafı gibi bok gibi bir mimariye sahiptir. İğrenç mimari dokusu alındığında elde avuçta bir şeylerin kaldığı şehirlere örnek olarak Amasya da verilebilir. Yeşilırmak’ın o kartpostallık kenarı ne kadar güzelse, ırmağın karşı yakası da o kadar Sultanbeylidir.

Kars’ta kişilikli mimari doku oranı yüksek. Elbette bunu Türkler (veya Kürtler) yapmadı. Ruslar yaptı elbette. Kars, Ardahan ve Batum bölgesi 40 yıl Rusların elinde kalmıştır. O dönemde Ruslar oraya kişilikli bir mimari yapı kazandırmışlardır. Batum’u sonra tekrar Türklerin elinden almışlardır. Orayı görmedim. Ardahan’da Rus mimarisi kalıntıları yok denecek kadar az. Fakat Kars’ta neredeyse şehir merkezinin yarısı hala o binalardan oluşuyor.

St. Petersburg’a gidemiyorsanız Kars’a gidin. Ben de öyle yapmıştım.

Hiçbir meslek grubunun devlette çalışan öğretmen kadar boş vakti olamaz. O dönem Cuma günlerim boştu. Sabah karşı olan uçuşlar çok ucuz oluyorlardı. O biletlerden birini almıştım. Gece en son Dudullu-Viaport minibüsüne binip Viaport’a gittim. Oradan da taksiyle Sabiha Gökçen’e yollandım. Sandviçimi hazırlamıştım. İçeride su çok pahalı olduğu için, girmeden önce bir litre suyu da mideme gönderdim. Para sıkıntısı çekiyordum. Daha doğrusu bu gezileri yapabilmem için sinekten yağ çıkarmam gerekiyordu. Normalde hesabı kitabı düşünen birisi değilim.

Havaalanında sabahlamak çok konforlu bir şey değildir. Bir “bayana” böyle bir seyahati yediremezsiniz. Ama ben seviyordum. Çok uyuyamıyordum. Telefonumdan müzikler dinliyordum. Müzik konusuna geleceğiz.

Sabah 6’da bindiğim Ankara aktarmalı uçaktan indim ve saat 10.00 gibi öğretmenevindeydim. Öğretmenevlerinin genelde organizasyonu bozuk olur. Çünkü işletenler devlet memurudurlar. Türkiye gibi ülkelerde özelleştirmeyi ve yap-işlet-devret modelini savunuyorum. Tekrar edeyim, Türkiye gibi ülkelerde. Yani milletinin yarıdan ikiye bölündüğü, her iki tarafından da karşı tarafı yenmek adına her türlü düzensizliğe, adaletsizliğe, yanlışlıklara göz yumduğu bir ülkede… Memur olanın hemen devleti ve milleti “sikmeye” çalıştığı bir ülkede. Öğretmenevleri kalitesizdir ama ucuzdurlar. Yapacak bir şey yoktu. Kars’ı görecektim. Konforun peşine düşemezdim. Bir “bayana” bunu yediremezsiniz.

 Uykusuz olduğum için hemen yattım. Planımı yapmıştım zaten. O gün dinlendikten sonra Ardahan’a gidecektim. Cumartesini tamamen Kars’a ayıracaktım. Pazar günü de uçak 11.00’de olduğu için aslında o gün yok hükmündeydi.

Uyandım ve Ardahan’a gittim. Tüm Türkiye’yi gezme projem dahilinde yaptım bu geziyi. Bir daha Ardahan’a gitme fırsatım olmayacaktı. Bir ildi ama köyden biraz hallice bir yerdi. Kalesi çok iyiydi. Orayı gezdim. Onun dışında gezip görülecek hiçbir şeyi yoktu. Otogarı üç dükkândan oluşuyordu. Biri de boştu zaten. Kars otobüsünü (minibüsünü) beklediğim yazıhanede soba yanıyordu bu arada. Ardahan’a gittim ama pişmanım. Keşke Iğdır’a gitseydim. Iğdır “kültür gezisi” de maksimum 40 dakika sürecekti ama orada Ağrı Dağı’nı görebilecektim…

21 Ekim Cumartesi’ye gelelim. Yıl 2017. Hayatımdaki en güzel günlerden biriydi.

Her zamanki gibi planımı yapmıştım. İnternetten gerekli araştırmaları yapmıştım. Her şeyi elimle koymuş gibi bulacaktım. Her şey hakkında bilgim vardı. Davar gibi gezmeyecektim yine! Tezahürat istemez…

Elbette Ani Antik Kenti’yle başlayacaktım. Öğretmenevindeki aşırı derecede dandik kahvaltıya güne başladım. Yumurtalar soğuktu. Peynir yağsız inek peyniriydi. Çayı da kamyoncuların tesislerindeki gibi büyük su bardağında veriyorlardı. Neyse, bir “bayana” sunulunca bitilecek olan kahvaltıyla karnımı iyice doyurdum. Mahmut marka çokokremlerden beş paket yedim. Ve belediyenin servisine doğru yollandım.

Belediye Ani’ye beleş servis kaldırıyordu. Serviste benden başka bir kişi vardı. Ani’ye doğru giderken köyleri çok sefil gördüm. Kars platosu çok güzeldi ama. Bir de telefon direklerinin üstünde atmacaya, şahine benzeyen vahşi kuşlar vardı. Dikkat çekecek kadar çok vardı bunlardan.

Ani’yi görenler orası gezilirken duyulan hissiyatı bilirler. Ermenilerin bu topraklarda yaşadıkları şeye karşı duyarlıysanız orada tuhaf ruh hallerine bürünüyorsunuz. Aslında bir antik kent ama Ege’deki antik kentleri gezerken duyulan mutluluk hissi pek yok orada. Paramparçalık halini duyuyorsunuz. Dediğim gibi Ermenilerin yaşadıklarına duyarlıysanız. Evet, ben soykırım denmesini tercih ediyorum. Alparslan’ın atıyla girip camiye çevirdiği kilisede MHP erkanının şükür namazı kıldıklarını hatırlıyorsunuz. Çay kenarında yer alan küçük kilise tuhaf. Bıçakla kesilmiş pasta dilimi gibi olan kilise başka bir tuhaf. Türklerin yaptıkları ilk cami de orada. O caminin penceresinden hep instagram fenomenleri fotoğraf çekerlerdi ama artık çekemezler çünkü cami restore edildi. Gerçi bir allahın kulu yoktur normal zamanlarda. Çektirebilirler.

Ani deyince akla ilk gelen o meşhur fotoğraftaki kilisenin gerçekten de etrafında hiçbir şey yok. Geziyi koştur koştur yaptım çünkü servisin hareket saati belliydi. Bir saat falan süre veriyorlardı. Kars’a döndüm.

Önce sokaklarını gezecektim. Kars’ta ızgara plan vardı. Ana caddenin ismi Faik Bey Caddesi. O cadde boyunca gidilip gelinmeli. Yol boyunca Kars’ın muhafazakar bir şehir olmadığını anlıyorsunuz. Erzurum’un tersi yani. Erzurum’da da muhteşem mimari eserler vardır ama muhafazakar biri değilseniz bir an önce Erzurum’dan siktir olup gitmek istersiniz. Gravyer peynirciden peynirimi aldım. Bir bar gördüm. Kaz taşıyan bir adam gördüm.

Faik Bey Caddesi üzerinde çok fazla Rus mimarisi izi görülmüyor. 70’li yıllarda Anadolu’da ana caddelere yapılmış olan yüksek binalar var. Bunların çoğu işyeri. Dönüp de bir daha bakmayacağınız binalardan. Faik Bey Caddesi’nin daha çok kale tarafında kalan sokaklarına birer birer girip çıktım. İşte oralarda muhteşem Rus binaları var. Kulaklıkla Kardeş Türküler’in son albümünü dinleyerek yaptım bu yürüyüşleri. İşte keyifli anlar onlardı. KT, 97 yılında ilk kasetlerini yapmıştı. O kaseti o kadar çok dinlemiştim ki… 20 sene sonra ondan da güzel bir albüm yapmışlardı. “Halale” türküsünü defalarca kez dinledim. O türkü bana hep Kars’ı hatırlatıyor. Valiliğin olduğu sokak en güzeliydi. Orada en güzel Rus binası vardı. Şu anda defterdarlık olan o bina gerçekten muhteşem. Ve o meydan adeta St. Petersburg. Video alırken güvenlikten uyarı almadım değil.

Sonraki durak Hotel Çeltikov ve kale bölgesiydi. O yollar illa ki oraya çıkıyor. O yıllardaki telefonumun navigasyonu çalışmadığı için her yeri el yordamıyla bazen de sorarak buluyordum. Hotel Çeltikov’u da insanlara sordum. Dar bir sokaktan ona doğru gidiyordum. Görülmüyordu. Sonra birden bütün ihtişamıyla karşıma çıktı. Zamanında çok zengin bir Rusun konağı olan bu yapı şu anda oteldi. Önündeki yol dar olduğu için fotoğraflanması zordu. Şimdi drone çağında çok güzel fotoları vardır eminim.

Kale bölgesine doğru giderken Kars kaz evini gördüm ve içeri daldım. Kaz şiparişini verdim. Mevsimi olmamasına rağmen muhteşemdi. Etkilemek için Kars’a götürdüğünüz “bayanı” mutlaka oraya götürün. Tabii Kars’a götürüldüğü için etkilenecek bayan oranı %3 falandır en fazla. Muğla, Antalya, İzmir’in pahalı ve gösterişli mekanlarına götürün gerisini… Hesabı da mutlaka siz ödeyin.

Kale bölgesine geldim. Oradaki kilise çok meşhurdur. Şu anda camidir. Ama fotoğraflarda hep o görülür. Tipik bir Ermeni/Gürcü mimarisi örneğidir. Ahtamar Adası’ndakinin aynısıdır. Rengi siyaha yakındır yalnız. Kalenin eski fotoğraflarında eteklerinde evler olduğunu da görüyoruz. Şu anda yıkılmışlar. Ev demişken tarihi ahşap evler değil gecekondular varmış. Yıkılmaları iyi olmuş. Kaleye doğru zorlu bir yürüyüş var. Ama çıktığınızda manzara görmeye değer. Bir taraf şehir öbür taraf doğa. Kalenin arkasında güzel bir dere ve yanında da güzel yapılar olduğunu gördüm.

İndim ve oraya yollandım. Orada bir prensin köşkü olduğunu gördüm. O da çok güzel bir binaydı ve oteldi. Dere kenarında bahçesi vardı. Oturdum ve garsondan bira istedim. Yoktu. Çay istedim. Vardı. Çay da güzeldi. Hayret! Dört beş bardak çay içtim. O ortam çok keyifliydi. Az ileride bir bina daha vardı. Askeri karakolmuş önceden. Şu anda konservatuvar. Kapısı kapalıydı. Ama çitlerden atladım ve patikadan ona ulaşarak etrafını gezdim. Normalde köpek fobim bunu yaptırmazdı ama nedense o anda cesaret buldum ve daldım binanın bahçesine.

O yoldan dönerken bir kaz çobanı benden yardım istedi. Kazları dereye inmişlerdi ve onları oradan çıkartamıyordu tek başına. Ben bir taraftan onlara taş atıp, kış kış yaptım; o da diğer tarafta onları kontrolü altına aldı.

Sırada Kars Fethiye Camisi vardı. Eski fotoğraflarında, kulesinin üstündeki kubbelerle Moskova’daki meşhur kiliseye benzeyen bu yapıyı görmeliydim. Taksiyle yollandım oraya. Kubbeler Rus dönemini anımsattığı için tıraşlanmıştı. İki tane de minare kitlenmişti yapıya. Eski görkemli halinden eser yoktu ama yine de görmeye değerdi. O yapı zamanında hep kilise hem de idari yapıydı. İçindeyken o dönemleri düşündüm. Gezim sona ermişti. Ana caddeye çıktım. Bir yerden ucuz yollu döner yedim. Yine 30 bin adımı atmış olmalıydım. Dinlenme vaktiydi. Öğretmenevine gittim. Odamdan sırt çantamı alıp dışarı çıktım. En yakın tekel bayisinden iki bira ve bir paket cips alıp odama döndüm.

Biralarımı keyifle içtim. İstanbul’a dönünce buluşacağım ve sonrasında da evleneceğim kadınla mesajlaştım. Karımla daha önce flört etmeye başlamış olsaydık ve onu oraya götürseydim Kars’ı ki ileride karımı ve oğlumu götürmeyi düşünüyorum Kars’a. Bu sefer hep beraber Iğdır’a da gideriz ve Ağrı Dağı’nı görürüz…

Şehrin yarısı falan hiç Türkiye’ye benzemiyor…

Diğer yarısı aynı Türkiye’nin geri kalanı gibi, yani bok gibi…

Halkı tamamen çekilmez değil.

Gidin, pişman olmayacaksınız.

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.

Alakasız Not: Tanju Çolak 0,90 gol oranına sahiptir.          

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

En Çok Üzüldüğüm Maçlar

*6 KASIM 2002,  FENERBAHÇE 6 – GALATASARAY 0

En başa bunu almam sürpriz olmamalı diye düşünüyorum. 2011 öncesine kadar bir GS taraftarıydım. Sonra ise bir Messi taraftarı oldum. Dolayısıyla listeyi bu iki takımın hayal kırıklığına uğradıkları maçlar domine edecektir. Fanatiğin iki tık altı (Bi’ Tık kurtuluş savaşımdan vazgeçmiştim) bir Galatasaraylıydım eskiden. Eylül 2002’de Sinop’a öğretmen olarak atanmam hayatımdaki en önemli radikal değişikliklerden biriydi. Mutlu değildim. 3 Kasım günü Ak Parti tek başına iktidar olmuştu ve üç gün sonra da bu, hala bile etkisi geçmeyen maç oynandı. Gerze Özlem Meyhanesi’nde izledim maçı. Beşinci golden sonra yıkıldığım için çıkmıştım ve eve geldiğimde değil çünkü tv ve internet yoktu, bir gün sonra okulda öğrendim maçın 6 golle sonuçlandığını. Mahvolmuştum.  

*28 NİSAN 2010, BARCELONA 1 – INTER 0

Aslında Messi’yi tutmaya 2008 gibi falan başladım ama işte GS hayatımdan çıkınca sadece o tamamladı futbol izleyiciliğimi. Bu maçta da resmen kahrolmuştum. ŞL yarı final maçıydı. İlk maçta Barcelona 1-0 öne geçmişti. Sonra Inter, biri açıkça ofsayt olan iki gol bulmuştu. Bakın taraftarlık budur işte. Normalde futbolda haticeye değil neticeye bakılır ama taraftarsan ve yenilmişsen mutlaka haticeyi de gündeme getirirsin. Rövanş maçı inanılmaz oldu. Hayatımda öyle bir maç izlememiştim. O Barcelona zaten herkese karşı tek kale oynuyordu ama o maçta bırakın tek kaleyi, tek ceza sahası oynadı resmen. Üstelik maçın başında Busquets bir Interliyi oyundan attırdı. Meşhur bir fotoğrafı vardır onun. Yerde yatarken parmak arasından neler olduğuna bakar. Barcelona’ya iki gol lazımdı ve rakip 10 kişiydi. Takım otobüsünü kalenin önüne çekmek deyimi gerçek oluyordu. 84’te Barcelona golü buldu ama ikinciyi bulamadı. Mourinho sahanın ortasına doğru koştu ve ikonik görüntüyü verdi. Ben ise gerçekten mahvolmuştum yine.

*25 MAYIS 2003, BJK 1 – GS 0

6 Kasım faciasının yaşandığı senenin sonunda oldu bu maç. 6-0’lık maçtan sonra FB dibi buldu aslında. GS ise bir şekilde toparladı ve yarışın içinde kaldı. Hatta ikinci devre FB’yi de yendi ama kimse bunları hatırlamaz. GS, FB’yi 6-0 veya daha üstü bir skorla –ligde- yenmedikçe bu mağlubiyet unutulmaz! Her hafta sonu Özlem Meyhanesi’ne gider bira ve Arnavut ciğeri eşliğinde GS maçlarını izlerdim. yeni ve alışılmadık hayatımın en güzel etkinliği o anlardı. Eskiden öğrenci olduğum için parasızdım ve dolayısıyla GS maçlarını izleyemezdim ama artık param vardı ve izleyebiliyordum ama GS tam da 2011’e kadar sürecek olan müthiş bir eziklik dönemine giriyordu. Takım ikinciydi ama durumu çok kötüydü. Bu maçı da alamayacaktık ama işte taraftarlık budur, en ufak bir umudun bile peşinden gidersin. Sergen attı, şampiyonluk geldi!

*5 NİSAN 1989, STEAU BÜKREŞ 4 – GS 0

Bu maçı canlı seyretmedim ama sonucu sonucunda yıkıldım. Bu maç oynanırken okuldaydık. Rövanş maçında ise devlet dairelerinin tatil edilmesi gündeme gelmişti. Ama edilmemişti diye hatırlıyorum. O sene Galatasaray Türk futbol tarihinin en önemli işini yapıyordu. UEFA kupasını almak mı ŞL’de yarı final oynamak mı? UEFA kupası kazanılmış tek Avrupa kupası olduğu için o başarının daha büyük olduğu düşünülecektir ama bence o yarı final daha büyük bir iştir. Hele ki o yıllarda Türk futbolunun durumu düşünüldüğünde… Gs yarı finale giderken taraftarlığımın en güzel dönemini yaşıyordum. Bu mağlubiyet ise beni mahvetmişti. Önceki turlarda GS 3-0’dan 5-0 yaparak turu geçmişti ama 4-0’dan turu geçeceğimize kimse inanmıyordu. İş bitmişti. Hagi GS’ye gol atmıştı.

*22 NİSAN 2006, FENERBAHÇE 4 – GALATASARY 0

Bu maçın sonunda da dibi boylamıştım. FB’nin bize ve diğer tüm takımlara karşı müthiş bir psikolojik üstünlüğü vardı. Kadro olarak müthiş üstündüler. O sene de Sinop merkeze tayin olmuş ve hafta sonları öğretmenevinde, bira eşliğinde (!) GS maçları izlerdim. Çok keyifli anlardı benim için. O FB normalde 10 sene üst üste ve yürüye yürüye şampiyon olması gereken bir takımdı. Ama olamadılar. Oldurmadılar belki de. O GS 2002-03 GS’si acıklı bir takım değildi. Çok etkiliydi ama FB karşısında hiç şansı olmadığı apaçıktı. Fakat yine de son haftalara kadar geldik. Son dört haftaydı ve 3 puan öndeydik. İnanılmazdı! Öğretmenevi tarihi günlerinden birini yaşadı. FB ilk dakikadan itibaren üstünlüğünü hissettirdi. Olmayacağı baştan belliydi. Resmen parçaladılar bizi. FB’nin geri kalan üç maçta toplam 20 gol atarak şampiyon olacağına inanıyordum. O yüzden eve sürünerek gitmiştim. Hatta gitmeden önce limanda ispirto içmiştim. Sezon sonunda biz bala göte şampiyon olduk bu arada ama bu maç sonunda hissettiğim acıyı hala hatırlıyorum.

*24 NİSAN 2012, BARCELONA 2 – CHELSEA 2

Inter maçına benzeyen bir maçtı benim için. Messi’nin en iyi sezonun 2011 olduğu düşünülür ama 2012’de takımı bir şey kazanmamış olsa da Messi’nin 50 lig golü atmış olması benim için unutulmazdır. Yine bir ŞL yarı finali. İlk maçı Chelsea 1-0 almıştı. Chelsea’nin efsane kadrosu artık uzatmaları oynuyordu. Başlarında bir emanetçi “bebe” teknik adam vardı. Normalde Barcelona’nın parçalaması bekleniyordu. Busquets’in kariyerinde 15 gol falan vardır. Baktım, 18’miş. Onlardan birini attı Busquets. Sonra ikinciyi buldular. Terry de kırmızı kart gördü. Farkın gelmesi beklenirdi ama olmadı. Devre arasına girerken Chelsea bir gol buldu. İkinci yarı Barcelona’nın topu Inter maçındaki gibi ceza sahasına değil altıpasa yani kale sahasına hapsetmesi bekleniyordu. Öyle de oldu. 50. Dakikada Cüneyt Çakır penaltı verdi. Messi golü atacaktı ve maç 7’ye 8’e gidecekti. Ama Messi kaçırdı. Sonra altıpas içerisinde dönen top bir türlü kaleye girmedi. Kafayı yemek üzereydim. Son dakikada ileride unutulan EYT’li Fernando Torres bir gol buldu. O anda yine ispirto içmek ihtiyacı hissettim.

*21 NİSAN 2012, BARCELONA 1 – REAL MADRİD 2

Az önceki maddede anlattığım Chelsea maçından üç gün önce çok önemli bir maç daha oynanmıştı ve hani “kalp kırıcı” derler ya, işte öyle bir maçtı. Bu maçta Real Barcelona’yı yendi. Uzun zaman sonra ilk defa. Bu maçın önemi şuydu: Hayatımda futbol izleyiciliği anlamında bana en güzel anları yaşatan Guardiola Barcelonasının sonunun geldiğini ilan eden maçtı bu maç. Mourinho nihayet yapacağını yapmıştı. Pep’in takımını durdurması (ne şekilde olursa olsun) için transfer edilen adam bunu başarmıştı. Bu arada o Mourinho takımı da inanılmazdı. 120 gol attı, 100 puan aldı, rekorları kırdı. Ama her maç Barcelona karşısında acizdi. Her maç paramparça oldular. Yanılmıyorsam Pep ilk kez bu maçta üçlü defans denedi. Şimdilerde herkesin ara ara denediği üçlü defansı o yıllarda kimse denemezdi. İnternete bakıyorum ve Pique’nin yedek olduğunu görüyorum. Sakat mıydı, plan mı buydu bilmiyorum. Gerçi kadroda Adriano da görülüyor ama spikerin de üçlüye hayret ettiğini hatırlıyorum. Busquets gibi çok az gol atan Khedira bir gol atmıştı. Hatta o golde Puyol topu uzaklaştırmayarak Valdes’e bırakmak istemiş, Khedira da aradan golu atmıştı. Sonra Valdes “senin yapacağın işi sikim” anlamına gelen bir beden dili hareketi yapmıştı. Barcelona yine üstündü. İkinci yarı beraberliği buldu ama birkaç dakika sonra Özil’in asistine Ronaldo golü attı ve siüüüü’den önceki ikonik hareketini ilk kez orada yapmıştı. Yani “sakin olun, ben buradayım” hareketini. O Barça aman vermeyen bir takım olduğu için Ronaldo gibi iddialı bir figür “sakin olun, ben buradayım” hareketi yapıyordu. Artık izleyiciler olarak rüyanın bittiğini anlıyorduk. Gerçi sonra Neymar ve Suarez ile birlikte bir ikinci rüya daha yaşatacaktı Messi bize ama Pep’in gitmesi çok kötü olmuştu. Barcelona’da çalışmanın çok stresli olduğunu söyleyen Pep, buna dayanamadığını ve bir sene takım çalıştırmayacağını söylemişti. Messi’li takımla devam etseydi neler olurdu? Bence üç ŞL daha gelirdi.

*19 MAYIS 2019, ANADOLU EFES 83 – CSKA MOSKOVA 91

Listemde bir de basketbol maçı var. Henüz 4, 5 yıllık bir basketbol izleyicisi olsam da beni kahreden maçlar yok değil. Bu sürede tuttuğum takım Anadolu Efes tarih yazdığı için pek fazla maç yok aslında. Lig süresince pisi pisine verilen maçlar oldu ama sonunda hep şampiyon olduğu için takımım genelde mutluydum. Bu inanılmaz dönemin ilk sezonunda Eurolig finaline çıktı takımım. Heyecandan ölmek üzereydim çünkü her zaman derim, basketbol seyir zevki ve adrenalin yaşatma konusunda futbola tur bindirir. Fakat bir takımı tutmanız koşuluyla… futbol çok daha tarihsel olduğu için taraftarlık duygusunu çok daha iyi besliyor ama oyun olarak, bir spor dalı olarak bence basketbol daha iyi. Takımım finale geldi. Bana Naumoski’de bıraktığım basketbolu tekrar sevdiren adam olan Shane Larkin sayesinde. İnanılmaz oynuyordu. Onu izlemek müthiş bir zevkti. Yarı finalde FB’yi maymun etmişti. Bu maçın belgeselini izledim. CSKA’lılar Larkin’i durdurmanın imkansız olduğunu, ona odaklanmayacaklarını, yanına ikinci üçüncü oyuncunun gelmesini engellemeye çalışacaklarını belirtiyorlardı. Öyle de yaptılar. Larkin yine 30+ sayı attı. Dozer Dunston sakatlanmıştı ve yerine bir uzun koyamadılar. Daha sonraki yılların starları Micic, Pleiss, Beaubois, Şanlı falan çok etkisizdi. Bunlardan biri sonraki yılların performansını ortaya koysalardı şampiyon olurduk. Daha sonra Larkin’i geçecek olan Micic 10 sayı atmıştı örneğin. Sayı kralı, sezon MVP’si falan oldu Micic sonra. Bu maçta gerçekten yıkılmıştım çünkü uzun yıllardır aklımda olan hobiyi nihayet hayatıma sokmuştum ama ilk senede hayal kırıklığına uğramıştım. Off of!

*13 TEMMUZ 2014, ARJANTİN 0 – ALMANYA 1

2022 Dünya Kupası finali hayatımda en çok heyecanlandığım ikinci maç oldu. Olmayabilirdi çünkü Messi 2014’te Dünya Kupası’nı alıp üzerindeki DK stresini atabilirdi. Messi bu maçı alsaydı, Pep Barcelona’dan ayrılmasaydı ve ayrıca halamız da amcamız olsaydı her şey çok daha güzel olurdu benim için… İkincilik madalyasını almaya giderken kupaya bakışı ikoniktir. 1970 yılından beri bütün GOAT’ların elini değdirdiği (aynı) kupa Messi’nin eline sekiz sene sonra gelecekti. Geldi mi geldi…

Yazım yanlışlarına bakamayacağım…    

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Önüme Gelse Hayır Demeyeceğim ama Ömür Boyu Peşine Düşmeyeceğim Yiyecek ve İçecekler

*Palamut balığı

*Aydın kar helvası

*Tavuk ciğer

*Votka

*Enginarın yapraklarından yapılan sulu yemek

*Boyoz

*Ice-tea

*Eti Gong hardallı

*Gurmesi bile olsa margarin

*Blanc bira

*İnek peyniri

*Aydın aşuresi

*Tarhana çorbası

*Trabzon hurması

*Mıhlama, kaymuk vb.

*Sucuk döner

*Cornetto

*Karadeniz pide

*Carlsberg Luna

*Şampanya

*Vafıl

*Bir küçük fincana bir tatlı kaşığı kahve eklenerek yapılan kahveler

*Kefir

*Eti Tutku

Devam edebilir…

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

100 Sene Sonra Neler Olacak?

*İnsanoğlunun yaptığı her işi yapay zekalı robotlar yapacak. Çalışmak tarih olacak. “Çalışmayı seven” manyaklar bunalıma girecekler.

*Dünya nüfusu 1, 2 milyar olacak. Bugünkü TR sınırları içerisinde yaşayanların nüfusu ise 100 milyon olacak. Her çift, en fazla iki çocuk sahibi olacak. Bundan fazlasına izin verilmeyecek. Çocuk sahibi olmak için bazı kriterlerin yerine getirilmesi beklenecek. Bu kriterleri yerine getirmeyip de çocuk sahibi olanlar barınma ve beslenme olanaklarından mahrum bırakılacaklar.

*Anne karnında değil de onun muadili olan bir yerde fetuslar yetiştirilecekler. O yerde bütün genetik arızalar giderilecek. Mikroçipli robot cerrahlar siz uyurken boş bulacakları bir delikten girip sizin sperminizi ve yumurtanızı alıp gidecekler, 9 ay sonra da kargo size ful sağlıklı bebeği verecek. Yine de bazı kadınlara cinsiyet partisi videosu veya hamilelik fotosu çektirme izni verilecek. Karınlarına yastık koyularak.

*Cinsiyetleri ilk bebek için devlet belirleyecek. İkinci çocuğun cinsiyet için de ailelere ilk bebeğin cinsiyetinin aksini seçme hakkı verilecek ama herkes erkekte yoğunlaştığı için sonra bu uygulamadan vazgeçilecek ve her iki bebeğin cinsiyetini de devlet belirleyecek.

*Sabit konut olayı tarihe karışacak. Mobil konut devri başlayacak. Güneşten veya başka bir yıldızdan koparılmış bir parçayla bin yıllık enerjisi sağlanmış olan uçan konutlar her yere gidebilecekler. Bir sabah Hasan Dağı’na bakan bir yerde uyanabilecekken, diğer bir sabah Machu Piçu’ya bakan bir yerde uyanabileceksiniz. Diğer bir sabah Beyrut’ta, Miami’de, Taraklı’da, Göcek’te, Ankara Kazım Karabekir Caddesi’nde uyanabileceksiniz. Şu sonuncunun alıcısı pek çıkmayacak.

*Vatan ve millet kavramları tarihe karışacak. İnsanların ten renklerine ve boylarına göre bir araya gelmeleri teşvik edilecek. Birileri tarihi belgeseller izlerken 100 yıl önce dünyanın bir yerinde nasıl da tarihi kahramanlık öyküleri sıkılmış diye gülüp geçecekler.

*Dil çeşitliliği de ortadan kalkacak. Ortak dil İngilizce olacak. Herkesin ana dili İngilizce olacak ama beyine gönderilebilen bir sinyalle herkes, eski her dili biliyor olabilecek ve o dilde üretilmiş olan edebi eserleri okuyabilecek. Puşkin’i Rusça, Cervantes’i İspanyolca, Pamuk’u Türkçe, Marques’i İspanyolca okuyabileceksiniz.

*Dinler ortadan kalkacak. Zavallı bir yaratık olmaktan mutlu olacaklar için, heyet raporu olması koşuluyla dinler servis edilecekler.

*Işınlanma icat olunacağı için arabalar da tarih olacaklar ama araba sürme heyecanını yaşamak isteyenler için bazı otoyollar tutulacaklar. O kişiler için doğru dürüst arabalar muhafaza edilecek. Tofaş’lar değil. Bugünkü TR’nin Ege Bölgesi içinde yer alan bazı yerlerde, bazı insanların otoritelerden Renault 12 SW’leri saklamaya çalıştıkları tespit edilecek ama onlara aman verilmeyecek. Yine bazı eski Çingene toplulukların Ford 2,5’ları ormanlık alanda saklamaya çalıştıkları tespit edilecek ama onlar da gerekli cezaya çarptırılacaklar.

*Veganlık ve feminizm yasaklanacak. Devrimcilik de yasaklanacak çünkü yapılacak devrim olmayacak. Ama TKP adlı gizli bir örgütün altı ayda bir Halk İnisiyatifler Meclis Girişim Hareketi kurdukları tespit edilecek. Bu gizli gruplar, 12 bin Euro vatandaşlık maaşını (artı ful Akbil artı üç kişisel yardımcı robot) reddedip çekilecekleri dağ arayacaklar ama bulamayacaklar. Sonra gelip yapay zekalı robot yöneticilerle pazarlık yapacaklar. Onlara (bi’ allahın kulunun okumadığı) dergi çıkarma özgürlüğü verilecek ve iş tatlıya bağlanacak.    

*Bağcılar, Esenyurt, Sultanbeyli, Kağıthane gibi gettolar yıkılıp yerlerine safari parklar inşa edilecek. Ama buralarda yer alan bazı mahalleler olduğu gibi alınıp Afrika’da bir bölgeye nakledilecek ve orada eski insanlık müzesi olarak işlev görecekler.

*Yemek yapmak bir hobi haline gelecek. İnsanlara hünerlerini sergileme olanakları sunulacak. İsterlerse beş dakikada yapay zekalı aşçılar Michelin beş yıldızı alacak yemekleri de sofraya getirebilecekler.

*İnsan beynindeki psikopatlık, hanzoluk, mallık, orospu çocukluğu gibi zararlı genler alınabilecek. Bunları tekrar almak isteyenlere bunlar verilecek ve o kişiler İç Anadolu bölgesinde izole bir yaşam sürecekler. Dışarıdan tiyatro gibi izlenmeyi kabul ettiklerine dair bir imza da alınacak kendilerinden.

*Flört tarihin çöplüğüne gönderilecek. Akşamları işten çıkan kadınlar “Zone” adlı bölgede yer alan odalarda bekleyecekler. Erkekler de o bölgeye gelecekler. Ve yapay zekalı “matching” robotları, en uygun eşleşmeyi yaparak erkeklerin ellerine bir çipli kart verecekler. Erkekler bu kartlarla kapıları tek tek açmayı deneyecekler. Açılan kapının içinde yer alan kadınla sevişecekler. Sonra bir çay, kahve veya bira, şarap içip ayrılacaklar. İsteyenler evlenecekler. Evlilik kapatılmayacak çünkü çocuk yetiştirmek için mutlu aile ortamı her zaman lazım olacak.

*Eğitim tarihin çöplüğüne gönderilecek. Gerekli bilgiler öğrencilerin beynine bluetooth ile gönderilecek. Ama çocukların sosyalleşmesi için oyun alanları yaratılacak. Buna rağmen bugünkü TR sınıfları içerisinde yer alan bölgeden gelen birileri açık öğretim ikinci üniversite, uzaktan tezsiz devam zorunluluğu olmayan yüksek lisans ve Memur sen üyelerine kabul garantili paralı tezsiz savunmasız doktora eğitimi talep etmeye devam edecekler.

*Asya’da bir yerlerde, gizli bir yağmur ormanında Ümit Cingöz adlı birisinin hala Ak Parti karşıtı, zamları protesto eden paylaşımlar yaptığı tespit edilecek ama kendisine dokunulmayacak.

Devam edebilir…

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.    

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Yapay Zekalı Robotlar Gelecek; Peki, Sonra Ne Olacak?

Bu konuda çok bilgili değilim ama bunun artık bir zaman meselesi olduğunu düşünüyorum. Bilgi sahibi olanların yorumlarını dinlemek isterim.

Evet, yapay zekalı robotlar bir gün tüm işleri insanların yerlerine yapmaya başlayacaklar… Peki, o zaman neler olacak? TKP yine altı ayda bir İnisiyatifler Temsilcileri Meclisi kurmaya devam mı edecek? “Düzen siyasetinden umudunu kesmiş ve artık yaptıkları baskı dayanılmaz olan milyonlarca insanı Parti’ye mi alacaktık? Hayır, hayır hiç hoş değil! Onların enerjilerini doğru kanala aktarabilmeleri için tarihsel önderlik görevimizi yapmak konusunda elimizi taşın altına koymamazlık yapamazdık ve bu sebeple tarihsel İnisiyatifler Meclisimiz’i somutlamakla kavga edemezdik. Etmedik de. Etseydik döverdik…”

Neyse, konumuza dönelim. Yapay zekalı robotlar her işi yapmaya başladıklarında (küçük) insanlık için bence en büyük adım atılmış olacak.

1900’lerin başlarında ismini hatırlamadığım bir adam “Artık bundan sonra hiçbir şey icat edilemez,” demiştir. Fakat o, bu cümleyi kurduktan sonra radyo, TV, tank, atom bombası, azotun tarımsal gübrede kullanılması, antibiyotikler, internet, mobil telefon, yapay zeka, yumurta haşlama makinesi gibi olağanüstü şeyler hayatımıza girdi. Şu sonuncusu benim favorimdir!

Sahi, insanlık için en büyük buluş/keşif/icat nedir? Bunları süreklilik içerisinde ele almak gerektiğini düşünüyorum. Alet yapan Homo Habilis’le, Java adasına yüzerek geçmeyi tasarlayan Homo Erectus’la, ateşi kontrol altına almayı başaran yine başka bir Homo Erectus’la, kemik iliği içerek beyin kapasitesini maksimuma çıkartan Homo Sapiens’le, ölü gömen Neandertal adamıyla, Charles Darwin, Cengiz Han, Tutankamu, Atatürk, Charles Chaplin, Brahms, Erdal Erzincan, Aydın sanayisinin en iyi Japoncusu Sedat Usta arasında bir süreklilik vardır. Devreden bir ortak birikimi vardır insanlığın.

Ortak birikim ve süreklilik derken bazı önemli noktaları da atlamamak lazımdır. İnsanlar bence eşit değildirler. Olmamalıdırlar da… Çünkü aslında adaleti tesis etseniz bile insanlar hep farklı farklı olmaya devam edecekler, birileri diğerlerinden daha akıllı, daha etkili olmaya devam edeceklerdir. Ne yaparsanız yapın insanoğlu entrikacı olmaya da devam edecektir. En azından bi’ bir milyon kadar bunu size garanti edebilirim. Sonrasını bilemem. Milyonlarca insan, evet otak birikime hizmet ederler ama azıcık… Bazı bireyler ise insanlığı çok önemli noktalara taşırlar.

Bu bireylerden bazıları çok önemli buluşlar gerçekleştirmişlerdir. Örneğin tekerlek. Tekerleğin önemli olması aslında İngilizcesi chariot olan savaş arabasıyla daha da belirginleşmiştir. Bu sayede bazı insan toplulukları diğer bazı insan topluluklarını fethetmeyi başarmışlar ve tarih başlamıştır. Sığırın evcilleştirilmesini önemli bir kilometre taşı olarak kabul edebiliriz. Neyse, düşündüm de bu önemli kilometre taşlarını saymaya kalksak yazı haddinden fazla uzayacak. Kısaca listemi yapayım ve yapay zekalı robotlara geçelim: alet kullanımı, ateşin kontrol altına alınması, baş parmak kullanımının gelişmesi, kemik iliğinin içilmesi, iletişimin başlaması, Afrika’dan çıkış, tekerlek, arpa, sığır, kült merkezleri inşa etmek, şehirleşme, şarap, insanların sınıflara ayrılması, atın evcilleştirilmesi, yay, yazı, sistematik din, fetihçilik kültürü, top, pusula, istikrarın öneminin anlaşılması, bira, matbaa, reform, Rönesans, tank, ulus devletler, penisilin, evrim, makineli tüfek, ot, atom bombası, radyo, tv, telgraf, telefon, cep telefonu, internet, yumurta haşlama makinesi, Twitter, Lionel Messi’nin annesiyle babasının sevişmesi…

Bütün bunlardan sonra yapay zekalı robotların tüm işleri yapmaya başlayacak olması bence insanlık tarihini diğerlerinin yapamadığı kadar çok değiştirecek. Çünkü o ana kadar geçen 4 milyon yılda insanın temel amacı olan hayatta kalmak bir şekilde garanti altına alınmış olacak. Gerçi bu, insanın temek amacı değildir. İnsanın en temel amacı, bir Sevan Nişanyan yorumunda rastladığım üzere “itibar” kazanmaktır. Bunun için ölüme giden insanlarla doludur tarih. Yapay zekalı robotlar insanlara itibar kazandırmayacaktır. Bu kesin. Bu itibarı yine insanlar bir şeyler yaparak elde edeceklerdir. Ama en azından iş, güç, yemek, barınma gibi sorunlar ortadan kalkacaktır. Komünizmin yapamadığı bu şeyi kapitalizm yapacaktır. Bu arada ben kapitalizm diye bir şeyin varlığına pek inanmıyorum. Her şeyin üstünde bir sistem olarak kapitalizm yok. Hele hele karşısında komünizm hiç yok. Kapitalizm yani bireylerin öne çıkması ve bir şeyleri almaları insanlığın bir temel çıktısı. Bunu sistem olarak görmüyorum ben. Komünistler buna itiraz ettiler. Çok iyi niyetli insanlardı eyvallah ama bu bence doğal bir olguydu. Birilerinin her şeyi bırakarak üzerinde çalışıp sistem olarak dizayn ettiği bir şey değildi.

İnsanlar yaşam gereksinimleri için çalışmak zorunda kalmayacaklar. Gün gelecek, bu robotların üretimi çok basit ve maliyetsiz hale gelecek. Yani BİM’e gidip 20 liraya bir tarım işçisi alabileceksiniz. O robot sizin tarlanızı sürecek ve yaz sonunda mahsulü getirip önünüze koyacak. Bir başka robot davarlarınızı güdecek, sütünü sağacak, sütü götürüp fabrikaya satacak ve parayı size getirecek. Kimse hiçbir iş yapmayacak.

Kimse hiçbir iş yapmayacak! Beslenme ve barınma sorun olmaktan çıkacak.

Ama itibarı birileri elinde tutmak isteyecek. Örneğin üremek… Belki de üremek en büyük itibar göstergesi olacak. Zenginler üreyecek, fakirler üreyemeyecek. Bu arada keşke şimdi de öyle olsa… Gerçek insan dokusuna sahip ilik gibi, emmeye de gömmeye de gelen karı robotlar fakirlerin kullanımına sunulacak ama gerçek cinsel ilişkiler sadece zenginlerce yaşanabilecek. İtibar elde etmenin en önemli araçlarından biri olan sanat üretmek belki de sadece belli kesimlere açık olacak. Belki de çok iyi piyano, keman, zurna çalan robotlar olacak ve onlar gidip fakir mahallelerde konserler verecek. Gerçek virtüözleri sadece itibar sahipleri izleyebilecek. Robotların yazdığı ve 10 numara olan romanlar A101’de 5 TL’ye satılacak ama gerçek insanların yazdığı romanlar sadece itibar sahibi zenginlere açık olacak.

Elde etmek… İnsanlık tarihinin özeti bu sanırım. Gelecekte de bu olacak. Birileri bir şeyleri elde etmek isteyecek ve diğerleri onu almasın isteyecek. Günümüzde bunlar pirzola, havuzlu villa, Wiehenstephaner, elektrikli otomobil, düzgün sağlık hizmeti, üst düzey sanata erişim, 15 kişilik sınıflar, gündelikçi, tatil, stadyumda Messi’yi izlemek gibi şeylerken gelecekte farklı şeyler olacak. Villa milla herkesçe erişilebilir olacak ama başka başka şeylere erişim için zenginler veya itibar sahipleri devreye girecekler. Kuru ekmek yediği için şükredip Ak Parti’ye oy veren milyonların varlığını düşününce, onlar için gelecekte kaygılanmıyorum. “Havuzlu villamız, ışınlanma millerimiz, aslan gibi robot tokmakçımız var çok şükür! Bunları bulamayan da var! Varsın gerçek oyuncularla çekilen Kanal D dizimiz olmasın, varsın Latif Doğan’ı canlı izleyemeyelim, varsın gerçek tavuk döner yiyemeyelim,” diyecekler. Bu arada itibarlılar bir tek dini almayacaklar, onu fakirlerin kullanımına sunmaya devam edecekler.

Sadece fiziksel işler değil beyaz yakalı işler de yapay zekalı robotlar tarafından yapılacak. Hakimler robot olacak ve en doğru kararı verecekler. Onlara rüşvet veremeyeceksiniz. Küçük çip dotorlar olacak ki bunlar bildiğim kadarıyla başladılar işe… Bu küçük çipler buldukları delikten vücudunuza girecekler ve arızayı bulup yerinde hastalığı iyileştirecekler. Polisler robotlardan olacak. Sizi anlayacaklar, size şiddet uygulamayacaklar. Futbol hakemleri de bunlardan olacaklar ve sıfır eyyam olacak. TR ligi için ekstradan bir 100 yıl falan geçmesi gerekecek yalnız. Öğretmenler robot olacaklar. Ful empatik, ful eğlencelik, ful bilgili olacaklar. Ustalar robotlardan olacaklar ve söz verdikleri vakitte gelecekler.

TKP ne yapacak gerçekten bilmiyorum ama bence yaşam köklü bir şekilde değişecek. Nüfusun azalmasıyla ki uzmanlar hep bunun altını çiziyorlar, dünya daha yaşanılabilir bir yer haline gelecek. İyimserlik mi dersiniz ne dersiniz bilmiyorum ama gün gelecek insanlık “ibneliği” de bırakacak. Her şey herkesin erişimine açık olacak. O yeni dönemin kaosunu ise o zamanda yaşayacak olanlar düşünsün. Biz artık yolun yarısına geldik ve bu şekilde yaşayıp öleceğimiz kesin. Gelecek nesillere başarılar ve mutluluklar dilerim.

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Roman Yazma Süreci 1

*İlk (ve belki de son) romanımı yazmaya başladım…

*Bu yazıyı yazmak için 40, 50 sayfayı bitirmiş olmayı bekliyordum. O kadar yazdıktan sonra herhalde artık o romanı tamamlardım diye düşünüyordum çünkü… MS Word programında 19 sayfa yazmıştım ki metni kitap boyutu olan A5 sayfasına uyarladığımda metnin 45 sayfaya çıktığını gördüm. Yani 40, 50 kitap sayfasına denk gelen bir kurmacam var artık.  Bundan sonra bu romanı tamamlarım diye düşünüyorum.

*”Konusu ne?” sorusuna geleceğim…

*Notlarıma baktığımda bu roman için çalışmaya 25 Kasım 2020 günü başladığımı görüyorum. Yaklaşık üç yıl sonra, birkaç ay önce ancak başlayabildim yazmaya. Bu gecikmenin sebebi, çok güzel bir şey aslında. “Gözleri simsiyahtı emmoğlu / Ben de ona vurulmuştum, yanmıştım” Bugünlerde Ferdi Tayfur’un TR’nin en büyük hayran kitlesine sahip sanatçısı olduğunu öğrenmiş durumdayım. Bir roman yazarının hayran kitlesinin bir popüler müzik icracısının hayran kitlesini geçmesi mümkün olan bir şey değildir, ama belli mi olur! Belki de romanım sayesinde elde edeceğim hayran kitlemle Ferdi Tayfur’u geçerim! Onun “Emmoğlu” şarkısında geçen bu sözleri, oğlum Tuna için yazdım… Gözleri simsiyah! Ağustos 2021’de dünyaya gelen oğlum Tuna sebebiyle roman yazma işine başlayamadım. Şikâyetçi değilim. Ebeveyn olmak bu dünyadaki en güzel his olmalı. Gerçi devlet yönetimini ele geçiremedim, savaş kazanmadım, devrim yapmadım, Oscar kazanmadım, Nobel almadım! Bunları da yaşayıp sonra karar vereyim en iyisi. Bilenler bilir, çocuk (bebek) insanın hayatının tamamını kapsıyor. Demek ki artık biraz vakit bulmaya başlamışım ki yazmaya fırsat bulabildim. Bu süre boyunca, birçok roman yazarından duyduğumuz üzere, zihnimde romanı yazıyordum. Onu oturup da kağıda (bilgisayar ekranına) aktarmak zor olmadı, olmuyor.

*”’Konusu ne?’ sorusuna geleceğim.” dedim.

*(Başarılı) roman yazmak en sıra dışı insan etkinliği olabilir. (Başarılı) roman yazabilen bir insanın düşünsel faaliyette en ileri boyutlara ulaştığını kabul edebiliriz. Bu arada, konuyla alakasız ama en sıra dışı insan etkinliklerinden birinin de ağır sıklet boks mücadelesi vermek olduğuna inanıyorum. Kazandıkları milyon dolarlar bir yana, bir insanın ringe, yumruk kuvveti 200, 300 kiloya ulaşabilen birinin karşısına çıkabilmesi akıl alır gibi değil.

*Roman çok elit bir sanat dalıdır ve bazıları onun öldüğüne inanıyor. Belki de hiç yaşamadı zaten. Diğer toplumları bilemem ama Türkiye’deki insanların %1’i bile nitelikli romanları onların haklarını vererek okuyamaz.

*Hayatımda hiçbir zaman yazı yazarken yazacak bir şey bulamama sorunu çekmedim. Romanımı yazarken de çekmiyorum. Hep böyle devam eder mi yüzde yüz emin değilim elbette.

*Bu süreci yazılarla sosyal medya üzerinden ulaşabildiğim kadar insana aktaracağım. Sonra da bu yazıları romanın sonuna ekleyeceğim. Orhan Pamuk romanlarında gördüğüm “Son Söz” olayını gerçekleştireceğim yani. Onları çok iyi buluyorum. Yazar “Son Söz”lerinde o romanı yazma hikâyesini okuyucuya aktarıyor. Bazen bunu roman büyüsünün devamı olarak kullanıyor. (İşte bir sorun da Word’de A harfinin üstüne şapka koymak istediğinizde çıkıyor. Otomatik düzeltme haricinde bunu kendim yapmak istersem, bunun nasıl yapılacağını bilmiyorum.) Oğuz Atay’ın da “Ön Söz”lerle dalga geçtiğini hatırlıyorum ama yine de birisi onun ünlü romanına ön söz yazmıştı. Fikrim değişebilir, ben bir fikir değiştirme şampiyonuyum ama ön sözlerin bana pek sıcak gelmediğini söylemeliyim. Bir ipnelik var ön sözlerde! Romanda argo kullanılabilir mi? Aslında romanda kesin kurallar yoktur bana göre. Cervantes veya Dickens veya Dostoyevski veya Atılgan veya Günday yaratıcı yazarlık kurslarına mı gittiler? Bir şeyler yaptılar. Yaptıkları şeyler de iyi şeylerse sorun yoktu. Dünyada yazılmış (ve de başarılı olmuş) her roman sayısı kadar da roman türü vardır.

*Roman yazmak kadar keyif veren şey az bulunur. İnsan kendisini o kadar iyi hissediyor ki! “Fictionizegasm” kelimesinden bahsetmem lazım. Bu kelime benim uydurduğum bir kelime. Kelime Derneği’ne başvurumu yaptım. Biralarla ilgili sosyal medya yazılarında rastladığım “mouthgasm” diye bir kelime vardı. “Mouth” yani ağız demek… “…gasm” de “orgasm” (Ne olduğunu biliyorsunuz… Gerçi belki de bilmiyorsunuzdur…) kelimesinin son dört harfi… İkisi birleştirilmiş. Yani “Bu özel birayı içerken o kadar keyif alıyoruz ki ağzımız orgazm oluyor.” denmek isteniyor. “Fictionize” kurmaca yapmak demek, gerçi belki de böyle bir kelime de yoktur… Yani, kurmaca yaptığımız zaman o kadar keyif alıyoruz ki boşalıyoruz resmen! “Fictionizegasm” çok güzel bir şey. Yaşayan bilir.

*Romanımı yazarken birçok şey planladım ama bunların çoğu gerçekleşmedi. Bu kadar zor bir şeyi yapmadan bilmeniz, yapmadan onunla ilgili planlar yapmanız olası değil. İlk olarak bahsetmem gereken şey şudur ki ilk başlarda ölümüne planlı olmaya karar vermiştim. Metni yazmadan önce her aktarılacak şeyi planlamayı düşünmüştüm. Dışarıda planlanmamış hiçbir şey bırakmayacaktım. Bende de yazma yeteneği varsa (bunu bilmiyoruz) şaheser ortaya çıkacaktı. Romanın başlangıcı için bunu yaptım. Önce bir defter aldım ve ona yazmaya karar verdim. Çok kısa bir süre sonra bundan vazgeçtim çünkü elde yazı yazmaktan tek kelimeyle nefret ederim! Bilgisayara psikopat planı geçirmeye karar verdim fakat bir süre sonra bunu da bıraktım. Dediğim gibi psikopatça hazırlanmış bir plan eşliğinde metni yazmak yerine, genel ayrıntıları belirlenmiş bir plan eşliğinde yazmak bana daha doğru gibi geldi. İtiraf etmeliyim ki vakit bulamamak da bunda etkili olmuş olabilir ama sonrasında yaratıcılığı teşvik etmek adına bu yaptığımın daha doğru olduğunu düşünmeye başladım. 

*Bir diğer planladığım şey de yazdığım her cümleyi geri dönüp iki, üç kere kontrol etmekti… Bunu da yapmadım. O zaman roman yazıyor olma ruh halinde çıkıyorum. Kendimi kontrolcü gibi hissediyorum. Günahıyla sevabıyla metni yazıyorum ve o bitince de onu iki tane falan redaktöre teslim edeceğim. Bu iş için çok para ayıramam. Bazı arkadaşlarımı ucuz paraya sömürmeyi planlıyorum.

*Ayık kafayla yazamamak da bir diğer sürpriz oldu. Bukowski yazarken mutlaka içerdi. Ben de bugüne kadar yazdığım 50 sayfayı hep bira eşliğinde yazdım. Bir birayı bitirene kadar oturup iki, üç sayfa yazıyorum. Daha fazlasını yapmadım şu ana kadar. Tuna ancak bu kadarına müsaade ediyor. Birkaç kere de özel, pahalı bira eşliğinde yazdım ancak bunun yapılmaması gerektiğine inanıyorum şu anda. Kurmaca yaratma orgazmı o kadar keyifli bir şey ki içtiğinizden hiçbir şey anlamıyorsunuz. Ondan tek beklentiniz kafa yapması. Ekonominin berbat olduğu şu günlerde (şu anda 2023’ün yazındayız) aynı şeyi sağlayan iki şeyden ucuz olanını tercih etmek gerekiyor.

*Amacım şöhret olmak değil. Para kazanmak değil. Kazanırsam o parayı çatır çutur yerim yalnız! Edebiyatla üniversiteye hazırlanırken tanıştım. Daha doğrusu Yaşar Kemal’le. Ders çalışmam gereken o kritik dönemde çok fazla Yaşar Kemal romanını, büyülenerek okudum. Üniversitede İngiliz edebiyatı bölümünü kazandım. Bölümü okurken en sevdiğim dersler roman dersleri oluyordu. Her ne kadar İngilizcem romanları İngilizce okumaya yeterli olmasa da romanları Türkçe okuyup sınavda İngilizce yorumluyordum. Hemen hemen herkes Türkçesini okuyordu bu arada. O dönemlerden edebiyatın ne kadar da büyüleyici olduğunu biliyordum ve bir gün kendimi edebiyata teslim etme kararını da almıştım. Almıştım ama çok geç oluyor bazı şeyler insan hayatında. Araya bir “sinema” sıkıştırdığım için edebiyata geç başladım. İtiraf etmeliyim ki roman okumaya 2018 yılında başladım! Yani beş sene önce! İnanılır gibi değil. Kendimi olduğumdan daha nitelikli pazarlamayı her zaman çok iyi yaptığım için beni bir sene sonra bir roman okuma grubunun sorumlusu yapmışlardı! Çok kısa sürede edebiyatın en sıra dışı insan etkinliği olduğunu kavradım ve hayatımda yapabileceğim en önemli şeyin edebiyat üretmek olduğuna karar verdim. Çok kısa sürede bütün önemli romanları okudum. Üzerinde iyi çalışma yapılmış bir liste hazırladım. 140 tane, mutlaka okunması gereken romanı belirledim. Niyetim bunların hepsini okuduktan sonra yazmaya başlamaktı ama 100 tanesini okuduktan sonra (yarım bırakılması gerekenler yarım bırakıldıktan sonra bir de) bütün önemli yazarların en önemli bir veya birkaç eserini okumuş olduğumu fark ettim ve yazmayı ertelememeye karar verdim. Ayrıca Tuna’dan sonra okuma performansım da çok düşmüştü. Geride kalan o 40 romanı muhtemelen 5 senede bitiririm. Ve nihayet benim, yani Baran Doğan’ın şu hayatta yapabileceği en önemli şeye başladım.

*Önemli romanları okumuş olmak elbette büyük bir avantajdır ancak yazmak doğuştan gelen bir yetenektir. Varsa vardır, yoksa yoktur. Çalışarak yoktan var edilecek bir şey değildir yazma yeteneği.  O yüzden yaratıcı yazarlık kurslarına hep mesafeli yaklaşmışımdır. Cervantes kafasında olanları hayata geçirmiştir. Tanpınar da Pamuk da Lermantov da… Sizin zihninizde olanlar edebiyat tarihinde çığır açacak bir şeyse onu özgürleştiriniz, onu kimin ne hakla koyduğu belli olmayan kurallarla boğmayınız. Ben sadece çocuk istismarına tahammül edemiyorum edebiyatta. Onun dışında neyi, nasıl yazarsa yazsın yazar! Başarılı olursa bize sadece susmak düşer!

*Bu romanımı nasıl bastıracağıma dair çok fazla fikrim yok. Her yerde edebiyat dünyasında ahbap, çavuş ilişkilerinin önemli olduğu yazıyor. Bu ilişkilere girebilir miyim emin değilim. Ben bu romanı, roman yazmak çok keyifli olduğu için bir de söylemek istediğim tonlarca şey olduğu için yazıyorum. Şöhret veya para için değil! (Para gelirse onu çatır çutur, çok güzel ezerim, tekrar belirteyim…) Edebiyat camiasından tanıdığım birkaç insan olduğunu da sanıyorum ama gerçekten ne kadar etkililer ve benim yazdığım şeye ilgi gösterirler mi bilmiyorum.

*Hiçbir şey bulamazsam isteyenin istediği şeyi bastırabildiği bir çevrimiçi yayınevi var, oraya giderim. Tabii, bu, romanı sana önem veren insanlar dışında kimsenin satın almaması, o satın alanların da yarısının okumaması anlamına geliyor. Kendime bir Max Brod bulma fikri üzerine yoğunlaşmalıyım sanırım.

*Romanımı bitirdikten sonra hiçbir arkadaşıma okutmayı düşünmüyorum. Kendileri isterlerse okurlar. Sizi tanıyan insanların sizin oluşturduğunuz kurmacanın içerisine sizi tanımayan insanlar kadar iyi giremeyeceklerine inanıyorum. Yazarı tanıyanlar, sanki romanı okurken yazarın ağzından bir şeyler dinliyormuş gibi hissederler diye düşünüyorum. Bunu test etmedim. Tanıdığım bir yazarın romanını okumadım. Bir tane insan var böyle. O da polisiye yazarı Alper Kaya. Kendisiyle iki kere oturmuş sohbet etmiş biri olarak romanını okudum. Bu duyguyu yaşamadım çünkü polisiye bana hitap eden bir tür değildir maalesef. Her şeye rağmen ben bu paragrafın başında öne sürdüğüm fikre inanıyorum. Bir de romanı basılmadan okutmak üzere verdiğiniz arkadaşınız romanı beğenmezse ne der? Bana arkadaşım, arkadaşının romanını verdi de ben beğenmememe rağmen bunu söyleyemedim…

*Kelimelerin yazılışında TDK’yi baz alıyorum. Başka alternatifler de var ama devlete güveniyorum!

*Alıntı yapma meselesi en çok kafamı kurcalayan şey oldu. TDK kuralı diyor ki tırnak içerisindeki kelime topluluğu kurallı bir cümle ise uygun noktalama işaretiyle biter. Fakat bu konuda basında ve de edebiyatta tam bir kaos hakim. “Dedi”, “söyledi”, “diye sordu” gibi şeyler kullanacaksanız sıklıkla virgül kullanılıyor alıntının sonunda. Aslında bu konuda ne yapacağıma hala (Word’de şapkalı A bulmak) karar vermedim. TDK’nin kuralını sosyal medya yazılarımda kullanıyorum ama romanımda kullanmayacağım.

*”Konusu ne?” Gelelim romanın konusuna… Ona bir roman yazma sürecinde olduğumu söyledim. Yüzüme hayretle baktı önce. Sonrasında da gülümseyerek baktı. “Nasıl bir roman” diye sordu. Bu soruyu duyunca içimde bir sevinç patlaması yaşandı. Ayağa kalkarak, masayı geçmek ve onu yanağından öpmek, ona sarılmak istedim. Etraftaki masaların bakışlarına aldırmadan bunu yapmak istedim. Sonra da yaptım. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemez bir hale gelmişti. Ağzı açık bir şekilde ve gözleri ışıldıyarak bana bakıyordu. Etraftaki masalardan bazı insanlar ellerinde kadeh, çatal veya bıçakla bize bakıyorlardı. Mekândaki canlı cansız her şey sanki benim ne diyeceğimi bekliyor gibiydi…

*Bir romanının “konusunun” ne önemi var! Bir eve musluk tamiri için giden ustanın dükkâna geri döndüğünde o evde yaşadıklarını diğer elemanlara anlatmasıyla, Yaşar Kemal’in “Ölmez Otu”nda bir şeyler anlatması temelde aynı şeylerdir. Farkı yaratan şey Yaşar Kemal’in anlattıklarıyla bir sihir oluşturup okuyucuları şiddetli ruh hallerine sokmayı becerebilmesidir. Onun düşüncelerindeki özgünlükler ve bunları etkili bir şekilde aktarabilme becerisindedir. Bende bunların olmadığını düşünürseniz romanımı bırakın ve muslukçunun hikâyesini dinleyin… Elbette romanımda bir şeyler oluyor ama bunlar daha önce kimsenin kurgulamadığı şeyler değil. Bacağı kopan Tarsuslu bir mantis karidesinin, CHP’deki değişim sürecini başlatmak üzere yola çıktığında ona “Ama varamazsın ki Genel Merkeze” dediklerinde, “Olsun, en azından bu yolda ölürüm” demesinin üzerine, diğerlerinin de “O zaman senin kafanı sikelim” demesiyle mantis karidesinin o anda, orada bulunan otlarla, çöplerle bir parti kurup iki yıl sonra iktidara gelmesi ve ilk iş olarak siyasi partiler yasasını doğum günü partileri yasasıyla değiştirmesi üzerine Çad’ın ülkeye zabıta çıkartarak uzaktan güdümlü bir zabıta darbesi yapmasının hikâyesini anlatmıyorum. İntihal yapmak isteyen varsa romanımın “konusunu” o kişiye özelden atabilirim mesela…

*Ben pek işbirlikçi bir insan değilimdir ama TR’deki politik partilere karşılık gelmek üzere isimler arıyorum. İyi Parti için Doğru Parti adını koydum mesela. Ak Parti için Değişim ve Vatan Partisi adını koydum ama bunlar değişebilir. Önerilere açığım. Siyasi bir roman nasıl olur veya siyasi olmayan bir roman nasıl olur bilemiyorum ama sanırım siyasi romandan ne kastedildiğini biliyorum ve evet, romanım bir siyasi roman değil.   

*Roman yazarı veya roman iddiasız olamaz. Romanda olağanüstü şeyler anlatılır. Normal hayatta kolaylıkla karşımıza çıkacak insanlar ve durumlar romanda iyi durmaz. Ben de sıradan hayatı göz ardı edeceğim romanımda. Örneğin filmler gündelik hayattaki ayrıntılar üzerine yaslanabilirler. Öyle olanlarını severim de… Mesela “11’e 10 Kala”… Çünkü sinemadaki “en” temel şey “göstermektir”. Sadece bir nesne göstererek de kurmaca oluşturmuş olabilirsiniz ama romandaki temel şey kelimedir. Ve bu size sınırsızlığı, sonsuzluğu sağlar. Bu anlamda roman hiçbir zaman ölmeyecektir. Belki tüm dünyada nitelikli romanların hakkını vererek okuyan insan sayısı %1’in altına düşecektir ama kelimelerle kurmaca evren yaratma olayının başına hiçbir şey gelmeyecektir.

Basılmamış bir romanın son sözünün ilk bölümünü okudunuz. Tekrar görüşeceğiz.       

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

TR’nin Son Özel Birası veya Elveda Güzel Günler, Parkam, Sigaram, 67 Şehir

Her zaman söylerim, daha doğrusu son iki, üç yıldır söylerim: 2018’deki, 2019’daki ekonomiye kurban olurum ben…

14 Şubat 2018 tarihli bir yazımı gördüm: “Hayal Gücü İktidara Gelmiş Haberimiz Yok: İsli Bira”

O yazıda ünlü Alman isli birası Aecht Schelenkerla Marzen’i tanıtmışım. O yazıdaki bir cümle dikkatimi çekti, “Metrogrossmarket’te bakmadan aldığımı bir biraydı” yazmışım. Evet, 67 şehir işte böyle… (Yakında 100 şehir olacaksın gerçi) O yıllarda Metrogrossmarket’e giderdim ve denemediğim 5, 6 birayı alıp gelirdim…

Sonra 2018 ve 2019’da kriz başladı. Covid’le iyice tırmandı ve nihayet bir, iki senedir de zirveye ulaştı. Artık eski ekonomik yok. Bizim yaptığımız gibi, yürüye yürüye bankaya gidip ev almak yok. Külüstür olmayan araba almak yok. Henüz denemediğin özel bira alıp denemek de yok çünkü özel bira yok.

2018 yılındaki ilk döviz kriziyle beraber Metrogrossmarketlerdeki bütün özel biralar yok oldular. Yaklaşık 4, 5 senedir denemediğim ithal bira bulamıyorum. Bu esnada yerli yeni biralar çıkıyorlar ama hem pahalılar hem de özel değiller. Sıradan bir bira olan Gara Guzu’nun 33lük bir şey bir şeyine ben neden 65 TL vereyim? Şerefimle Tuborg, Efes içerim. Bir standardı var en azından.

Geçen Ankara’ya gittim ve oradaki Metrogrossmarket’te yıllar sonra denemediğim bir bira gördüm…

Belki de TR’nin son özel birası… İzlenimlerimi sizinle paylaşmak istiyorum.

Schelenkerla’nın “oak tree” kütüklerinin yakılması sonucu kavrulan arpa maltından elde edilmiş bir birası aslında. Yani bildiğim Schelenkerla’nın bir çeşidi… Bu arada “oak tree”yi ben üniversitedeki mitoloji dersinden “dişbudak ağacı” olarak hatırlıyordum ama bütün sözlüklerde “meşe ağacı” olarak geçiyor.

Olsun, yeni mi yeni, özel mi özel!

Hayal gücünün iktidara geldiği biradan bazı bilgileri aktaralım sonra “Oak Tree”nin farkına bakalım.

İsli bira ne demek? İçerken damağınıza gelen mangal kömürü, barbekü sosu tadı demek. Eskiden bütün biralar isliydi. Arpa taneleri fırınlarda odun yakılarak kavruluyordu, o yüzden bütün biralardan is kokusu geliyordu. Bu arada geçenlerde Manisa Kula’daki bir fırından aldığım ekmek 10 numaraydı çünkü o yüz yıllık is aroması ekmeğe sinmişti. Ben seviyorum o is kokusunu… Neyse, sonra buhar makinesi keşfedilince arpa taneleri buharda kavruldu ve is kokusu gitti. Ama halen Almanya’nın Bamberg kasabasında (ki UNESCO dünya kültür mirasıdır kasaba) isli bira üretiliyor. “Aecht” Almanca orijinal anlamında gelen “echt” kelimesinin Bamberg lehçesinde söylenişi… Schlenkerla da salına salına yürümek anlamına gelen bir fiil… Yani orijinal isli bira içtim, kafam güzel ve salına salına evime doğru gidiyorum… Bu kasaba yıllık ortalama 300 litre bira tüketimiyle dünyada birinci. Yani herkes her gün iki tane yuvarlıyor. Bu arada birinci Çekya’dır, Almanya değildir.

İşte bu Schelenkerla Metrogrossmarketlerden kaybolmadı ve yeni türünü de getirmiş adamlar. Adamları bilerek kullandım çünkü bu tür işler hep erkeklerin projeleridir…

Sitesine baktım markanın. Biralar kayın ağacı odununun yakılmasıyla elde ediliyormuş. Bu Doppel Bock ise meşe (idşbukdak?) ağacının yakılmasıyla elde ediliyor. Doppel bock ne demek? %8’ kadar olan alkol oranına sahip bira demek. Ondan sonrası Tripel diye adlandırılıyor ki üç tane 33’lük Triple içemezsiniz mesela. Eski zamanlarda Paulaner Salvatore vardı Metro’da ve denediğim tek doppel bock oydu. Atatürk’ün birası olarak bilinirdi. Atatürk’ün onu Almanya seyahatinde denediği düşünülüyordu. Oysa öyle bir şey olamazdı. Atatürk Berlin’e gitmişti. Atatürk siyah birayı sevdiği ve AOÇ’de teşvik ettiği için Salvatore için böyle bir tabir uydurmuşlardı. Atatürk’le ilgili yalanların TR’de tutmama ihtimali pek yok.

Hayatımda ikinci defa bir doppel bock denedim. Onu ŞL final maçında içtim. Özel bir etkinlik gerekiyordu. Çünkü yaşadığım şehirde Metrogrossmarket yok. Bir şekilde oraya ulaşıp da yıllar sonra bir özel bira bulmuşsam onu güzel bir etkinlikte tüketmek isterdim. Öyle de yaptım.

Şiilenkeğlaa’nın özel hayranıyım. Bu da çok iyiydi. En son Marzen’i iki üç sene önce içtiğim için meşe ağacı ile kayın ağacı odunu arasındaki farkı anlayamadım yalnız… Aslında bu biralar özel etkinlik olmadan içilmeli diye düşünmeye başladım. Tadına iyice varmak için, sakin sakin otururken içilmeli. Tabii Almanya’da yaşasak maç izlerken bile doyunca içersin elbette! Ama burada hem her zaman bulunmuyor hem de çok pahalı! 134 TL Metro’da amk! Evde üç tane çaksan, 500 TL vereceksin… Resmi siteye göre sadece yılbaşlarında fıçıdan sunuluyormuş ve sınırlı sayıda şişesi Amerika’ya ithal ediliyormuş. Bunlar pazarlama hileleri işte. TR’de bile bulunuyorsa her yerde vardır.

Bu milletin taa… Bu milletin dinine, kimliğine olan düşkünlüğü bizim yaşam tarzımız üzerinde direkt etki ediyor işte. Kendisi kuru ekmek ve soğan yiyerek yaşamaya devam ediyor ve “erk sahibi” oluyor, biz de Almanya’da 0,80 cent’e satılan birayı bulmak için şehirlerarası yolculuk yapıyoruz ve onu içmek için sakin bir ortam arıyoruz.

“Metrogrossmarket’te bakmadan aldığım bir biraydı. Baran Doğan” 2018

“Bu birayı geçen Ankara’ya yaptığım seyahatte tesadüfen elde ettim ve onu içmek için sakin kafalı bir ortam yakalamaya çalıştım. Baran Doğan” 2023  

Uncategorized kategorisine gönderildi | , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Bu Sene Basketbolda Yaşananlar veya Saçmalıklar Silsilesi Sezonu

*Ne demiştik, bir oyun olarak basketbol futboldan katbekat daha fazla seyir keyfi ve heyecan sunar ama futbol tarihselliği sayesinde taraftarlık duygusunu çok daha iyi beslediği için kraldır… Bu sene de basketbolu bir Efes taraftarı olarak takip ettim. Efes’in Euroleague finallerinde yaşadığım heyecan benzersizdi. Kaybettiğimizde hissettiğim yıkılmışım ben sendromu da uzun yıllardır hissetmediğim şeydi. Efes’le başlayalım.

*Üst üste iki sezon Euroleague şampiyonu olduktan sonra bu sene tarih yazma sezonuydu Efes için. Hiçbir takım three peat (three ve repeat kelimelerinden üretilmiştir) yapamamıştı. Avrupa’nın belki de tarihteki en iyi kısa ikilisi bizdeydi. Misic ve Larkin. Onları tuttuk. Üstüne Avrupa’nın en dominant oyuncularından birini aldık. Will Clyburn. CSKA’dayken her maç anamızı sikerdi. Onu aldık. Ayrıca Karşıyaka’dayken de her maç anamızı siken Mbaye’yi de almıştık. Ben üçleme kesin diye bakıyordum. Takım kendisini güle oynaya play-off’lara atacaktı. Bir şekilde F4’e gelecektik. Ve Efes F4’deyse herkes ne olacağını biliyordu. Ama olmadı. Misic, Larkin ve Clyburn arasında ego savaşları çıktı. Anladık ki iki süperstarın varsa üçüncü dengeleri bozar. Onun yerine bir çok iyi beş numara alınmalıydı. Olmadı.

*Ama neden olmadı. İşte ilk defa bu sezon gördüğüm saçmalıklar silsilesi sebebiyle olmadı. Altı, yedi maçta son çeyrekte bir, iki dakika içinde 10 sayılık farktan maç verdik. Pat pat pat attılar ve öne geçtiler. 20 sayı öne geçtiğimiz iki maçı da verdik. Sonuncu Alba Berlin’e son saniye takip smacıyla maç verdik. Bu maçların yarısı kazanılsaydı Efes play-off’taydı ve herkes ondan sonra ne olacağını biliyordu.

*FB de saçmalıklarla dolu bir sezon yaşadı. İlk 12 maçta 11 galibiyetle lider oldular. Ama kesinlikle lider olabilecek bir takım değildi. Sonra normale döndüler ve bir şekilde play-off yaptılar. Hiç şansları yoktu ama seriyi beşinci maça taşıdılar. İstanbul’daki maçta son salisede eski oyuncuları Sloukas iki kişinin arasından bakmadan attı ve üçlükle maçı kazandılar. Yani f4 yapıyorlardı neredeyse.

*Bir diğer saçmalık da Real Madrid Partizan serisinde yaşandı. Neden bana Obradovic gibi bir adamın TR’ye geldiğini 2013’te söylemediniz? Partizan tarihte ilk defa 0-2 yaptı seride. O son maçta Realliler “Orospu Cocukluğu” taktiğini devreye soktular. Kavga çıkarttılar. En iyi adamları ceza aldı Partizan’ın. Belgrad’da bri maç yetecekken, maçtan önce bir ergen okul basıp 8 çocuğu taradı ve bu travma maça etki etti. Sonra Madrid’deki beşinci maçta Partizan 18 sayılık farktan maç verdi. Son dakikaları yaşlı adamlarla oynadı Real Madrid koçu ve istediğini aldı.

*F4te de saçmalıklar yaşandı. Monaco Olimpiakos maçında ilk yarı 15 sayı fark atan Monaco üçüncü çeyrekte 26’ya 2 yaptı. Tarihte bir ilk. Verdi maçı. Finalde yine Olimpiakos maçı başta sonra üstün götürürken, son saniyede sayısı olmayan Lull 2.20’lik adamın üstünden inanılmaz bir basket attı ve Real şampiyon oldu. Tarihin en antipatik şampiyonu olabilir.

*Henüz basket izleyiciliğinde yeniyim, belki de oyunun karakteridir bu ama dört, beş yıldır takip ediyorum basketi ve bu sürede bu kadar saçma şeyin bir arada yaşandığı bir sezon görmedim.

*Ergin Ataman Panatinakos’a gidecek. Takım sporlarında antrenörün orospu çocuğu olması gerektiğini düşünüyorum. Pep gibi bir dahi değilseniz tabii. Ergin Ataman’dan daha orospu çocuğu birini zor buluruz. Bakalım ne olacak. Star adayı koç Erdem Can, Eurocup’ı veya TR ligini alsaydı iyi olurdu.

*Neyse izlemeye devam edeceğiz. Efes eski Efes olmayacak sanki. Tarihi kısa ikili de bozulabilir. Bu hayatın allah belasını versin! Keşke sporda hep benim istediklerim gerçekleşse. Messi gitti, Efes gitti…

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Bu Sene Futbolda Tanıklık Ettiğimiz ve Etmediğimiz Tarihler

Bu sene futbolda tıpkı basketbolda olduğu gibi saçmalıklar silsilesi şeklinde tanımlayabileceğimiz şeyler yaşandı. Yine tarihlere tanıklık ettik. Bazı durumlarda da tarihe tanıklık edemedik. Bunlara bir bakalım.

*Okan Buruk 7 kere futbolcu, 2 kere de TD olarak toplamda 9 kere olmak üzere en fazla şampiyonluk yaşayan adam oldu. En fazla şampiyon olan futbolcu 8 kere ile Bülent Korkmaz, Suat Kaya ve Hakan Şükür’dür. Hakan Şükür’ün üç sene yurt dışında oynadığını da hesaba katalım. Ve şampiyonlukların hepsinde başrollerdeydi. Bülent ve Suat 1988’de figürandılar.

*City three-peat yaptı. Three ve repeat kelimelerinden üretilen bu kavram üst üste üç kere şampiyon olmak demektir. İngiltere’de üst üste dört yapan yok. Seneye bakalım tarihe tanıklık edecek miyiz?

*Haaland Premier Lig’de 36 gol atarak tüm zamanlar lig golü rekorunu kırdı. 40+ lig golü atan (ciddi ligleri konuşuyoruz burada) dört futbolcu vardır. Diğer ikisinin kim olduklarını merak ediyorsunuzdur… Luis Suarez bir kere 40 lig golü attı. Lewandowski de bir kere 41 attı. O, bir kere 50 lig golü attı. Hatta 2013’de 46’dayken ve bitime 8 hafta kalmışken sakatlandı. diğeri en fazla 48 attı bir kere. İkisinin de 5, 6 kere 40+ golü vardır. Neyse, Haaland büyük bir heyecan yarattı. Ama bence onların gol sayısını geçemeyecek. Mbappe de geçemeyecek. Geçmeleri için önümüzdeki üç sene boyunca 60’şar, 70’şer gitmeleri gerek.

*Haaland bir ŞL maçında 5 gol atmışken, Guardiola tarafından oyundan alındı. Epeyce bir süre de vardı ve ŞL bir maçta en çok gol atma rekorunu tek başına eline geçirecekti. Pep bence saçmaladı. Onu ikinci kez saçmalarken gördüm. 2012’de Real Madrid maçında üçlü oynatmasıydı diğeri de.

*Messi 43 kupalı Dani Alves’i yakaladı. Geçecek ve bir daha kimse onu kupa sayısında muhtemelen geçemeyecek. PSG’den ayrılacak olan Messi’nin kazanamadığı tek kupa da Fransa Kupası olarak kalacak… Bu da bir bilgi. Kim siker Fransa kupasını?

*Ronaldo için işler iyi gitmiyor. Kariyerinde dördüncü kez kupasız sezon tamamladı. Çölde ne ligi, ne kupayı, ne bakkal kupasını, ne de kürek kupasını kazanabildi. Ayrılacak mı? Avrupa’da ona kapılar tekrar açılacak mı, merakla bekliyorum. Üzülüyorum onun bu haline. Daşşak oğlanı olacak son kişiydi şu dünyada.

*Dortmund’a ne demeli! Son maçta Signal Aduna Park’a iddiası olmayan Mainz karşısına şampiyonluk için çıktılar. 10 sene sonra talih yüzlerine güldü. Bayern genelde ekim sonu kasım başı gibi şampiyon olacağını belli eder… Orada da saçmalıklar silsilesi yaşandı. Liderken TD’sini kovdu Bayern. Sonra bir şeyler bir şeyler oldu ve 10 sene sonra şampiyon olma fırsatını eline geçirdi Dortmund. Maçı berabere bitirdi ve büyük bir yıkım oldu bu, Dortmund için. Penaltı kaçırdılar vs. Bayern gol yedi, 89’da çevirdiler maçı falan… Amın oğlu Thomas Müller de kulübeden maçı diğer maçı takip edip millete haber veriyordu. Üst üste 10 tepsi Bundesliga kupan var, hatta 2009-10’dan bile şampiyonluğun var! Bırak bir sene de Kapıcı Bilolar şampiyon olsun yavşak!

*Lineker’in meşhur bir sözü vardır: Futbol 11 kişiyle, 90 dakika oynanan, basit bir oyundur ama sonunda hep Almanlar kazanır. Ben de diyorum ki futbol basit bir oyundur ama sonunda hep Kingsley Coman kazanır. Ünlü amın oğlu, 27 yaşında ve hep ama hep şampiyon oldu bugüne kadar. PSG’de başladı. Sonra bir sene Juventus’ta oynadı. Sonra da Bayern! 11 senedir şampiyonluk sevinci yaşıyor. Bir DK bir de AŞ finali oynadı bu arada. ŞL aldı.

*Müller üst üste 11 şampiyonluğun hepsinde vardı. Ve dediğim gibi 2009-10’daki şampiyonlukta da vardı. 12. Messi 12. şampiyonluğunu aldı bu sene. Zlatan’ın 14 şampiyonluk sevinci var. Kingsley Coman 15, 16 yapar rekoru da kıyamete kadar kırılmaz.

*GS üst üste 14 kez kazanarak rekoru eline geçirdi. Daha önceki rekor Türkan Şoray lise üniformasıyla film setini ziyaret gittiği sene, BJK tarafından kırılmıştı.

*Messi beş büyük ligde atılan gol sayısında Ronaldo’yu geçti. Messi 577 maçta 496 gol attı. Ronaldo 626 maçta 495 gol. Ronaldo’nun Portekiz’de de iki, üç golü var ama orası beş büyük ligden sayılmıyor. Messi ile Ronaldo arasındaki totalde 25, 30 gol farkı korunuyor.

*Frikiklerde Ronaldo 67, Messi 63 oldular sanırım. 70 yapan iki futbolcu var. Pele ve Juninho. 60+lar Beckham, Ronaldinho, Maradona, Zico ve Koeman.

*Eskiden Dünya Kupası demek Pele, Maradona, Zidane ve Ronaldo 9 demekti. Artık Messi ve Mbappe de demek. Dünya Kupası gol rekorunu Thomas Müller’in kıracağına inanıyordum çünkü 22 yaşında 5 gol atmıştı. Ama artık bu rekor kesinlikle Mbappe (12, Klose 16) tarafından kırılacak. Finallerde attığı dört gol de çok zor geçilir artık. Ayrıca finalde hat-trick yaptı. Bunu 1966’da Höst mü Hastır mı, birisi daha yapmış.

*Ronaldo beş farklı dünya kupasında gol atan ilk futbolcu oldu. Messi 2010’u boş geçmişti.

*Guardiola’nın 2008 takımında oynamış olan son kişi Busquets de Barcelona’dan ayrıldı.

*Tarihe tanıklık etmek değil de Dortmunlu Bellingham Real’e gidecek ve kendisinde Zidane kumaşı var.

*Arda Güler‘de Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyisi olma potansiyeli var bence.

*Üç İtalyan takımı da Avrupa kupalarında finale çıktı ama üçü de kaybetti.

*Emerson Palmieri her Avrupa kupasını kazanan ilk futbolcu oldu. 2019’da Chelsea ile UEFA’yı, 2021’de aynı takımla ŞL’yi, 2022’de aynı takımla Süper Kupayı, 2020’de İtalya ile AŞ’ı, bu sene de West Ham ile yeni bir kupa olan Konferans Kupasını kazandı.

*Guardiola üç ŞL şampiyonluğuna ulaştı. Bob Paisley ve Zidane’ı (o kupaları Ronaldo kazandırdı) yakaladı. Futbol teknisyeni Ancelotti’ye bir kupa uzakta. Guardiola ayrıca üçleme yaptı. İngiltere’de bunu iki kere “Sir” (orospu çocuğu) yapmıştı. 37 kupa ile “Orospu Çocuğu”na 13 kupa uzaklıkta. Aralık ayında 40 olacak kupa sayısı. GOAT teknik direktör tartışmaları başladı. Bu arada Pep mücadele ettiği 14 sezonun 11’ini şampiyon olarak tamamladı. Onu geçenler Mourinho Madridi, Conte Chelseasi ve Klopp Liverpoolu. Para harcama konusunda diğerleriyle aralarında uçurum yok. Ve City birinci bile değil. 4., 5. Falan. Arsenal’den 20 milyon önde mesela.

*Alvarez aynı sezonda hem DK hem ŞL alan oyunculardan biri oldu. Bunlar 74 Bayern Münihinin yarısı, 98’de Karembau, 02’de Roberto Carlos, 18’de Varane…

*Haaland ŞL yarı final maçları ve final maçında etkisiz ve golsüz kalınca balondor’u Messi’nin alacağı kesinleşti. 8. Balondoru alacak. Ronaldo’nun 5 tane var.

*İbrahimoviç ve Burak Yılmaz futbolu bıraktılar. 500 + golü olan ender futbolculardan biriydi Zlatan. Yılmaz Süper Lig’de 188 gol attı. Dört sezon falan dışarıda oynadı. TR’de kalsaydı Kral Hakan Şükür’ün rekorunu (249) kırardı.

*De Bruyne oynadığı iki ŞL finalinde de sakatlanarak oyundan çıktı.

*Daha önce ŞL almamış bir takım ŞL aldı. Ama sürpriz bir şey mi bilmiyorum. 2012’de alan Chelsea de tarihinde ilk kez almıştı ama ondan sekiz sene önce başlayan paralı dönemde 3 tane falan daha almalıydı. Sürpriz olarak ve para faktörü olmadan, bir ilk kazanan bakacaksak, 97 yılına gitmemiz gerekiyor: Dortmund. En büyük sürpriz 1979 (ve 1980) Nottingham Forest.

*2025 yazında dünya kulüpler kupası oynanacak ilk kez. Bakalım ne olacak?

*Guardiola’ya büyük bir hayranlığım var. Messi malum! Bu sene futbolda sevindiğim anlar oldu ama Messi’nin Avrupa’dan gitmesi futbol izleyiciliğimde önemli bir kırılma anı olacak. Bakalım. Basketbol daha heyecanlı bir spor dalı olarak. Oraya biraz daha fazla kanalize olabilirim. Bakalım.        

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Bir Söyleşinin Ardından: Türkan Şoray

Geçenlerde Türkan Şoray’ın söyleşisine gittim…

Ünlü insanları görmeyi severim. Onlara bakarak içinde bulundukları meşhur anları hayal etmeye çalışırım. Zidane’ı teknik direktör olarak gördüğümde 2002 finalinde Leverkusen’e attığı inanılmaz golü düşündüm. Neşet Ertaş’ı gördüğümde, bir yazıda okuduğum üzere Rumeli Hisarı’nın üstündeki ormanlık alanda Arif Sağ ve Orhan Gencebay’la şarap içip, türkü söyledikleri anı düşündüm. Erdoğan’ı gördüğümde Altunizade Mabeyin Restoran’da Baykal’la yedikleri yemeği düşündüm. Tuncel Kurtis’i gördüğümde “Umut” filmindeki araba sahnesini düşündüm. Messi’yi gördüğümde 2008 balondor ödül töreni öncesinde aynı odada Ronaldo ve Kaka ile beklediği anı düşündüm.

Türkan Şoray’ı gördüğümde de onlarca kez seyrettiğim “Sultan” filmindeki çamur savaşını düşündüm.

Kendisine liseye falan giderken hayranlığım vardı. O yıllarda Türk sinemasına da hayranlığım vardı. Türk sinemasıyla ilgili çok kitap okudum. Türkan Şoray’la ilgili de çıkmış bütün kitapları okumuşumdur. 25 yaşımdayken falan gerçek anlamda bir sinemasever olmaya başlayınca Yeşilçam denen dönemin filmlerinin şimdiki Türk dizilerinden farksız olduklarını anladım. Elimde pek başka bir alternatif yoktu veya ben yeterince arayışçı değildim. Yeşilçam hayranlığım da geçmişimde yer alan ve pişman olduğum nice şeyden biriydi. Biraz da onunla hesaplaşmak için gittim söyleşiye.

Türkan Şoray’ın bazı söyleşilerini izlemiştim ve aslında o kadar da efsane bir karakter olmadığını anlamıştım. Çok güzel de değildi sanki. Bir tane filminin adı “Dünyanın En Güzel Kadını”dır. Dünyanın en güzel kadını değildi kesinlikle. En büyük artısı oldukça anlamlı ve güzel olan gözleriydi. Türk tipi vücut yapısıyla da Anadolu insanının fetiş objesi haline gelebilmişti.

Söyleşi çok sıkıcıydı. Zor yer buldum. Bulamayanlar oldu. Şoray’ın nasıl da Türkiye’nin ilk fenomenlerinden biri olduğunu çok net gördüm. Fenomendi ama kim için? Eski insanlar için. En son 2016’da lisede çalışıyordum ve o zaman bile lise öğrencilerinin Şener Şen’i tanımadıklarını görmüştüm. Şimdi sosyal medya sayesinde her taraf 15, 20 saniyelik video dolu. Daha iyi tanıyor olabilirler ama bu yeni insanlar için Şener Şen, Kemal Sunal, Türkan Şoray, Kadir İnanır, Tarık Akan kesinlikle bizim için ifade ettiği şeyleri etmiyor.

Söyleşi çok sıkıcıydı. Gerçekten güzel bir kadın vardı moderatör olarak. Güzel olmaktan başka hiçbir vasfı yoktu. Feministler kızacak ama kadından önce güzel olması beklenir. Beklendi 250 bin yıldır. Gelecekte de beklenecek uzunca bir süre. Çok cahildi. Şoray’a samimi olmayan övgüler düzüyordu sürekli. Elindeki kartondan okuduğu sorular da çok yüzeyseldi. Sinemaya nasıl başladınız? Yeşilçam sizin için bir okul muydu? Bu soruların cevaplarını ve çok daha fazlasını biliyordum Şoray ile ilgili. Türkiye’nin ilk fenomenini de görmüştüm. Üstelik çok da merak ettiğim bir Partizan-Real Madrid basketbol maçı vardı. 10 dakika sonra çıktım söyleşiden. Sövdüm geçmişime. Bu yanlış hayatları yaşamamak elimizde miydi? 18 yaşındayken, 40 yaşındaki gibi düşünmek mümkün müydü? 18 yaşındayken her gün üç Türk filmi izlemektense bir uyku tulumu alıp otostopla Ege bölgesini ve hatta tüm Türkiye’yi gezmesi gereken bir insandım ben. Bunu yapabilir miydim? Bu vizyona, bu cesarete, bu kararlılığa sahip olabilir miydim? Cevap evetse sövmekte haklıydım. Cevap hayırsa sövmek sadece rahatlatıcı olur…

Şoray benim ilk fenomenlerimden biriydi.

Türkiye’nin de ilk fenomenlerinden biriydi. İlk olan o değil de kimdir diye sorulsa akıllara Zeki Müren gelir herhalde. Cahide Sonku, Safiye Ayla, Zeki Müren… Yani somut şeyleriyle fenomen olanlar. Sonra Türkan Şoray gelir ve sinemada kimse onun kadar fenomen olmamıştır. Erkeklerde Yılmaz Güney ve Kemal Sunal ona yaklaşmışlardır.

Türkan Şoray liseye giden bir kızken Panter Emel tarafından sete götürülmüş ve orada Türker İnanoğlu’nun dikkatini çekerek direkt başrol teklifi almıştır. Panter Emel yani 90’lı yıllarda televizyonda hayvan hakları için mücadele veren ÖDP’li Emel Yıldız… İlk filmlerinde kaşları birleşiktir ve burnu da estetiksizdir. Gözleri hep aynı şekilde büyük ve etkileyici. Close-up’ı (yakın çekim= çağıran gözler. Vücut yapısı Anadolu insanının beğenisine uyacak şekilde kalın ve yapılı.

Hem bizden olan hem de ulaşılmaz olmayı başarmış bir kadındır Türkan Şoray. Tıpkı Yılmaz Güney gibi. Sinema sanatı yapısı gereği perdede görülen insanı biraz kültleştiren bir sanat. Bunu yaptı Şoray için ama her şeyiyle bizden biri gibiydi. Bu iki şey birleşince fenomenlik oldu. Diğerleri yani Filiz Akın, Hülya Koçyiğit ve Fatma Girik Avrupai tipliydiler.

Türkan Şoray aynı zamanda bir de fetiş objeye dönüşmüştür. Bu hikaye hep ironik bulmuşumdur.

Oyunculuğunun ilk yıllarında öpüşmüştür ve işin kuralı gereği frikik vermiştir Türkan Şoray. Ama birkaç yıl sonra adeta bir rahibe Teresa’ya dönüşmüştür. Meşhur Türkan Şoray Kanunları devreye girmiştir. Yani Sultan perdede öpüşmeyecektir, sevişmeyecektir, filmin sonunda erkek ona dönecektir vs. Gerçekten de bu kurallar o yıllarda film yapımcılarına sunulmuştur.

Peki, bu kuralları kim koymuştur? Rüçhan Adlı

Türkan Şoray’la onun kariyerinin ilk yıllarında tanışan zengin ve yaşlı adam Rüçhan Adlı aslında evlidir. Evliliğini hiç sonlandırmadan Şoray’la yaklaşık 20 sene birlikte olmuştur. Bu kuralları o koydurtmuştur. Bu hikaye neden ironik? Normalde Anadolu insanının asla onaylamayacağı bir şey olan “evli adamla dost hayatı yaşamak” eylemini gerçekleştiren Türkan Şoray filmlerinde namus timsali olarak gözüktüğü için adeta bir milli fetiş obje olmuştur. Herkes ona aşıktır ama o dokunulmazdır, kutsaldır. Çelişkili değil mi? Adlı’ya karşı neler hissettiğini bilemeyiz ama ben o ilişkinin Şoray için biraz kapan gibi bir şey olduğunu düşünüyorum. Bunu ima eden bir kitap da var aslında: Atilla Dorsay’ın “Sümbül Sokağın Tutsak Kadını” iyi bir kitaptır ve bu mapusluğu ima eder. Kitapta da bununla ilgili bölümler vardır. Sümbül Sokak Levent’tedir ve orada bahçeli, duvarlı bir evde Adlı ve Şoray yaşamaktadırlar. Hatta Adlı ölünce ailesi Şoray’ı oradan çıkartmaya çalışmıştır…

“MİNE” FİLMİ

Bu yazıyı buraya kadar okuduysanız, Şoray’ın hayatı ilginizi çekiyorsa 1982 tarihli “Mine” filmini izlemelisiniz. Her Yeşilçam filmi gibi kötü bir film ama ilgi çekici. Youtube’da var.1,5 X’le izleyebilirsiniz. Bu film önemlidir. Bu filmde Şoray adeta kendisini oynamaktadır. Kasabadaki yaşlı ve ruhsuz tren şefinin karısı Mine herkesin arzu ettiği bir kadındır. Herkes onunla yatmak istemektedir. Mine ise kocasının onu anlamayan kaba saba tavırlarından dolayı bunalmaktadır hali hazırda. 12 Eylül’den kaçtığı ima edilen bir adam, yani öğretmenin abisi kasabaya gelir. Yazardır, duyarlıdır, empatik becerileri gelişkindir. Cihan Ünal ne kadar yakılışlıysa o kadar yakışılıdır. Bu adamla Mine’nin dostane bir diyalogu gelişir (yazıyı okuyan erkeklerin kıs kıs güldüğünü hissedebiliyorum.) Adam Mine’ye kitaplar verir. Onunla konuşur, onu dinler. Kadınların bayıldıkları şeyler bunlar. Kasabada dedikodular artık çok ağır basmaya başlar. Sonra Mine adamın evine gider ve “herkes bizim yatmamızı bekliyor, hadi yatalım” der. Ve Şoray 20 sene sonra öpüşür, sevişir. Dünya yakılıp, yıkılmamıştır. Yer yerinde oynamamıştır. Belki de bunlar olmuştur… Film çekilirken Adlı’yla birlikte olan ve aslında ona karşı gelen Şoray kısa süre sonra kendisinden ayrılıp Cihan Ünal’la evlenmiştir. Yani hayatını aynen Mine’de yaşamıştır veya Mine’dekini hayatına transfer etmiştir.

Bütün bunların arkasında Müjde Ar’ın “devrimcliği” vardır aslında. 80’li yıllarda siyasi filmler yapmak yasak olduğu için sosyal içeriğe yönelmek isteyen sinemacılar kadın sorunlarına eğilen filmler yapmışlardır ve Müjde Ar da bu filmlerde boy göstermiştir. Ekranda her naneyi yemiştir. Başta Şoray olmak üzere eskinin namus timsali başrol kadın oyuncuları birer birer filmlerde naneler yemeye başlamışlardır.

Fakat artık geçtir biraz. Hem Şoray yaşlanmaya başlamıştır hem de Yeşilçam adeta bir yok olma sürecine girmiştir. 70’li yıllarda yılda 200-250 film çeken sektör 80’lerin sonlarında 15-20’ye düşmüştür. 80’lerin ikinci yarısıyla beraber Türkan Şoray’ın artık bir fenomen, bir milli fetiş olmadığını görüyoruz.

Benim bir tezim vardı: Çok az sanatçı (şov dünyası elemanı) 20 yıldan fazla üst seviyede kalabilir. Türkan Şoray da onlardan biri değildi. 20 sene zirvedeydi. Anadolu insanının hayallerini, gizli saklı fantezilerini, düşlerini süsledi. Lenin’in kullandığı bir “zorunlu tesadüf” kavramı vardır, zorunlu tesadüf onu bize armağan etti, biz de onun etinden, sütünden, yününden, derisinden faydalandık…

Tarihte yer almaktadır. 222 başrol ile dünya sinemasında bir rekorun sahibidir. Rekor sayıda Anadolu insanının da fenomenidir. Bir dönemler ben de o insanlardan biriydim. Uzun zamandır değilim ama onu görmek istedim işte… Türkiye’nin hemen hemen her şeyi vasat… Fenomeni de fenomeni fenomen yapanları da vasat…

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın