Bu Sene Futbolda Tanıklık Ettiğimiz ve Etmediğimiz Tarihler

Bu sene futbolda tıpkı basketbolda olduğu gibi saçmalıklar silsilesi şeklinde tanımlayabileceğimiz şeyler yaşandı. Yine tarihlere tanıklık ettik. Bazı durumlarda da tarihe tanıklık edemedik. Bunlara bir bakalım.

*Okan Buruk 7 kere futbolcu, 2 kere de TD olarak toplamda 9 kere olmak üzere en fazla şampiyonluk yaşayan adam oldu. En fazla şampiyon olan futbolcu 8 kere ile Bülent Korkmaz, Suat Kaya ve Hakan Şükür’dür. Hakan Şükür’ün üç sene yurt dışında oynadığını da hesaba katalım. Ve şampiyonlukların hepsinde başrollerdeydi. Bülent ve Suat 1988’de figürandılar.

*City three-peat yaptı. Three ve repeat kelimelerinden üretilen bu kavram üst üste üç kere şampiyon olmak demektir. İngiltere’de üst üste dört yapan yok. Seneye bakalım tarihe tanıklık edecek miyiz?

*Haaland Premier Lig’de 36 gol atarak tüm zamanlar lig golü rekorunu kırdı. 40+ lig golü atan (ciddi ligleri konuşuyoruz burada) dört futbolcu vardır. Diğer ikisinin kim olduklarını merak ediyorsunuzdur… Luis Suarez bir kere 40 lig golü attı. Lewandowski de bir kere 41 attı. O, bir kere 50 lig golü attı. Hatta 2013’de 46’dayken ve bitime 8 hafta kalmışken sakatlandı. diğeri en fazla 48 attı bir kere. İkisinin de 5, 6 kere 40+ golü vardır. Neyse, Haaland büyük bir heyecan yarattı. Ama bence onların gol sayısını geçemeyecek. Mbappe de geçemeyecek. Geçmeleri için önümüzdeki üç sene boyunca 60’şar, 70’şer gitmeleri gerek.

*Haaland bir ŞL maçında 5 gol atmışken, Guardiola tarafından oyundan alındı. Epeyce bir süre de vardı ve ŞL bir maçta en çok gol atma rekorunu tek başına eline geçirecekti. Pep bence saçmaladı. Onu ikinci kez saçmalarken gördüm. 2012’de Real Madrid maçında üçlü oynatmasıydı diğeri de.

*Messi 43 kupalı Dani Alves’i yakaladı. Geçecek ve bir daha kimse onu kupa sayısında muhtemelen geçemeyecek. PSG’den ayrılacak olan Messi’nin kazanamadığı tek kupa da Fransa Kupası olarak kalacak… Bu da bir bilgi. Kim siker Fransa kupasını?

*Ronaldo için işler iyi gitmiyor. Kariyerinde dördüncü kez kupasız sezon tamamladı. Çölde ne ligi, ne kupayı, ne bakkal kupasını, ne de kürek kupasını kazanabildi. Ayrılacak mı? Avrupa’da ona kapılar tekrar açılacak mı, merakla bekliyorum. Üzülüyorum onun bu haline. Daşşak oğlanı olacak son kişiydi şu dünyada.

*Dortmund’a ne demeli! Son maçta Signal Aduna Park’a iddiası olmayan Mainz karşısına şampiyonluk için çıktılar. 10 sene sonra talih yüzlerine güldü. Bayern genelde ekim sonu kasım başı gibi şampiyon olacağını belli eder… Orada da saçmalıklar silsilesi yaşandı. Liderken TD’sini kovdu Bayern. Sonra bir şeyler bir şeyler oldu ve 10 sene sonra şampiyon olma fırsatını eline geçirdi Dortmund. Maçı berabere bitirdi ve büyük bir yıkım oldu bu, Dortmund için. Penaltı kaçırdılar vs. Bayern gol yedi, 89’da çevirdiler maçı falan… Amın oğlu Thomas Müller de kulübeden maçı diğer maçı takip edip millete haber veriyordu. Üst üste 10 tepsi Bundesliga kupan var, hatta 2009-10’dan bile şampiyonluğun var! Bırak bir sene de Kapıcı Bilolar şampiyon olsun yavşak!

*Lineker’in meşhur bir sözü vardır: Futbol 11 kişiyle, 90 dakika oynanan, basit bir oyundur ama sonunda hep Almanlar kazanır. Ben de diyorum ki futbol basit bir oyundur ama sonunda hep Kingsley Coman kazanır. Ünlü amın oğlu, 27 yaşında ve hep ama hep şampiyon oldu bugüne kadar. PSG’de başladı. Sonra bir sene Juventus’ta oynadı. Sonra da Bayern! 11 senedir şampiyonluk sevinci yaşıyor. Bir DK bir de AŞ finali oynadı bu arada. ŞL aldı.

*Müller üst üste 11 şampiyonluğun hepsinde vardı. Ve dediğim gibi 2009-10’daki şampiyonlukta da vardı. 12. Messi 12. şampiyonluğunu aldı bu sene. Zlatan’ın 14 şampiyonluk sevinci var. Kingsley Coman 15, 16 yapar rekoru da kıyamete kadar kırılmaz.

*GS üst üste 14 kez kazanarak rekoru eline geçirdi. Daha önceki rekor Türkan Şoray lise üniformasıyla film setini ziyaret gittiği sene, BJK tarafından kırılmıştı.

*Messi beş büyük ligde atılan gol sayısında Ronaldo’yu geçti. Messi 577 maçta 496 gol attı. Ronaldo 626 maçta 495 gol. Ronaldo’nun Portekiz’de de iki, üç golü var ama orası beş büyük ligden sayılmıyor. Messi ile Ronaldo arasındaki totalde 25, 30 gol farkı korunuyor.

*Frikiklerde Ronaldo 67, Messi 63 oldular sanırım. 70 yapan iki futbolcu var. Pele ve Juninho. 60+lar Beckham, Ronaldinho, Maradona, Zico ve Koeman.

*Eskiden Dünya Kupası demek Pele, Maradona, Zidane ve Ronaldo 9 demekti. Artık Messi ve Mbappe de demek. Dünya Kupası gol rekorunu Thomas Müller’in kıracağına inanıyordum çünkü 22 yaşında 5 gol atmıştı. Ama artık bu rekor kesinlikle Mbappe (12, Klose 16) tarafından kırılacak. Finallerde attığı dört gol de çok zor geçilir artık. Ayrıca finalde hat-trick yaptı. Bunu 1966’da Höst mü Hastır mı, birisi daha yapmış.

*Ronaldo beş farklı dünya kupasında gol atan ilk futbolcu oldu. Messi 2010’u boş geçmişti.

*Guardiola’nın 2008 takımında oynamış olan son kişi Busquets de Barcelona’dan ayrıldı.

*Tarihe tanıklık etmek değil de Dortmunlu Bellingham Real’e gidecek ve kendisinde Zidane kumaşı var.

*Arda Güler‘de Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyisi olma potansiyeli var bence.

*Üç İtalyan takımı da Avrupa kupalarında finale çıktı ama üçü de kaybetti.

*Emerson Palmieri her Avrupa kupasını kazanan ilk futbolcu oldu. 2019’da Chelsea ile UEFA’yı, 2021’de aynı takımla ŞL’yi, 2022’de aynı takımla Süper Kupayı, 2020’de İtalya ile AŞ’ı, bu sene de West Ham ile yeni bir kupa olan Konferans Kupasını kazandı.

*Guardiola üç ŞL şampiyonluğuna ulaştı. Bob Paisley ve Zidane’ı (o kupaları Ronaldo kazandırdı) yakaladı. Futbol teknisyeni Ancelotti’ye bir kupa uzakta. Guardiola ayrıca üçleme yaptı. İngiltere’de bunu iki kere “Sir” (orospu çocuğu) yapmıştı. 37 kupa ile “Orospu Çocuğu”na 13 kupa uzaklıkta. Aralık ayında 40 olacak kupa sayısı. GOAT teknik direktör tartışmaları başladı. Bu arada Pep mücadele ettiği 14 sezonun 11’ini şampiyon olarak tamamladı. Onu geçenler Mourinho Madridi, Conte Chelseasi ve Klopp Liverpoolu. Para harcama konusunda diğerleriyle aralarında uçurum yok. Ve City birinci bile değil. 4., 5. Falan. Arsenal’den 20 milyon önde mesela.

*Alvarez aynı sezonda hem DK hem ŞL alan oyunculardan biri oldu. Bunlar 74 Bayern Münihinin yarısı, 98’de Karembau, 02’de Roberto Carlos, 18’de Varane…

*Haaland ŞL yarı final maçları ve final maçında etkisiz ve golsüz kalınca balondor’u Messi’nin alacağı kesinleşti. 8. Balondoru alacak. Ronaldo’nun 5 tane var.

*İbrahimoviç ve Burak Yılmaz futbolu bıraktılar. 500 + golü olan ender futbolculardan biriydi Zlatan. Yılmaz Süper Lig’de 188 gol attı. Dört sezon falan dışarıda oynadı. TR’de kalsaydı Kral Hakan Şükür’ün rekorunu (249) kırardı.

*De Bruyne oynadığı iki ŞL finalinde de sakatlanarak oyundan çıktı.

*Daha önce ŞL almamış bir takım ŞL aldı. Ama sürpriz bir şey mi bilmiyorum. 2012’de alan Chelsea de tarihinde ilk kez almıştı ama ondan sekiz sene önce başlayan paralı dönemde 3 tane falan daha almalıydı. Sürpriz olarak ve para faktörü olmadan, bir ilk kazanan bakacaksak, 97 yılına gitmemiz gerekiyor: Dortmund. En büyük sürpriz 1979 (ve 1980) Nottingham Forest.

*2025 yazında dünya kulüpler kupası oynanacak ilk kez. Bakalım ne olacak?

*Guardiola’ya büyük bir hayranlığım var. Messi malum! Bu sene futbolda sevindiğim anlar oldu ama Messi’nin Avrupa’dan gitmesi futbol izleyiciliğimde önemli bir kırılma anı olacak. Bakalım. Basketbol daha heyecanlı bir spor dalı olarak. Oraya biraz daha fazla kanalize olabilirim. Bakalım.        

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Bir Söyleşinin Ardından: Türkan Şoray

Geçenlerde Türkan Şoray’ın söyleşisine gittim…

Ünlü insanları görmeyi severim. Onlara bakarak içinde bulundukları meşhur anları hayal etmeye çalışırım. Zidane’ı teknik direktör olarak gördüğümde 2002 finalinde Leverkusen’e attığı inanılmaz golü düşündüm. Neşet Ertaş’ı gördüğümde, bir yazıda okuduğum üzere Rumeli Hisarı’nın üstündeki ormanlık alanda Arif Sağ ve Orhan Gencebay’la şarap içip, türkü söyledikleri anı düşündüm. Erdoğan’ı gördüğümde Altunizade Mabeyin Restoran’da Baykal’la yedikleri yemeği düşündüm. Tuncel Kurtis’i gördüğümde “Umut” filmindeki araba sahnesini düşündüm. Messi’yi gördüğümde 2008 balondor ödül töreni öncesinde aynı odada Ronaldo ve Kaka ile beklediği anı düşündüm.

Türkan Şoray’ı gördüğümde de onlarca kez seyrettiğim “Sultan” filmindeki çamur savaşını düşündüm.

Kendisine liseye falan giderken hayranlığım vardı. O yıllarda Türk sinemasına da hayranlığım vardı. Türk sinemasıyla ilgili çok kitap okudum. Türkan Şoray’la ilgili de çıkmış bütün kitapları okumuşumdur. 25 yaşımdayken falan gerçek anlamda bir sinemasever olmaya başlayınca Yeşilçam denen dönemin filmlerinin şimdiki Türk dizilerinden farksız olduklarını anladım. Elimde pek başka bir alternatif yoktu veya ben yeterince arayışçı değildim. Yeşilçam hayranlığım da geçmişimde yer alan ve pişman olduğum nice şeyden biriydi. Biraz da onunla hesaplaşmak için gittim söyleşiye.

Türkan Şoray’ın bazı söyleşilerini izlemiştim ve aslında o kadar da efsane bir karakter olmadığını anlamıştım. Çok güzel de değildi sanki. Bir tane filminin adı “Dünyanın En Güzel Kadını”dır. Dünyanın en güzel kadını değildi kesinlikle. En büyük artısı oldukça anlamlı ve güzel olan gözleriydi. Türk tipi vücut yapısıyla da Anadolu insanının fetiş objesi haline gelebilmişti.

Söyleşi çok sıkıcıydı. Zor yer buldum. Bulamayanlar oldu. Şoray’ın nasıl da Türkiye’nin ilk fenomenlerinden biri olduğunu çok net gördüm. Fenomendi ama kim için? Eski insanlar için. En son 2016’da lisede çalışıyordum ve o zaman bile lise öğrencilerinin Şener Şen’i tanımadıklarını görmüştüm. Şimdi sosyal medya sayesinde her taraf 15, 20 saniyelik video dolu. Daha iyi tanıyor olabilirler ama bu yeni insanlar için Şener Şen, Kemal Sunal, Türkan Şoray, Kadir İnanır, Tarık Akan kesinlikle bizim için ifade ettiği şeyleri etmiyor.

Söyleşi çok sıkıcıydı. Gerçekten güzel bir kadın vardı moderatör olarak. Güzel olmaktan başka hiçbir vasfı yoktu. Feministler kızacak ama kadından önce güzel olması beklenir. Beklendi 250 bin yıldır. Gelecekte de beklenecek uzunca bir süre. Çok cahildi. Şoray’a samimi olmayan övgüler düzüyordu sürekli. Elindeki kartondan okuduğu sorular da çok yüzeyseldi. Sinemaya nasıl başladınız? Yeşilçam sizin için bir okul muydu? Bu soruların cevaplarını ve çok daha fazlasını biliyordum Şoray ile ilgili. Türkiye’nin ilk fenomenini de görmüştüm. Üstelik çok da merak ettiğim bir Partizan-Real Madrid basketbol maçı vardı. 10 dakika sonra çıktım söyleşiden. Sövdüm geçmişime. Bu yanlış hayatları yaşamamak elimizde miydi? 18 yaşındayken, 40 yaşındaki gibi düşünmek mümkün müydü? 18 yaşındayken her gün üç Türk filmi izlemektense bir uyku tulumu alıp otostopla Ege bölgesini ve hatta tüm Türkiye’yi gezmesi gereken bir insandım ben. Bunu yapabilir miydim? Bu vizyona, bu cesarete, bu kararlılığa sahip olabilir miydim? Cevap evetse sövmekte haklıydım. Cevap hayırsa sövmek sadece rahatlatıcı olur…

Şoray benim ilk fenomenlerimden biriydi.

Türkiye’nin de ilk fenomenlerinden biriydi. İlk olan o değil de kimdir diye sorulsa akıllara Zeki Müren gelir herhalde. Cahide Sonku, Safiye Ayla, Zeki Müren… Yani somut şeyleriyle fenomen olanlar. Sonra Türkan Şoray gelir ve sinemada kimse onun kadar fenomen olmamıştır. Erkeklerde Yılmaz Güney ve Kemal Sunal ona yaklaşmışlardır.

Türkan Şoray liseye giden bir kızken Panter Emel tarafından sete götürülmüş ve orada Türker İnanoğlu’nun dikkatini çekerek direkt başrol teklifi almıştır. Panter Emel yani 90’lı yıllarda televizyonda hayvan hakları için mücadele veren ÖDP’li Emel Yıldız… İlk filmlerinde kaşları birleşiktir ve burnu da estetiksizdir. Gözleri hep aynı şekilde büyük ve etkileyici. Close-up’ı (yakın çekim= çağıran gözler. Vücut yapısı Anadolu insanının beğenisine uyacak şekilde kalın ve yapılı.

Hem bizden olan hem de ulaşılmaz olmayı başarmış bir kadındır Türkan Şoray. Tıpkı Yılmaz Güney gibi. Sinema sanatı yapısı gereği perdede görülen insanı biraz kültleştiren bir sanat. Bunu yaptı Şoray için ama her şeyiyle bizden biri gibiydi. Bu iki şey birleşince fenomenlik oldu. Diğerleri yani Filiz Akın, Hülya Koçyiğit ve Fatma Girik Avrupai tipliydiler.

Türkan Şoray aynı zamanda bir de fetiş objeye dönüşmüştür. Bu hikaye hep ironik bulmuşumdur.

Oyunculuğunun ilk yıllarında öpüşmüştür ve işin kuralı gereği frikik vermiştir Türkan Şoray. Ama birkaç yıl sonra adeta bir rahibe Teresa’ya dönüşmüştür. Meşhur Türkan Şoray Kanunları devreye girmiştir. Yani Sultan perdede öpüşmeyecektir, sevişmeyecektir, filmin sonunda erkek ona dönecektir vs. Gerçekten de bu kurallar o yıllarda film yapımcılarına sunulmuştur.

Peki, bu kuralları kim koymuştur? Rüçhan Adlı

Türkan Şoray’la onun kariyerinin ilk yıllarında tanışan zengin ve yaşlı adam Rüçhan Adlı aslında evlidir. Evliliğini hiç sonlandırmadan Şoray’la yaklaşık 20 sene birlikte olmuştur. Bu kuralları o koydurtmuştur. Bu hikaye neden ironik? Normalde Anadolu insanının asla onaylamayacağı bir şey olan “evli adamla dost hayatı yaşamak” eylemini gerçekleştiren Türkan Şoray filmlerinde namus timsali olarak gözüktüğü için adeta bir milli fetiş obje olmuştur. Herkes ona aşıktır ama o dokunulmazdır, kutsaldır. Çelişkili değil mi? Adlı’ya karşı neler hissettiğini bilemeyiz ama ben o ilişkinin Şoray için biraz kapan gibi bir şey olduğunu düşünüyorum. Bunu ima eden bir kitap da var aslında: Atilla Dorsay’ın “Sümbül Sokağın Tutsak Kadını” iyi bir kitaptır ve bu mapusluğu ima eder. Kitapta da bununla ilgili bölümler vardır. Sümbül Sokak Levent’tedir ve orada bahçeli, duvarlı bir evde Adlı ve Şoray yaşamaktadırlar. Hatta Adlı ölünce ailesi Şoray’ı oradan çıkartmaya çalışmıştır…

“MİNE” FİLMİ

Bu yazıyı buraya kadar okuduysanız, Şoray’ın hayatı ilginizi çekiyorsa 1982 tarihli “Mine” filmini izlemelisiniz. Her Yeşilçam filmi gibi kötü bir film ama ilgi çekici. Youtube’da var.1,5 X’le izleyebilirsiniz. Bu film önemlidir. Bu filmde Şoray adeta kendisini oynamaktadır. Kasabadaki yaşlı ve ruhsuz tren şefinin karısı Mine herkesin arzu ettiği bir kadındır. Herkes onunla yatmak istemektedir. Mine ise kocasının onu anlamayan kaba saba tavırlarından dolayı bunalmaktadır hali hazırda. 12 Eylül’den kaçtığı ima edilen bir adam, yani öğretmenin abisi kasabaya gelir. Yazardır, duyarlıdır, empatik becerileri gelişkindir. Cihan Ünal ne kadar yakılışlıysa o kadar yakışılıdır. Bu adamla Mine’nin dostane bir diyalogu gelişir (yazıyı okuyan erkeklerin kıs kıs güldüğünü hissedebiliyorum.) Adam Mine’ye kitaplar verir. Onunla konuşur, onu dinler. Kadınların bayıldıkları şeyler bunlar. Kasabada dedikodular artık çok ağır basmaya başlar. Sonra Mine adamın evine gider ve “herkes bizim yatmamızı bekliyor, hadi yatalım” der. Ve Şoray 20 sene sonra öpüşür, sevişir. Dünya yakılıp, yıkılmamıştır. Yer yerinde oynamamıştır. Belki de bunlar olmuştur… Film çekilirken Adlı’yla birlikte olan ve aslında ona karşı gelen Şoray kısa süre sonra kendisinden ayrılıp Cihan Ünal’la evlenmiştir. Yani hayatını aynen Mine’de yaşamıştır veya Mine’dekini hayatına transfer etmiştir.

Bütün bunların arkasında Müjde Ar’ın “devrimcliği” vardır aslında. 80’li yıllarda siyasi filmler yapmak yasak olduğu için sosyal içeriğe yönelmek isteyen sinemacılar kadın sorunlarına eğilen filmler yapmışlardır ve Müjde Ar da bu filmlerde boy göstermiştir. Ekranda her naneyi yemiştir. Başta Şoray olmak üzere eskinin namus timsali başrol kadın oyuncuları birer birer filmlerde naneler yemeye başlamışlardır.

Fakat artık geçtir biraz. Hem Şoray yaşlanmaya başlamıştır hem de Yeşilçam adeta bir yok olma sürecine girmiştir. 70’li yıllarda yılda 200-250 film çeken sektör 80’lerin sonlarında 15-20’ye düşmüştür. 80’lerin ikinci yarısıyla beraber Türkan Şoray’ın artık bir fenomen, bir milli fetiş olmadığını görüyoruz.

Benim bir tezim vardı: Çok az sanatçı (şov dünyası elemanı) 20 yıldan fazla üst seviyede kalabilir. Türkan Şoray da onlardan biri değildi. 20 sene zirvedeydi. Anadolu insanının hayallerini, gizli saklı fantezilerini, düşlerini süsledi. Lenin’in kullandığı bir “zorunlu tesadüf” kavramı vardır, zorunlu tesadüf onu bize armağan etti, biz de onun etinden, sütünden, yününden, derisinden faydalandık…

Tarihte yer almaktadır. 222 başrol ile dünya sinemasında bir rekorun sahibidir. Rekor sayıda Anadolu insanının da fenomenidir. Bir dönemler ben de o insanlardan biriydim. Uzun zamandır değilim ama onu görmek istedim işte… Türkiye’nin hemen hemen her şeyi vasat… Fenomeni de fenomeni fenomen yapanları da vasat…

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Oblomovluk ve Romanı

Rus yazar Ivan Gonçarov’un “Oblomov” (1859) adlı romanını okudum. Bu romanı okumak yaklaşık 10 senedir aklımdaydı. Hem geç oldu hem güç oldu…

Romanla ilgili yazı yazıyorum ama aslında romanı beğenmedim.

Uzunca bir süre önce bence çok yerinde bir karar almıştım. Artık kitapları/romanları illa bitireceğim diye kendime baskı yapmaktan vazgeçmiştim. Eskiden bunu yapmadığım için saçma sapan kitaplar için çok değerli vakitlerimi heba etmiştim. Kitap okumak çok değerli bir eylem ve ömür kısa. Okunacak kitap da bence nokta atışı olması gereken şeylerden biri. Bir kitaba başlayınca onunun bana hitap etmediğini kısa sürede anlayabiliyorum ve hemen kitabı okumayı bırakıyorum. Sizlere de bunu tavsiye ederim. Kitabı, sana hiçbir şey katmayacağını bile bile illa bitirmeye çalışmak bence bir takıntı. Ha, takıntısız bir insan olduğumu iddia etmiyorum ama bu kadarına da gerek yok.

Fakat bir süre önce de şöyle bir durum gelişti: Bazı kitaplar beni epeyce ilerledikten sonra da sıkmaya başladı. “Oblomov” örneğin. Yarısından sonra o kitabın yazıldığı kadar iyi bir kitap olmadığına karar verdim. Resmen bir aşk romanına dönüştü yarısından sonra. 2023 yılında “aşk romanı” okuyamam! O durumda ne yapacaktım? Onları da yarım bırakmam gerekir bence fakat “Oblomov” çok önemli, üzerinde çok durulan bir roman olduğu için onu sıkıla sıkıla da olsa bitirmeye karar verdim. Bundan sonra böyle yapacağım çok az roman var. Bu da onlardan biriydi işte…

“Oblomov” neden bu kadar önemli?

1859 yılında ve onu takip eden uzunca bir süre boyunca Rus toplumunu daha doğrusu “okuyan” Rus toplumunu derinden etkilemiştir. Bu yazıda Rus klasiklerine ve onları okumaya da değineceğim…

19,5. YÜZYILIN ROMANI

On dokuz buçuğuncu yüzyıl…

Bu tabir nice uydurduğum tabirden biridir. Bu tabiri roman değerlendirmesi yazılarımda çok kullandım. Neydi 19,5. yüzyıl? TR’nin bugünkü şeklini almasında, şu seçim günlerinde daha da çok hissedilen temel politik mevzunun şekillenmesinde, kabaca 1850-1950 yılları arasında yaşanılanlar temel çıkış noktasıdır. Yaşam Tarzı ve Kimlikler Savaşı diye adlandırdığım bu mevzu, başlangıcıyla beraber uzunca bir süre Türk edebiyatının temel teması olmuştur. Halk değil ama devleti yöneten 30 bin asker/bürokrat/memurdan (kimileri bunlara aydınlar diyor) yarısı devleti ve toplumu başka kodların doğrultusuna sokmak gerektiğine inanmışlardır. Bu süreç Atatürk’le başlamamıştır ve onun orijinal projesi değildir ama 1. Dünya Savaşı ve ardından yaşanan kaotik süreç sayesinde, çok etkili ve kararlı bir insan olarak Atatürk bir fırsat yakalamış ve epeyce büyük hamleler atmıştır. Elbette diğer asker/bürokrat/memurlar da yok olmamışlardır. Yenilmişlerdir ama ölmemişlerdir. Erdoğan onların tekrar ülke yöneten etkili erkek bireyi olmayı başarmıştır ve o da önemli adımlar atmaya çalışmıştır ancak, görüntüdeki tüm şaşaya rağmen neticede “diğer aydınlar” toplumun doğal gelişim sürecine yenilmişlerdir. Olağanüstü bir şey olmazsa da iki hafta sonra tarihe karışacaklardır. Türk edebiyatı uzunca bir süre sadece bu tamayı işledi. Aşkı anlatırken bile bu tema çerçevesinde anlattı. Bu temanın son büyük romanını bence “Orhan Pamuk “Cevdet Bey ve Oğulları” romanıyla yazdı.

Benzer bir durumu Rusya ve Rus edebiyatı için de görüyoruz!

Sanırım toplumsal çelişkiler en az bireysel çelişkiler kadar edebiyatı besliyor. Bu cümleyi tekrar yazmak istiyorum: Toplumsal çelişkiler en az bireysel çelişkiler kadar edebiyatı besliyor. Toplumlarındaki insanlar arasındaki duygu birliğini –zengin, fakir ayrımına rağmen- sağlamayı başarmış olan Batı Avrupa (artı Amerika) böyle şeylerle çok uzun zaman önce uğraştı ve edebiyatlarında bireysel çelişkilere geçiş yaptılar. Orada artık çelişkiler kendi toplumları içerisinde değil kendi devletleriyle diğer devletler arasındaydı çünkü! Rusya’da ise tıpkı bizdeki gibi bir Yaşam Tarzı Krizi vardı. Bir yanda alabildiğine köylü ve Doğulu bir toplum diğer taraftan da aynı bizdeki gibi toplumun kodlarını Batıdakiler gibi yapmak gerektiğine inanan az sayıda bir asker/bürokrat/memur (aydın) kesimi vardı. Bizden farkları, Batı devletlerine kafa tutabilecek “potansiyele” sahip olmalarıydı. Bu potansiyel hem insan kaynağı hem de mantalite olarak vardı. Bizde hala devleti yönetme fırsatı bulabilen “aydınlar” deve sidiği ile ilgili hadisleri okumuş gelmiş insanlardı. İşte bu Rusya’da 1840larda çok önemli bir şey oldu. Kölelik kaldırıldı. Önceden her şeyleriyle toprak sahibinin tasarrufunda bulunan yığınlar artık “özgür” olmuşlardı. Yaşam Tarzı Savaşı’nı veren o insanların hepsi aslında toprak sahipleriydiler. Bu yeni durumu kavramakta çok başarılı olamadılar. Bocaladılar. Rus edebiyatı bu bocalamayla doludur. İşte “Oblomov” da bu bocalamayı en iyi anlatan romanlardan biri olarak kabul edilir. Bunun yanında en az onun kadar önemli olan bir temayı da, kitabın adından hareketle “oblomovluğu” da ele alır. Ne güzel!

Şu son bir, iki cümlede anlattıklarımı gerçekleştirmiş bir roman okumuştum ben: Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar” romanı da bunu yapar. Hem bu bocalamayı ele alır hem de unutulmaz karakter Bazarov sayesinde nihilizm temasını ele alır. Aradığı şey bu olanlara “Babalar ve Oğullar”ı okumalarını tavsiye ederim. “Oblomov” bunu bana göre çok iyi yapamıyor.

OBLOMOVLUK

Bu şeyden bahsetmemiz gerekecek… İnsanoğlu çok tuhaf bir canlı (iç ses: hayır değil, bu dünyada her şey olur…) Düşünün, Oblomovka gibi çiftliklerde kölelerin arasında yetişip, büyüyen bir kesim insan veya onların “oğulları” Lenin’in devriminden sonra eşitlik düşüncesiyle karşılaştılar, dünyanın öyle bir yer olması gerektiğini iddia ettiler, birbirlerine “yoldaş” dediler… 50, 60 senede bin yıllık düzenlerini değiştirdiler. İnsan, gerçekten ne “bazen” ne de “sıklıkla” ne de “nadiren” hayret etmeli. Dedik ya bu dünyada her şey olur, daha doğrusu olabilir. Oblomovka çiftliğinde irade yoksunu olarak yetişen İlya İlyiç Oblomov nasıl bir insan? Oblomovluk ne demek? Az önce bahsettiğim şey kadar büyük bir projeyi gerçekleştirmeye çalışan Lenin (aynı Atatürk gibi 1. Dünya Savaşı sonundaki kaotik ortamda bir fırsat bulmuş ve etkili, kararlı bir insan olduğu için gaza basmıştır) tüm Rus “okuyan” toplumunu derinden etkileyen Oblomov kitabının diğer teması olan oblomovluktan hiç hoşlanmaz doğal olarak. Onu eleştiren cümleleri vardır. Elbette Oblomovluktan kurtulmaz lazımdır yoksa bin yılın köleci toplumuna eşitliği nasıl getirecekti! Zaten benim Oblomov kitabı ve oblomovlukla tanışmam da sol kesimler sayesinde olmuştur.

Oblomovluk mutlaka geride bırakılmalıdır!

Yani tembellik, iradesizlik, hareketsizlik! Bunlara sahip olan bir devrimci olabilemez!

Peki, “devrim” “olabilebilir” mi?

Bu sorunun yanıtı bende kafa karışıklığına sebep oluyor. Tembellik, iradesizlik, hareketsizlik tavsiye edilecek şeyler değildir elbette. Peki, çalışmak tavsiye edilir mi? Bazılarınız bu nasıl soru diyecektir çünkü toplumda çalışmak mutlak olarak iktidarda olan, sorgulanamaz bir şeydir. Ama ben sorguluyorum. Çalışmak… Kim için, ne için? Şöyle düşünüyorum: İnsan, sorumluluğu altındaki bireyleri (aile, arkadaş, akraba vb.) zor durumda bırakan şeylerden kaçınmalıdır, onlar için gereken şeyleri yapmalıdır ama olmayacak şeyler için kendisini parçalamayı yapmamalıdır! Doğduğumuz andan itibaren adaletsizlik üreten bu dünyanın düzeni aynen devam etsin diye kendisini heba etmemelidir. Özellikle maaşlı çalışanlar, işlerini yaparken olmayacak şeyler için kendilerini parçalıyorlarsa bu durumu iki kere düşünmelidirler. Patronun oğlu altı ayda bir SUV değiştirsin, özel jetle Rio Karnavalı’na gidip Brezilyalı poposu ellesin diye işine dört elle sarılmak nasıl bir şey olsa gerektir! Çalışan biri, kaos çıkmasını engellesin bence kafidir. O da kaos çıkınca işsiz kalmak tehlikesiyle karşı karşıya olduğu için…

İş hayatı böyle, kişisel yaşam da böyle… Onu hak etmeyen ve onu sömüren insanlar için kendini feda etmek doğru olmasa gerektir. Bazen bazı insanlar bazı karşı cinsi kafaya takarlar ve o fedakarlığı hiç hak etmeyen hatta giderek onu sömüren (maddi bazen) insanlar için hayatlarını, 20-30 yıllarını feda ederler. Bu ne kadar doğrudur? İşte Oblomovluk denilen şey, bence bazen gereklidir. Oblomovluk her durumda ve her şekilde lanetlenmesi gereken bir şey değildir bana göre. Yazının görselindeki karikatürde dendiği gibi, bazen “uğraşmamak” gerekir. Benim mesleğim olan öğretmenlikte bu konu üzerinde durulmayı hak ediyor örneğin. Varoş mahallesinde çalışan bir öğretmen “idealist” olup gerçekleşme imkanı olmayan şeyler için kendisini parçalamalı mı? O çocuğun “insanlaşma süreci” bile limitlere sahip, o sürece bile “dokunabileceğinizin” sınırları var. Bu sınırları kestirmeye çalışmalı ve ötesine geçmeye çalışmaktan kaçınmak gerekir diye düşünüyorum çünkü beyhude bir çaba. İşini savsaklama ama önündeki duran ve aşılması imkansız olan koskocaman duvara da kafa atma…

RUS KLASİKLERİ

Son olarak da bu mevzudan bahsetmek istiyorum. Rus klasiklerinin hayranı bol ama ben onları, onları okumanın ne demek olduğunu sorguluyorum. “Anna Karenina” ve “Savaş ve Barış” hariç bütün önemli Rus klasiklerini okumuş bir insanım. Bu iki romanın öneminin farkındayım ve sanırım, onları da yarılarında sıkılsam bile tamamlarım… “Bunu yapma ihtimalim olan az sayıda roman kaldı” yazmıştım ve bu ikisi onlardan ikisi…

Roman evrensel olabilir mi?

Herhangi bir şey evrensel olabilir mi?

Bu sorularla derdim var.

Bir roman tamamen bir bireyin zihninden geçenleri ele alsa bile mutlaka o bireyin yaşadığı toplumdan ve zaman diliminden izler barındırır. Sürekli zaman ve mekan ötesi şeyler düşünen bir insan, bir deli bile bulunmaz çünkü! Bizler o toplumda ve hatta o zaman diliminde yaşamıyorsak o düşünüşün tam olarak nasıl bir şey olduğunu kavrayamayız diye düşünüyorum. Bu yüzdendir ki roman sanatı söz konusu ise, okuyucunun dünyasına en çok dahil olabileceği romanlar, onun yaşadığı ülkede ve de kabaca son 50, 60 yılda yazılmış olan romanlardır. Yine bu yüzdendir ki ben 1900’lerin başında yazılmış olan Türk romanların karşı bile bir nebze yabancılaşma duygusu yaşıyorum. Bu konu açıldığından hep aynı örneği veririm: “Aşk-ı Memnu”da adını unuttuğum erkek karakterin Bihter’i “kaşından öpmesi” nasıl bir ruh halidir. Bugün birisini kaşından öpseniz size tuhaf tuhaf bakar ama o yıllarda demek ki bu oluyormuş ve yığınlar Halit Ziya’nın Erenköyündeki köşkünü basmamışlar! Bu küçük bir örnek ama eski  romanlar böyle şeylerle dolu. Eski ve yabancı romanlar bu tür şeylerden çok daha fazlasına sahip. Sadece Zahar’ın “soba üstünde yatmasını”nın ne demek olduğunu anlamaya çalışmıyorsunuz, daha bir dolu ruh hali size yabancı geliyor. Rus klasikleri bize Kaf dağı kadar uzak bir dolu yabancılaşma “efektiyle” dolu. Ve çok uzun romanlar… Bölüm bölüm basıldıkları için yazarlar metinlerini uzattıkça uzatmışlar. Evet, “evrensel” denilebilecek bazı insan özellikleriyle ilgili çok çarpıcı, benzersiz cümleler aralarda karşımıza çıkıyor ama bin sayfalık bir Rus klasiğinde 20, 30 tane böyle cümle oluyor. Gerisi bize Kaf dağı kadar uzak günlük yaşam ayrıntısı oluyor. Bu yüzden Rus klasiklerinin büyük bir hayranı değilim. Çok etkilendiğim iki Rus romanı oldu: “Yeraltından Notlar” ve “Zamanımızın Bir Kahramanı”… Onlar da 200 sayfadan az. Rus yazarlar demek ki bir romanda 20, 30 benzersiz insan doğası özelliğinden bahsetmek gerektiklerini düşünüyorlardı, bunun için “Karamazov Kardeşleri” mi okumalı “Yeraltından Notlar”ı mı?

“Oblomov”da benzersiz insan doğası özelliği cümleler yok değil. Oblomovluk teması da gayet ilgi çekici bence ama roman dörtte birinden sonra bir aşk romanına dönüşüyor dediğim gibi. Ee, çok okuduk bunlardan. En iyilerini okuduk.

O zaman “Oblomovéu okumak için oblomovluk yapabiliriz…

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım, iyi günler…      

Uncategorized kategorisine gönderildi | , ile etiketlendi | Yorum yapın

Nuri Bilge Ceylan, Orhan Pamuk, Messi: Bir Messi Yazısı Daha

Evet; Messi, Nuri Bilge, Orhan Pamuk… Bana hayatım boyunca en coşkun duyguları yaşatan üç sanatçı… Hayatıma kattıkları renkler için kendilerine minnettarım.

18 Aralık 2022 günü oynanmış olan FIFA Dünya Kupası finalinden saatler önce “Belki de Son Messi Yazısı” başlıklı bir yazı yazmıştım. O tarihe kadar Messi ile ilgili çok yazı yazmıştım. Belki de o sonuncusuydu. Çünkü belki de o maç heyecanla izleyeceğim son Messi maçıydı.

O yazıda çok ilginç iki paragraf var. Bunlar gelecekte olabilecek en iyi ve en kötü senaryodan bahsediyorlardı. En kötü senaryoda Messi’nin kupayı alıp almamasından bağımsız olarak, maçtan sonra Amerikalı Inter Miami takımıyla anlaştığını açıklaması vardı. Bu onun üst düzey futboldan emekli olması anlamına gelecekti. Ben de gece yarıları kalkıp, Messi’nin bakkallarla çakkallarla yapacağı maçları izlemeyecektim elbette.

En iyi senaryo ise gerçekleşti. Messi kupayı aldı. GOAT’luk tartışmalarını bitirdi (buraya geleceğiz.) Sezon sonu büyük bir aksilik çıkmazsa bedavadan Barcelona’ya dönecek ve iki, üç sene daha rüya devam edecek benim için. Onun bir ŞL finalinde daha akan oyunda gol atmasını görmeyi çok çok isterdim. Bu şiarla, bu misyonla gidecek Barcelona’ya. Last Dance denmeye başlandı şimdiden. Bu anlamda çok çok mutluyum. Messi ayrıldıktan sonra hiçbir Barcelona maçı izlemedim. El clasico bile izlemedim. La Liga eskisi gibi çekişmeli olsaydı izlerdim ama o iki canavar gidince La Liga çok değer kaybetti. Yeni stat projesini sevsinler. O iki canavar oynayabildikleri süre boyunca orada kalmalıydılar.

Bu arada o maça değinmeden olmaz. Birçok ciddi futbol yorumcusuna göre tarihin en iyi maçı oldu. Normal süresi 3-3 biten Fransa-Arjantin DK finali. Kişisel futbol izleyiciliği serüvenimde en heyecanlandığım ikinci maç oldu o maç. Birincisi elbette GS-Arsenal maçıydı. GS’nin eskiden benim için ifade ettiği anlamı hayatımda yakalayabilen şey çok azdır. 79. dakikaya kadar tarihin en sıkıcı finaliyken o andan itibaren tarihin en iyi maçı oldu o maç. Mbappe’nin ortaya koyduğu karakter unutulmazdı. En unutulmaz kaybetme hikayesini yazdı bence Mbappe. Messi ise diğer eleme turlarındaki kadar etkili olmasa da iki gol attı ve “tek başına takımına dünya kupası kazandırmış” oldu. Eskiden dünya kupası demek Pele, Maradona, Ronaldo 9 ve Zidane demekti. Artık Messi de demek… 1970 yılından beri bir dolu GOAT’un elinde poz veren ve Zürih’teki FIFA müzesinde sergilenen o altın kaplamalı (aynı) kupa Messi’nin eline geldi nihayet. 2014’te yanından geçerken hüzünlü bir bakışı vardı ona…

O maç aynı zamanda Ronaldo’nun ve Maradona’nın da maçıydı. Birçok ciddi futbol yorumcusu Messi’nin futbolu “kapattığını” ve GOAT tartışmalarına nokta koyduğunu düşünüyor. Bunu kupayı almamış olsa da yapmış olduğunu söyleyen var, DK’nin belirleyici olduğunu ve onu aldıktan sonra yapmış olduğunu düşünenler de var. Benim düşüncem değişmedi. Bir önceki yazımda GOAT’un yani “greatest of all time/tüm zamanların en büyüğü”nün Maradona olduğunu düşündüğümü ama kendi uydurduğum bir tabir olan BOAT’un da “best of all time/tüm zamanların en iyisi”nin ise Messi olduğunu düşündüğümü yazmıştım. Futbolu Messi değil Maradona yarattı ama onu Messi gibi oynayan olmadı. Gelecekle ilgili kesin ifadeler kullanmak doğru değildir ama ben ölene kadar bu topu ondan daha iyi oynayan birisini görmezsem hiç ama hiç şaşırmayacağım.

Peki, Ronaldo? Her Messi yazısında ona da değinirim. Ronaldo için acı oldu son. Dünya Kupası’nda oynadı ve gol atarak beş DK’da da gol atan şimdilik ilk futbolcu oldu. Not: Messi 2010’da gol atmadı. Sonra onu yedek bıraktılar! İnanılır gibi değil. Sisteme uymuyormuş. Affedersiniz, yarraam! Yani Portekiz TD’si… İsmini bile unuttum şu anda. Portekiz tarihte kaç DK aldı? O kupayı alma ihtimali neydi? Gelecekte DK alma potansiyeli ne durumdadır? Ronaldo sahada olduğu zaman milyarlarca kişinin desteklediği Portekiz, o yokken Polonya gibi bir şey oluyordu. Ronaldo gibi bir adam bir daha gelmez! O varken iradeni ona teslim edeceksin. Ronaldo için kulüp düzeyinde de işler bozuldu. Manchester United da ona saygı göstermedi. Daha doğrusu yaşlanıyor artık, bunu kabul etmek lazım. Ayrılması normal ama gittiği yer anormal. Suudi Arabistan’a gitti. Bence tek bir motivasyonla. Para değil o. Zaten milyar yüro kazanmış olan ilk sporculardan biri oldu. Kebap bir ligde atabileceği kadar gol atıp Messi’nin gol sayısında kendisini geçmesini engellemek. Arada 20-25 gollük fark yaklaşık 7,8 senedir duruyor. Bir türlü kapanmıyor. Messi Barcelona’da kalabilseydi o fark kapanırdı.

Acaba Portekiz’de bir üst düzey takıma gidemez miydi? Veya TR’deki bir büyük takıma? Avrupa’da şampiyonluk adayı takımlar onun için artık gerçekten tarih mi oldu? Bence Protekiz’e gitmeliydi.

Şimdi Messi Barcelona’ya dönüyor. Neler olacak? Messi orada ıslıklanmaz. Zaten şu anda yeni statta onun için bir müze bile yapılıyor. Heykeli var. Barcelona genç süperstarlarını tutabilirse, Messi’nin son iki prime yılı ve Lewandovski’nin de son iki prime yılı çakışacağından dolayı bence ŞL imkansız değil. City’nin durumu da ortada gerçi. Neyse her türlü heyecanlanıyorum.

Oyuncağı elinden alınmış çocuğa oyuncağını geri verdiler.

2022 yazında; 2023 ağustos ayında Ancelotti’nin Real Madrid’in başında olmayacağından ne kadar emin olduysam 2026’ya katılacağını ima eden Messi’nin de o kupayı alamayacağından o kadar eminim. Ama ne gam! Her şeyi aldı, her şeyi başardı! Pardon, Fransa kupası onun mücadele edip de alamadığı tek kupa… Kim siker Fransa kupasını… Kral Ronaldo Arabistan’da birer birer kral kupalarından, halife kupalarından, imam kupalarından elenirken her şeyi almış olan Messi dördüncü Şampiyonlar Ligi kupasına doğru gidiyor. Her zamanki gibi orada olacağım!

Teşekkürler Sahipkıran!

Seni ölene kadar unutmayacağım….  

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Seçimlerle İlgili Düşüncelerim

*2014 Mart yerel seçimleri öncesinde, o seçimin o ana kadarki en önemli seçim olduğunu ve o tarihten itibaren de olacak olan seçimlerin hep en önemli seçim olacağını düşünmüştüm. Gerçekten de öyle oldu. Bu seçim şimdiye kadarki en önemli seçim.

*Olağanüstü bir şey olmazsa Ak Parti ve Erdoğan kaybedecek gibi duruyor. Olağanüstü bir şeyler olabilir mi? Bu soruya kesinlikle hayır diyemeyiz. Tr bir muz cumhuriyeti değildir. Hala ve her şeye rağmen bir devlet aklının olduğuna inanıyorum.

*Bu vesileyle “Erdoğan seçimle gitmez” yargısına da değinelim: Gider. Yapacak bir şeyi kalmazsa gider. Oy desteği zaten yetmiyor. Etrafındaki güç odaklarında da erime başladı mı bu iş biter. İstanbul seçimlerinde de “mümkün değil Ak Parti İstanbul’u vermez” dendi ama vermek zorunda kaldı.

*Çok saçma bulduğum bir diğer yargı da “bu son seçimler” yargısı. Seçimlerin olmadığı bir ülke artık dünyada, özellikle de Türkiye’de mümkün değildir. Türk milleti kaos sevmez. Güçle ezilmeyi sever ama yeter ki kaotik görünmesin her şey.

*Bir dönem daha Ak Parti iktidarının kaldıralamayacağı da yalandır. İnsan her şeye alışır. Bakın depremin üzerinde iki ay bir gün geçti ve işler büyük oranda normale döndü. Oradaki insanlar acılarıyla ve yoksunluklarıyla baş başa kaldılar ama ülkenin geri kalanında her şey normalleşti. Kimse story’den yemek yemeye utandığını yazmıyor artık oysa orada hala insanlar zor şartlar altında yaşıyorlar. Bir dönem daha Ak Parti iktidarı da kaldırılır. Kaldıramazsan kaldırırlar gülüm!

*Neyse, Ak Parti’nin kaybetmesine geri dönelim. Neden kaybediyor? Neden kazandığını da sormak lazım aslında. TR toplumunun taş çatlasa %3’üne tekabül eden bir kesim olan şeriatçılar, nasıl oluyor da 20 yıldır ülkeyi yönetebiliyor? Ben asıl bu sorunun peşindeyim. TR toplumunun ana politik damarı olan merkez sağı içerisine katmayı başarabildiği için aslında. Şimdi o merkezde bir kopma oldu. Kopan taraf bu tarafa geçti. Artık TR’de belirleyici olan Kürtler de bu blokta birleşince olay bitti. Ağır ekonomik koşullar da bu süreci hızlandırdı. Gerçekten üç sene önceki ekonomiye kurban olurum ben. Yürüye yürüye gidip ev almıştık. Şimdi orta sınıfın 1,5 milyon TL biriktirip de ev kredisine başvurma imkanı yok.

*Burada hayatın değişip dönüştüğünden, sosyal medyanın belirleyici etkisinden de bahsetmek lazım. Şeriatçıların kafasındaki yaşam tarzını bence bugün gençlere yedirmek mümkün değildir. Aslında bakarsanız Türk milletine yedirmek mümkün değildir. Türk milleti inançsız olmak istemez ama tüm gündelik hayatını İslamın kurallarına göre yaşamaya da asla gelmez. Bu yüzden en büyük ideolojik motivasyonu dindar yaşam tarzı olan Ak Parti sokakta zaten kaybetti. Hep bahsettiğim Cak Parti aslında sokakta iktidar. Yani CHP’nin kendisi değil ama fikirleri iktidar.

*Kılıçdaroğlu iyi bir lider mi ve de Aleviliği (ve kimsenin bahsetmediği Kürtlüğü) sorun olur mu? TR’de üç şeyde haticeye değil neticeye bakılır: futbol, ilişkiler, siyaset. Futbolda ne yaparsan yap kazandığın zaman iş bitmiştir. İlişkilerde ne yaparsan yap evlendiğin zaman sorun yoktur. Siyasette de kazandığın zaman bütün argümanlar boşa düşer. Kazanamadığın zaman her şey sorgulanır. Mitingine gittiğim (gözlem amacıyla) İnce’nin bugün nasıl da bir ucubeye dönüştüğünü görüyorum ve örnek olarak vermek istiyorum. Şu anda müthiş bir Kılıçdaroğlu rüzgarı esiyor, o zaman sorun yoktur.

*Yeni gelecek olan iktidarın ekonomik olarak işinin çok zor olduğuna inanıyoruz ama belki de kazın ayağı öyle değildir. Bizler devlet işlerini bilemeyiz. Belki de bazı kesimlere inanılmaz para aktarılıyordur, bu olay sonlanınca işler rayına oturur belki. Belki de mahvolacağız iyice.

*Erdoğan bir kült figür. Türk milleti kült figüre bayılır. Bütün cahil milletlerin bayıldığı gibi. Kült figür yara alırsa bir daha toparlanamaz kolay kolay. Halkın yarısından fazlası artık ondan kurtulmak istiyor. Bu yüzden, ondan kurtulmak isteyenlerin karşısında kim olursa olsun oy vermesi lazım diye düşünüyorum. Erdoğan giderse, en azından birkaç yıllığına onu kahraman yapacak şeylerden kaçınmak lazım. Devri sabık yaratma sevdasına devri tekrar getirmemek lazım. Erdoğan gittikten sonra şeriatçılar ait olduğu yere gidecekler yani %2’lik, %3’lük küçük partilere. Para kaynakları da kesileceği için etraflarında yaşı geçkin kırık kafalılardan başka kimseyi bulamayacaklar. Hesap böyle sorulmuş olur bence.

*Bütün Devaların, Geleceklerin, Fetullahçıların (yine yazılışına baktım), Saadetçilerin 20, 30 sene sonra çok ağlayacaklarını düşünüyorum. Biz ne eşekmişiz de Erdoğan’ın altında birleşmemişiz diye zırıl zırıl ağlayacaklar. Cak Parti iktidara gelecek, Anadolu Efes’in adını Efes Pilsen yapacak, çadır festivallerini, rock festivallerini, seks festivallerini bir bir geri getirecek, sizin okullarınızda ideoloji neferleri olarak gördüğünüz gençler de bu festivallere katılacaklar.

*IYI Parti ne ayak? Eskinin DYP, ANAP’ını ve hatta bir dolu da sağ referanslı Atatürkçüyü bünyesinde toplayan bir oluşum. Oturmayı, kalkmayı, cümle kurmayı bilen faşistlerin önderliğinde bir araya geldiler. Bu faşistlerin eskiden dayanak noktaları anti-komünizmdi. Sonra anti-Kürtçülük oldu. Ama bu 40 yılda da Kürtler çok politikleştiler ve TR’nin belirleyici aktörü oldular. Şimdi ne yapacaklarını bilemiyorlar. TR’de ne yapacağını bilemeyen kesimlerin başında IYI Partililer gelir. Gün gelir, “sikerim yapacağınız işi” deyip tekrar Ak Parti’yle yakınlaşırlar mı? Zannetmiyorum. Ama emin değilim. Zaten kaybeden bir AKP, artık AKP değildir ve dağılır. 75, 76 yaşında ve dört senedir ortalıkta olmayan bir Erdoğan, bunlarla tekrar her şeye başlar mı, o da pek olası değil. Bekleyip görelim.  

*MHP’nin de tarih sahnesinden silineceğini düşünüyorum.

*Peki, Erdoğan kazanabilir mi? Normal koşullar altında kazanamaz.

*Başkanlık sistemini hemen değiştirmeye gerek yok. Onun etinden ve sütünden yararlanmak lazım. Meclis çoğunluğu Cumhur İttifakı’nda olursa hele hiç geri durmamak lazım ama dedim ya, kaybetmiş bir Ak Parti, Ak Parti değildir. Ak Parti bir muhalefet partisi olamaz.

*Kürtler belirleyici aktör oldu. TR’de Kürt sorunun “çözüleceğine” inanmıyorum. Yani Kürtler hep nefret edilen, çevrede istenmeyen insanlar olacak. Kürt sorunu budur bana göre. Ne olur, ne biter bilemem. Ama düzenin bütün siyasi aktörülerinin topyekün Kürtlere küfür ettiği bir düzen bir daha gelmeyecektir. Başarı budur.

*TR adım adım kendisini İmamoğlu başkanıma teslim ediyor diye düşünüyorum. Bu seçimde olmadı. Bence en uygun aday oydu. Ama dava meselesi sıkıntı oldu ve Kılıçdaroğlu da o kadar egosuz bir insan olmadığını gösterdi. Ama bir sonraki seçimde 80 yaşındaki Kılıçdaroğlu aday olmaz ve TR doğru liderini bulur diye düşünüyorum. Cak Parti’nin en ideal adamı o.

*Yeni dönemde ilk olarak tarikatların maddi kaynaklarını kesmek lazım. Sonra gündelik hayattaki dini uygulamaları yok etmek lazım ki kendiliğinden yok olur. Türbanı yasaklamak gibi saçma hamleler zaten yapılmaz. Hemen hesaplaşmak gibi bir niyet olmaması lazım. Hırsız, rüşvetçi, ihaleci takımının tam olarak tasfiye edilebileceğine inanmıyorum. Cak Parti’nin zaten hali hazırda kendi hırsızları vardır. Erdoğan iyice yok olduktan sonra da zaten Millet İttifakı’nın yapay birlikteliği de bozulacaktır. Sonra ne olursa olsun! Bizim ömrümüz boyunca TR asla bir gül bahçesi olmayacaktır ama en azından çadır, rock, seks festivalleri olur.  

*Bir paragraf da TİP’e. TİP’ten arkadaşlarım var. Benim eski parti. Ben sosyalizmin hikaye olduğunu düşündüğüm için bu işleri bıraktım ama onlar bırakmadılar ve devam ediyorlar. Parti üyesi insanlara parti ne yaparsa yapsın doğru gelir. Çünkü parti üyesi olmanın o insanlara sağladığı bazı (psikolojik) şeyler vardır. Bunlardan olmak istemeyen insana partinin tüm kararları doğru gelir. Ama sorsan hiçbiri öyledir demez. Neyse, bence TİP yanlış yaptı. YSP’nin listesinden girmesi gerekiyordu. Seçilecek yerlerden 7, 8 MV alıp aynı listeden girmeliydiler. YSP’ten hiçbir talepleri olmadığını söylüyorlar. Ben buna tam olarak inanmıyorum. En yüce partiler bile zaman zaman yalan söylerler. Konuşuldu ve sayı mı beğenilmedi veya kafayı kırıp şanslarını denemek mi istediler emin değilim. Değişik anket şirketlerinde %1 ve üstünde gözüküyorlar. Aslında bir sosyalist parti için büyük başarıdır bu. Ama bu etkinlik nasıl yakalandı? Mecliste olup etkileyici konuşmalar yaparak ve kabul etmezler ama biraz da Erkan Baş’ın yakışıklılığı, karizması sayesinde… Bu işler böyle TR’de. Meclise zaten HDP listesinden girmişlerdi. Şimdi bunu o %1 bilmiyor mu? Aynısı olabilirdi. 8 MV daha etkili olurdu. Bu seçimleri insanlar ölüm kalım savaşı olarak gördükleri için ve kazanmak hiç olmadığı kadar olası olduğu için TİP’le organik bağı olmayan bir kişinin CHP veya HDP’yi bırakıp TİP’e oy vermesi bana pek olası gelmiyor. Yani %1’i bile tehlikeye attılar. Siyaset asıl olarak sokakta yapılır diye düşünülüyorsa hata ediyorlar demektir. TR’de siyaset özellikle sosyalistler için eşittir reklam, tanıtım, göz önünde olmaktır. 15 kişilik basın açıklaması yapılınca veya sadece 10 bin kişinin ilgisini çekecek olan gözaltılarla siyaset yapılmaz TR’de. “MV pazarlığı yapmak” tabiri gereksiz yere kirlenmiş TR’de. Tabii yapacaksın. Karşılığın varsa da alacaksın. Bağımsız hat diye diye ancak sana hayır diyemeyen amca, dayıyla 30 bin oy alırsın. Ki bu seçimde bırakın amca, dayıları anne ve babaların bile çocuklarının küçük partilerine oy vermesi çok zor.

*Bir paragraf da TKP’ye. O da benim eski eski parti ve onlara yaptığım destek için çok çok pişmanım. TKP bence bir siyasi parti değil bir kafa. Evet, bir kafa. Kendilerini dünyanın en önemli ve en büyük adamları zannediyorlar. Bakıyorsun açıklamaya “Kılıçdaroğlu’na oy vermek Millet İttifakı’nı desteklemek değildir!” Breh breh breh! Zannediyorlar ki şu anda her seçimde hangi partinin hangi ilkeli tutum aldığını not alan bir işçi sınıfı var ve “gün geldiğinde” bu işçi sınıfı bu “aktörler” içerisinde en ilkeli bulduğu TKP’yi devrimin başına geçirecek. Yok öyle bir şey. İşçi sınıfı şu anda Tiktok bakıyor, iddaa oynuyor, keraneye gidiyor. Rejim referandumunda da şunları şunları düşünmeyen, şu şu ilkeyi takınmayan kişiler hayır deseler bile aslında evet demiş olacaklar. Ya bal gibi hayır dediler ve şerefleriyle kaybettiler işte. Ne ilkesi, ne tutumu! Bu seçimde “Erdoğan gidecek, peki ya sonrası? Ne değişecek?” demeye cesaret bulamadılar ama yemin ederim öyle düşünüyorlar yani Kemal Okuyan öyle düşünüyor. Dolayısıyla TKP de öyle düşünüyor. 2013 Mayıs ayında CHP’nin Taksim’de miting yapması için “CHP’ye ilk ve son çağrımızdır” diye bir internet yazısı yazmışlardı. Onlar buna açık mektup veya bildiri diyorlar. İşte kafa budur. Kendisini dünyanın en büyük adamı zannetmek. O kadar emin ki büyüklüğünden “ilk ve son çağrı” diyor. “gün geldiğinde” işçi sınıfı “ ama sen burjuvaziye çağrı yapmıştın” dediğinde “ilk ve son çağrı demiştim ama” demek için bunu yaptılar. Neyse, bu yazdıklarımı okuyan hiçbir TKP’li (ve de hiçbir TİP’li) beni haklı bulmaz zaten. “Parti” her zaman haklıdır. Bağımsız hat denen şey TR’deki hikayelerin en büyüğüdür.   

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

11 Ekim 2008

11 Ekim 2008 gününü Londra’da geçirdim…

Bütün ayrıntılarını hatırladığım bu günü anlatmak istiyorum. Deklarasyon: büyük harf ve kesme işareti kullanımını bırakıyorum yazının bundan sonraki bölümü için…

O tarihte ingilterede ne işim vardı? Bok mu vardı ingilterede?

2008 ekimine kadar yurt dışına çıkmamıştım. O seyahat benim ilk yurt dışı seyahatimdi. Ve şu hayata yurt dışı seyahati kadar sevdiğim şey azdır. Aslında bu seyahate mayıs 2008de çıkacaktım ama olmamıştı.

Neden ve nasıl?

O dönemlerde bolu mebde Avrupa birliği projeleri ofisine gitmiş ve beleşten yurt dışına çıkmak için bilgiler almıştım. İlk olarak bir projeyle değil de tek başıma çıkmak istedim. O zaman yurt dışından bir kursa davet maili alıp tr ulusal ajansına (bu işlerle ilgilenen resmi kurum) başvuruyordunuz. Yurt dışı kursları bazı ülkeler için bir sektör konumundadır. Bu kurslar çoğunlukla hikayedir. Amaç katılımcılar için beleşten yurt dışına seyahat etmek, kursu veren kurum için de para kazanmaktır. İngiltereden bu kursu buldum ve başvurumu yaptım. Elbette kabul edildim. Sonra ulusal ajansa başvurdum. Oradan da kabul edildim. Geriye uçak biletini alıp vizeye başvurmak kalmıştı…

Mayıs ayında bu olayın yetişmemesinin sebebi İngiltere vizemin zamanında çıkmamasıdır. O zaman İngiltere konsolosluğu altunizadedeki mabeyin et lokantasının arkasındaki bir prefabrik yapıdaydı. Bütün belgeleri hazırladım, onları kendim İngilizceye çevirdim, yazıcım son belgeyi çıkarttı ve bozuldu ama vaktinde eksiksiz olarak mekana gittim. Belgeleri verdim. Bu arada uçak biletini de cebimden almıştım. Biletsiz başvuru almıyorlar. Bu arada İngiliz kibri diye bir şey vardır. Elbette adamlar haklı, tüm dünyayı zekalarıyla parmağında oynatmışlar. İngiltere vizesi için o zamanlar en erken seyhahat tarihinden iki hafta önce başvurabiliyordunuz. Yani uçak 25 mayısta kalkacaksa, başvuruyu 11 mayısta alıyor, 10 mayısta gidersen almıyor. Allahümme salli ala seyidina muhammedin ve ala ali Muhammet! Belgeyi verdik ve sonucu bekliyoruz. 10 gün oldu ses yok. 11. Gün telefon ettim konsolosluğa. Sesli yanıt sisteminden bir insana bağlanman için önce kredi kartından 20 paunt çekiyor, sonra müşteri temsilcisine bağlanıyorsun. B: Hello, I want to learn if my visa has been approved or not (Merhaba, vizemin onaylanıp onaylanmadığını öğrenmek istiyorum) A: It has been being worked on. Not yet! (üzerinde çalışılıyor. Henüz değil.)

Acaba mı diye düşünmeye başlamıştım. 13. Gün bir daha 20 paunt bayıldım ve aradım. Yine aynı yanıt. Fuck you! (ananızı avradınızı sikeyim) evet uçak biletim yandı çünkü vize çıkmadı vaktinde. İki hafta sonra bir “call” geldi. A: Hello Berıın, your visa is ready. Come and get it! B: I am coming. I am Kemal… Bu arada ulusal ajansla ve kurs merkeziyle görüştüm ve ekimdeki seansa katılabileceğimi söylediler. Sevinmiştim. Nihayet yurt dışına çıkacaktım. Yaş 29! Vizemi almak üzere istanbula gittim…

Bu arada aktif siyasetle ilgilenmediğim zamanlarda o kadar apolitiğimdir ki kendimden utanıyorum. Vizeyi almak için gittiğim tarih 1 mayısmış haberim yok. Lisede ve üniversitede çok zayıf solculuk faaliyetlerim olmuştu ama okul bittikten sonra hatta üni 1’de bu işleri bırakmıştım. Altunizadeye vardım ve konsolosluğun şişli abideyi hürriyete taşındığını öğrendim. Fuck you! Bir otobüse atladım ve şişliye geçtim. Mecidiyeköyde şoför daha fazla gidemeyeceğini söyledi ve bizi orada indirdi. Otobüsten iner inmez müthiş bir hengamenin arasında kaldım. Gaz su dayak gırla! Kendimi bir şekilde konsolosluğun yeni binasına attım. Belgelerimi alırken içimden bir kere daha fuck you dedim. Çıktım, bir şekilde eve geldim, bir şekilde ekimde ingiltereye gittim.

İki haftalık bir kurstu. Şu anda konusunu hatırlamıyorum. Eğitimde bilmem ne bilmem ne sürdürülebilirlik bla bla bla! Londra’ya iki saat uzaklıktaki Cheltenham kasabasında. bir ailenin üç katlı evinde kalıyoruz. Aynı kurstan bir Polonyalı bir de İspanyol öğretmen arkadaşım var. Bir de üç küçük alman kız. Aile kursiyerlere evlerini açarak para kazanıyor. İyi para kazanıyor. Bize uyduruktan yemekler yapıyor. Yemeği yiyoruz sonra odalarımıza çıkıyoruz. Evde dolaşmak yok. Yemek saatleri dışında çift için hayatları aynen devam ediyor.

Cheltenham küçük ve dingin bir kasaba. Gezmek dolaşmak için iki cumartesi bir de pazarımız var.

O cumartesilerden biri olan 18 ekimi anlatmak istiyorum daha çok.

Ne yapalım ne edelim dedik! Kurs cumartesi günü için bir roma şehri olan Bath’a (hamam) gezi düzenledi. Ben katılmak istemedim. Londrayı gezebileceğim tek gün olan o günde londraya gitmek istedim. Polonyalı arkadaşım da bana salça oldu. aslında tek başıma gezmek isterdim. Ama ısrarcı oldu. bak dedim ben futbol stadyumlarını gezmek istiyorum, sonra şey olmasın diye de belirttim. Israrla patron sensin dedi. Elemanı satamadım. Sevmediğim biri değildi, bazen mailleşiriz hala ama dediğim gibi bir şehri gezerken birisine bağlı olmak istemezdim. O da futbolla çok ilgiliydi zaten.

Bu arada fuck me! Londrada bir günüm var ve British museum a gitmedim. O zamanlar tarih, mimari ve arkeoloji merakım yoktu. Şimdi olsa sabahtan akşama British museum u gezerdim. Bu arada Thomas çıtlatmadı değil. Ama ben net stadyumları gezmek istediğimi kendisine söyledim. Bir Fulham maçına da gidebilirdim aslında. Gitmeden bakmıştım biletlere, 100 paunttu. Birkaç gün sonra bileti almaya karar verdiğimde tüm biletlerin tükendiğini (sold out) gördüm.

Neyse sabah otogardan otobüse bindik. Şoför emniyet kemerlerimizi bağlattı ve sonra da tek tek herkesi kontrol etti. Victoria Coach Station’da indik. Coach şehirlerarası çalışan otobüs demek. Bir gün boyunca geçerli olan tren ve metro biletinden aldık. O yıllarda akıllı telefon ve navigasyon olmadığı için aradığımız yeri klasik yöntemlerle bulmak durumundaydık. İlk durağımız stamford bridge idi yani chelseanin stadyumu. Chelsea 2004 yılında rus milyarder abramovicin para akıtmasıyla dünyanın en önemli kulüplerinden biri olmuştu. Bu tarzın ilk örneğidir. Elbette sıkı bir futbolsever olarak izlediğim bir takımdı. Chelsea semtine doğru yollandık.

Bir yerlerde dünyada emlakın en pahalı olduğu yer diye okumuştum chelsea için. Çok güzel bir semtti elbette. Sora sora stadyumu bulduk. Kale arkasındaki o meşhur kahverengi tuğlalı otelin yanından stadyuma kaykıldık. Ücret 20 paunt falandı. Tam hatırlamıyorum. Rehberi bekledik. Ve ilk stadyum turuma başladım. Gerçi trdekileri saymazsak bir de bernabau turu yaptım bugüne kadar. Rehber soyunma odalarından başladı. Basın odası, teknik direktör odası falan hepsini geçtik. Sıra tribünlerdeydi. Çok etkilenmiştim. Sürekli televizyonda gördüğüm, inanılmaz maçlar izlediğim mekandaydım artık. O yıllarda chelsea ve Barcelona her sene şlde eşleşiyorlardı ve unutulmaz maçlar yapıyorlardı. Aynı şekilde man. United ile de chelsea nin maçları unutulmaz oluyordu. Hepsi aklımdaydı. Çok değil bir beş, altı ay önce man united ile chelsea bir şampiyonluk maçı oynamışlardı ve ben de rehbere ballack ın gol attığı kalenin hangi taraf olduğunu sordum, rehber bilemedi. Kim bu manyak diye düşünmüştür. Tribünleri gezerken wag box denen yeri bize ayrıca tanıttı. Koyu renk camlarla kapatılmış bu bölüm futbolcuların eşleri içindi. Ama avrupada evlilik dışı ilişki de çok yaygın olduğu için mekanın adı wag box idi. Yani wives and girl friends yani karılar ve kız arkadaşlar locası… 2002 dünya kupasında bütün türk futbolcularının eşleriyle koreye gittiğini, bir tek emre aşıkın evli olmadığı partneri aysun kayacının kafiledeki tek “namussuz” olduğunu hatırlıyorum.

Sonra sahaya da girdik. İşte bu inanılmazdı. Yedek kulübesinde fotoğraf çektirmiştim. Fotoğraf çektirmek o zaman bir lükstü. 2004 yılında bir maaşımla dijital fotoğraf makinesi almıştım. Yani şimdi 17 bin tl bir makineye veriyorsunuz ve o sadece fotoğraf çekiyor. Şu anda akıl alır gibi değil ama o yıllarda o işler öyleydi.

Chelseaden ayrıldık. Thomas halinden memnun gibiydi. Onunla 70ler, 80ler, 90lar futbolu üzerine konuşurduk. Sonra meşhur big benin olduğu yere gittik. Parlamento binası vs. tarihi londranın kalbi. O köprüden geçtik. Etkileyiciydi. Dediğim gibi o yıllarda sığır önde gideniydim. Hayatımda sinema ve futboldan başka hiçbir şey yoktu. Londrada bir günüm vardı ve o günü stadyumlara ayırmıştım. Sinema demişken, o gezide büyük hayranı olduğum coen kardeşlerin son filmi “burn after reading”i de sinemada izlemiştim. Yurt dışında film izlemişliğim de oldu yani.

Sonra trafalgar meydanına gittik. Amacım o meşhur meydanı görmek değil, orada yer aldığını bildiğim dünyanın en meşhur oyuncakçı dükkanına gitmekti. Neden? Little miss sunshine filmindeki meşhur sarı minibüsün bir model arabasını bulmak… takıntılı olmak böyle bir şeydir işte… parlamento binasının orada london eye / Londra gözü denen dönme dolaba da bindik. Yaklaşık 45 dakika süren bu etkinlik çok iyiydi. Londraya havadan da baktık bir nebze. Sonra o esnada orada tesadüfen bir korku filmi festivaline denk geldik. Dr. Hannibal kılıklı bir adamla fotoğrafım da var. Fotoğrafları paylaşmayacağım çünkü kılık kıyafetimi iğrenç buluyorum. Giyinmeye önem vermeye başlayalı üç, dört sene oldu. bu da hayatımda pişman olduğum 50 bin şeyden biridir. Ne demek giyinmeye önem vermemek…

Sırada arsenalin stadyumu vardı. Yeni açılan stadyum. 90lı yılların sonunda başlayan wenger dönemiyle mourinho chelseaye gelene kadar geçen süredeki Arsenal dünyanın en iyi takımlarından biriydi. Çok severdim onları ki orada izlemekten en çok keyif aldığım bir adam vardı. Bugün emirates stadyumunun önünde heykeli olan thiery Henry (sanatçı)… hastasıydım. Stadyumu zor bulduk. Metrodaki profil de değişmişti. Zenciler, serserileri, orospular, pezevenkler, kürtler 😀 çingeneler vardı. Beş tane kırmızı tuborg içtiği belli olan bir zenci gelip bizden sigara istedi. Yok dedik gönderdik. Bir tanesi sigara yaktı. Stadyumu bulduk ama son rehberin saatini kaçırdığımız için içeri giremedik. Üzülmüştüm. Big benin orayı en sona bırakıp, direkt emiratese gelmemiz gerekirdi.

Sonra karnımı acıktı. İngilizce hazırlık kitaplarında çok gördüğüm fish n’ chips yemek istediğimi thomasa söyledim. O da şaşırdı. Neyse varoştaydık zaten ve ortalık fish n chips mekanı doluydu. Birine girdik. İngilizce siparişimizi verdik. Bu arada şimdi maçkolike bakarak bu günün tam olarak hangi gün olduğunu buldum. 19 ekim 2008 Pazar günüymüş. Çünkü mekanda bir Beşiktaş maçı vardı. Bu maçtan başkası olamaz. Mekan sahibinin türk olduğun anladım. Bula bula bir türkün fish n chips mekanını bulmuşuz. Adamlar biraz sohbet ettim. Yurt dışında türk bulunca sevindirik olup, banker bilo filmindeki gibi boynuna sarılmam. “nassın, eyi siin, halın keyfin nasıl?” diye sormam. Tanımadığım insan türk de olsa japon  da olsa tanımadığım insandır benim için. Mekandan kalktık ve Victoria coach stationa geri döndük. Sonra da cheltenhama…

Böyle bir gündü. İlk yurt dışı “kültür” gezimdi. Yurt dışına çıkmak insanı biraz başka bir insan yapıyor. Komple değiştirmiyor elbette. Bana da o olmuştu. Trnin ne kadar boktan bir ülke olduğunu anlıyorsun. Gerçi yurt dışına ön yargılarla giden ve etrafındaki her şeyi küçümsemek, garipsemek, beğenmemek eğilimde olan insanlar da gördüm ben. Bu da olabilir. ama süper ülkelere giderseniz trnin ne kadar boktan olduğunu düşünmeniz daha olası. Ya biliyoz geri kalmış ülkeleri sömürdüler… sanki fırsat bulsaydı senin ataların sömürmeyecekti… sanki hiç sömürmediler…

19 ekim Pazar günü londraya gitmişsek, 18 ekim cumartesi günü önce sinemaya gitmişiz sonra da diskoya gitmişiz demektir. O öyle bir gündü. 25 ekim günü de kursun sunduğu iki tercihten biri olan şekspirin doğduğu yere gitmiş olmalıyız. Diğer seçenek bath şehriydi. Şekspirin doğduğu yeri görmek istedim çünkü üniversitedeyken bizim şekspir 1 ve şekspir 2 diye derslerimizi vardı ve ben birincisinden kalmıştım. Şekspir oyunlarının Türkçesini okurduk. İngilizcesi anlaşılmazdı. Tiyatroyu ve şiiri sevmeyen bir insan olarak elbette şekspiri sevmem ama onun bireyin iç dünyasına odaklanması ve anti-kahramanlarla ilgilenmesi roman sanatına ilham veren en önemli şeylerden biridir. Bu anlamda kendisine müteşekkirim. Sonra oradayken bir de şekspir oyununa götürdüler bizi. Fırtına mıydı bir yaz gecesi rüyası mıydı hatırlamıyorum. Böyle yuvarlak, şekspir dönemi bir tiyatroydu. İngilizcesinden hiçbir şey anlamadık elbette. Çok çok sıkıldığımı hatırlıyorum.

25 ekim Pazar günü de trye geri döndüm. Havaalanına indim ve biraz yüro bozdurmak istedim. Yüronun inanılmaz arttığını gördüm. Büyük bir kar etmiştim. Mayıs ayında bana giren uçak biletinin parasını çıkarmıştım. Okuldakiler için bir paket çikolata almıştım ama enteresan adam, rehber öğretmen hasan ergün demirhan öğretmenler odasında kutunun neredeyse tamamını yediği için diğer öğretmen arkadaşların büyük bir bölümü çikolatadan tadamamıştı. Bir gün kendisi kendisini googledan aratırsa bu yazıya denk gelir ve yaptığı hatayı anlar. Anlar mı? Anlamaz çünkü dediğim gibi tam bir kafadan kontaktır. Öyle insanlar hayatta yaptığının yanlış olduğunu düşünmezler…

Böyle bir gündü…

11 ekim 2008 değil 19 ekim 2008 Pazar günü…

İyi günler!

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Ne Olacak Şimdi?

*İnsan her şeye alışır. Hayat devam eder. Hep böyle olmuştur.

*Bir insanın diğer bir insanı sevmesinin ölçüsünü 100 birim kabul edelim… 80 birimlik sevdiklerini kaybedenler, çok daha uzun süre bu acıyı duyacaklardır. İnsan bu kadar çok da genelde çekirdek ailesindeki bireyleri sever. Evlat, (sevilen) anne baba, (sevilen) kardeş veya çok sevilen dost, çok sevilen akraba… Bu kaybedişler büyük bir trajedi sonucunda olduğu için kolay kolay onarılamaz. Diğerleri şimdi bile onarılmaya başlamıştır. Zamanı değil denecektir, kabul edilmeyecektir ama bence bir gün %80’lik kayıplara da alışılır.

*Bir, iki hafta sonra sosyal medyada normal paylaşımlar başlayacaktır. Bir ay sonra gezme, tozma, eğlenme anları paylaşılmaya başlanacaktır. Bunlara tepkiler gelecektir ama cılız olacaktır. Paylaşımlar devam edecektir.

*TV’ler film, dizi vermeye başladırlar bile. Spor, sanat etkinlikleri de kısa sürede başlayacaktır ve insanlar bunlardan heyecan duyacaklardır.

*Bir, iki ay sonra, oralardan göçmüş olanlar eğer uygun konteynır olanakları olduğunu görürlerse geri dönmek isteyeceklerdir. Başka bir şehirde, tek başlarına bir sene kiralık evde kalabilecek ekonomik gücü olan aileler bu süreyi geçirmek isteyebilirler. Başkasının evinde kalmak zorunda kalanlar dönmek için şartlarını zorlayacaklardır.

*Sn. Cumhurbaşkanı’mız önderliğindeki Ak Parti hükümetinin kendi doğalında giden bir kaybetme süreci vardı. Bu depremle bu süreç hızlanacaktır. Normal şartlarda bir seçim olursa tabii…

*Normal şartlarda bir seçim olursa ve iktidar el değiştirirse yeni gelen iktidarın işinin çok zor olacağını düşünüyorum. İşin ekonomik boyutu çok ağır. Gerçi daha önce defalarca kez belirttim, biz sıradan insanlar devletin durumunun ne olduğunu bilemeyiz. Belki de bir şeyler bir şeyler olur veya bir şeyler bir şeyler değişir, durum farklı bir hal alır.    

*Normal şartlarda bir seçim olursa ve iktidar el değiştirirse vurguncu müteahhit takımının üstüne gidileceğine inanmıyorum.

*Normal şartlarda bir seçim olursa ve iktidar el değiştirirse o andan itibaren insanın güvenliğini ve rahat bir yaşam sürmesini merkeze alan bir şehircilik anlayışının egemen kılınacağına inanmıyorum. Örneğin İstanbul’un 10 milyonu için Anadolu’da iş olanakları ve konutlar yaratılacağını aklınız kesiyor mu? Geri kalan beş milyon için İstanbul’un baştan ve insanı merkeze alan bir anlayışla yeniden inşa edileceğini aklınız kesiyor mu? Hayır, aynı düzen devam edecek. Birtakım iyileştirmeler olabilir ama topyekûn şehrin ve bölgenin ve de ülkenin yeniden dizayn edileceğine inanmıyorum.

*İstanbul’da böyle yıkıcı bir deprem olduğunu düşünelim ki uzmanların yarısı olacağını söylüyor… O durumda olabilecekleri düşünmek bile istemiyorum. 100 binlerce can kaybı, iflasa gitmiş bir ekonomi, devlet otoritesinin bir süreliğine yok olma ihtimali ve o sürede yaşanacak şeyler…

*Şerefsiz her zaman şerefsizdir. Deprem oldu, insanlar zor durumda diye şerefsizliğini pause edeceğine inanmıyorum. Kirayı fahiş arttıranlara, çorbayı dört katına satanlara, sulara el koyup sonra satmak üzere evinde istif edenlere şaşırdınız mı? İnsanın yapabileceklerine hala şaşırmanıza şaşırıyorum.

*TR’de mülk edinebilecek insanlar için ömürleri boyunca en fazla bir veya iki ev edinme olanakları vardır. Son birkaç senede o olanak da önemli ölçüde zarar görmüştür. Geçmişte hiçbir zaman insan odaklı bir anlayışa sahip olmamış bir devletin vatandaşı olan bu insanlardan bu tek tük mülklerinden vazgeçmelerini beklemek abesle iştigaldir. Doğru da değildir. Bu insanlar o evlere girip ölmeyi beklemeyi, evlerinin yıkılıp da bir belirsizliğe itilmelerine tercih ederler.

*Geçen Sevan Nişanyan’ın bir cümlesine denk geldim: İnsanın en önemli dürtüsünün hayatta kalmak olduğunu düşünmediğini söylüyordu. O şeyin ititbar görmek olduğunu söylüyordu. Hak veriyorum ben de ona. Özellikle de erkekler için böyle. Mal mülk insana itibar kazandırır. Soyut şeyler için savaşmaya giden milyonlarca insana bakınca malını mülkünü belirsizliğe itip bilimsel şehirleşmeye hizmet etmeyi düşünecek insan sayısı bence çok azdır.

*Devletler ve milletler kısa sürelerde değişmezler. Bazı önemli dönüm noktaları değişimleri hızlandırabilir ama örneğin Rus nefreti kendileri için en önemli şey olan Polonyalı işçiler sosyalizme karşı “grevler” yapmadılar mı?

*Artık TR halkı kadere inanmayı bırakacak mı? Depremden önce dindarlığın kendi doğal bir zayıflama süreci vardı. İnsanlar özellikle de kadınlar zor anlarda soyut da olsa güçlü bir şeye sığınmayı severler. Şu zayıflama süreci devam edecek, gerçek İslam’ın talep ettiği yaşam tarzı hiçbir zaman karşılanmayacak ama bence insanlar özellikle de kadınlar daha uzun zaman spiritüel şeylere prim vermekten vazgeçmeyecekler.   

Uncategorized kategorisine gönderildi | 1 Yorum

2022’de Okuduğum Kitaplar

Bu senenin başında kendime hedef olarak 13 kitap okumayı belirlemiştim ama 7 tane okuyabildim…

Goodreads uygulamasının “Reading Challenge/Okuma Hedefi” bölümünden bu hedefleri koyuyorum. Bu sene için 10 koydum mesela…

Başlayalım…

“Okuduğum Kitaplar” yazısını üçüncü kez yazıyorum. Bu yazıyı ilk kez 2020 yılının sonunda yazdım. O sene 56 kitap okumuştum. Ve o yazıya bir daha bu sayının yarısına bile ulaşamayacağımı düşündüğümü yazmıştım. 2021 yılında tam da 28 yapmıştım. Yani yarısına ulaşmıştım. 2022 yılında onun da yarısına bile ulaşamayacağımı çok net biliyordum ve bu sefer yanılmadım. 28’in çeyreğini okudum yani 7 tane.

Neden böyle oldu?

2020’de neden öyle olmuştu? Bu soruyu yanıtlamakla başlayalım. Üniversitede İngiliz edebiyatı okurken edebiyatın ne kadar büyüleyici bir şey olduğunu fark etmiştim ve bir gün edebiyata mutlaka önem vereceğimi biliyordum ama çok geciktim. Bu gecikmeyi sağlayan iki şey S ile başlıyor… Sinema ve siyaset. Üçüncü bir S de var. Aslında yok tam olarak. Messi’deki iki S harfi kelimenin başında yer almadığı için bu gecikmenin sebeplerinden biri değil. Sinema ve siyaset için 15 sene kaybettim (kafamı sikeyim vol:157) ve nihayet üç, dört sene önce edebiyata ağırlık vermeye başladım.

Edebiyata ağırlık verince okuma performansım çok iyi hale gelmişti. Devlette öğretmen olan benden daha çok boş vakti kimsenin olamazdı! Okudum. 150-200 sayfalık kitaplar da epeyce bol olduğu için neredeyse her hafta bir kitap bitirdim.

2021’de bu sayı gelmeyecekti çünkü kısa kitaplar bitmişti. Ayrıca çok önemli bir şey daha olacaktı o sene. Ağustos ayında oğlumuz dünyaya geldi. Bebek varsa sadece okuma performansı değil her performans düşer… Öyle de oldu.

2022 ful oğlumla geçti. Klozet ve gece uyanıp, uykuya dalamama anları dışında elime kitap (kindle) alamadım. Dolayısıyla 7 sayısı çıktı.

Mutlaka okumam gereken 140 romanı belirlemiştim. Bunların 90 tanesini okuduğum için içim rahat. Herkesin hemen hemen en önemli romanını okudum aslında şu anda.

Oğlumla 16 aylık. Hala ful time ilgi istiyor. 4-5 sene daha isteyecek. Tekrar o eski tempoya ulaşamam. Zaten o zaman okumak için öleceğim kitap (roman) da pek kalmayacak. Ama ölene kadar kitap okumaya devam edeceğim. Şimdi bakalım bu sene okuduklarıma:

*“Küçük Ağa”, Tarık Buğra

Önemli bir romandı. Okumam gerekiyordu. Bu arada hatırlatayım, vazgeçmediğim bir roman yazma projem var. Onun hatırına yarım bırakmamışım. Aslında kitapları yarım bırakırım ama o proje için yarım bırakmamam gerekiyorsa okurum mecburen. Bu da öyle bir kitaptı. Bir yıldız vermişim. Sağcıların referans aldığı bir kitaptır. Bir proje içinde değilseniz okumayın.

*”Guns, Germs and Steel”, Jared Diamond

İngilizcesini okudum “Tüfek, Mikrop, Çelik”in. 15 yıldır falan bu kitabı okumak aklımdaydı. Nefis bir kitaptı. Bu arada İngilizce okumak beni çok yoruyor. Okuyabiliyorum ama konsantrasyon bir an kaybolursa toparlamak çok zor oluyor. Bum’ın (Bukowski) İngilizce kitaplarını bir tek konsantrasyon kaybı yaşamadan okudum. Kitaba dönelim, dediğim gibi muhteşem. Herkese tavsiye ediyorum.

*”Otomatik Portakal”, Burges

Bu kadar ünlü bir kitabı okumamak olmazdı. Üç yıldız vermişim. Yarım bırakmadığıma göre iyi bir kitaptır, üç yıldız verdiğime göre bir şeylerin eksik olduğunu düşünmüşüm. İlginçtir, bu sene okuduğum kitaplarla ilgili duygu ve düşüncelerimi pek hatırlamıyorum. Çünkü kitaplardan daha fazla odaklandığım şeyler oldu bu sene ama örneğin, üç sene önceki “Huzur”, “Masumiyet Müzesi”, “Kürk Mantolu Madonna”nın falan bana neler hissettirdiğini çok net hatırlıyorum.

*”Cesur Yeni Dünya”, Huxley

Bu da çok iyiydi. Bu kitabı da okumak yıllardır aklımdaydı. Distopya olarak nitelendirilen bu kitapta görülen birçok şeyin aslında olması gereken olduğunu düşünmem bu kitapla ilgili aklımda kalan en net şey. Yaşam bu şekilde devam etmemeli. Radikal düzeyde değişmeli.

*”Babalar ve Oğullar”, Turgenyev

Rus edebiyatı için çok önemli olan bu kitaptaki anti-kahraman Bazarov’un birçok açıdan benim kahramanım olmasının altını çizmem gerekiyor. Normaliteyi geride bırakalı çok zaman oldu. Normal olarak görülen birçok şeyin bana ters geldiğini bu kitapları okuyunca daha iyi anlıyorum.

*”Körlük”, Saramago

Çok ünlü bir roman. Çok iyi bir roman. Top 10’uma girmez ama. Filmini izlemeye dayanamadım. Açtım ve yarım bıraktım. Sinema ile ilgili ciddi sorunlarım var. Eski dostumla ilgili yani. “Görmek”i hemen okumayacağım.

*”Huck Finn’in Maceraları”, Mark Twain

Rus edebiyatı nasıl Gogol’un “Ölü Canlar”ından çıkmışsa Amerikan edebiyatının da benzer bir şekilde bu kitaptan çıktığı şeklinde yorumlar vardır. O yüzden okumak istedim romanı. Sevimli bir roman. 19. Yüzyıl acemilikleri epeyce var. 19. Yüzyıl romanlarının içine çok fazla giremiyorum. Yarım bırakmamam gerektiğini düşündüm bu kitap için de. O projem olmasaydı yarım bırakırdım. Roman sanatının gelişimini anlamak için bu kitap mutlaka okunmalı. Bence ırkçı değil bir de. İroni var kitabın bütününde.

Böyle…

Bu sene kendime hedef olarak 10’u koydum, tekrar belirtiyorum. Ne olur? Oğlum deliksiz uykuya geçer birdenbire falan… O zaman işler değişebilir. Ama sanmıyorum bunun olacağını. Bir de “Güven” e kendimi teslim edip etmeme konusunda çok tereddüt ediyorum. “Huck Finn”i bitireli iki gün oldu ve hala yeni kitaba başlamadım mesela. “Güven” kendimi teslim edersem, bu sene sadece o iki cildi okuyabilirim de. Bir de Güven elimde basılı şekilde var. Yani gece uyum kaçınca Kindle’ı açıp oradan okuma olayına da giremem. Ama şu da var! Fetiş yazarımın en iddialı romanı beni öyle bir sarar ki dışarıdayken bile aklımın onda olduğu romanlardan biri olur “Güven” ve iki, üç ayda iki cildi bitiririm. Bakalım, göreceğiz.

Yeni yıl sağlık, huzur ve mutluluk getirsin bla bla bla

Bunların hepsi hikaye. Para varsa bunların gelmemesi çok zor. Yeni yıl para getirsin. Ki o da dilekle olacak bir şey değil. Yani, dewamke…

Not: YYB

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Belki de Son Messi Yazısı

Evet, belki de son Messi yazısı…

Belki de son Messi maçı…

Hayatıma en fazla güzel an katan “erkek”, belki de son kez bana güzel anlar armağan edecek… Bu şüpheye Suudi Arabistan maçından sonra her maç düşüyorum ama o, hep bir adım daha atıyor. O maçtan sonraki Meksika maçında Arjantin yenilseydi, Meksika maçı izlediğim son Messi maçı olabilirdi. Bu duyguyu dediğim gibi her maç yaşadım. Şimdi Dünya Kupası finali öncesinde bu duyguyu yaşıyorum ve bu sefer olasılık çok daha yüksek… Finalden öte maç yok!

Neden son maçı?

Çünkü Messi için transfermarket nokta de hesabında Amerikan takım Inter Miami için dedikodular çıktı. Messi dünya kupasının ardından bu takımla anlaştığını duyurabilir. Bu, onun üst düzey futboldan emekli olduğu anlamına gelir. PSG’de Haziran’a kadar olan süre boyunca geri plana itilir. Bu en kötü senaryo…

En iyi senaryo ise kupayı alması ve sezon sonunda bedavadan Barcelona’ya geri dönmesi… Bu durumda 15 senedir bana “güzel anlar” armağan eden Büyük Dahi, iki yıl daha üst düzey futbol oynar. Bir iki yıl da idareten oynar ve şov devam eder, kesilmez!

Bugüne kadar Messi ile ilgili çok yazı yazdım. Yukarıdaki sebeplerden dolayı belki de son yazı, belki de son maç.

Messi, Messi! Bu adam neyin nesi!

2007’lerde Star TV spikeri Ertem Şener böyle diyordu…

Bu adam neyin nesi gerçekten?

Gelmiş geçmiş en büyük futbolcu mu? Yani GOAT (greatest of all time) mu?

Gelmiş geçmiş en iyi futbolcu mu? Yani BOAT (best of all time) mu? *BOAT tabiri bana aittir.

Evet, bu tartışma yıllardır yapılıyor. Ben GOAT değil BOAT olduğunu düşünüyorum.

GOAT Maradona’dır… Pele diyeni dinlerim bu arada…

GOAT’tan kasıt futbolu en yüksek mertebeye çıkartmak gibi bir şey olmalı bana göre. Bunu Maradona yaptı, Messi yapmadı. İnsanlar için futbolun ifade ettiği anlamı en yüksek mertebeye Maradona çıkarttı. Ondan sonra futbol bir fenomen haline geldi. Zaten başarılmış olan bir işi, Messi tekrar başaramazdı.

Peki BOAT’luk… Yani bu oyunu onun kadar iyi oynayanı, onun kadar üstün oynayanı, onun kadar yetenekli olanı, onun kadar olaya hakim olanı olmadı demek. Maradona’nın Youtube’daki bütün “sikills” videolarını izledim. Elimden başka bir şey de gelmedi. Ve rahatlıkla diyebilirim ki Messi,  bütün Maradona sikills videolarında olanları 7, 8 maçta yapıyor. Messi’nin maçlarını izlememiş olanlar bunu anlayamazlar. Hollanda maçında yaptığı insaniyetötesi asist mesela… Yaklaşık 400 asistinin 100 tanesi böyledir. 50 tane de forvetlerin kaçırdığı %100’lük pozisyon vardır.

Messi DK alırsa artık onun GOAT’luğundan şüphe duymamak gerektiğini düşünenler var. Öyle ya, finalde hiçbir şey yapmasa bile, tıpkı o da Maradona gibi tek başına DK almış olacak. Maradona dönemindeki DK ile şimdiki DK daha farklı. Şimdi Şampiyonlar Ligi almak daha zor mesela. Dünyadaki en iyi 400 futbolcu her sene ŞL için ölümüne mücadele ederken, Dünya Kupası’nda bu 400 futbolcunun yarısı olmayabiliyor. Diğerlerinin önemli bir bölümü de futbolculuklarını sahaya yansıtabileceği takım arkadaşlarını bulamayabiliyor. Sezona damga vuran Haaland yok örneğin. Sezona damga vuran Mbappe’nin yanında Messi ve Neymar gibi iki takım arkadaşı yok. Fakat ŞL’de bu 400 en iyi futbolcu “akıllıca” bir şekilde paylaştırılıyor ve onlar da kupa için mücadele ediyorlar. Dünya Kupası’nın anlamı evet çok büyük ama orada oynanan futbol dünyanın o anda oynanan en iyi, en zor futbolu değil. Messi’nin oynadığı el clasico’lar son 30 yılın bütün DK finallerinden daha zordu… Messi’nin 2006’yı saymazsak üç tane ŞL’si var. 2019’daki Liverpool maçını hala anlayabilmiş değilim. Dört olacaktı. Ronaldo beş ŞL’si olduğu için GOAT tartışmalarında kendisine yer buluyor. Örneğin, bir dünya kupası zaferi olan, hem de finalde gol atmış olan Mbappe kendisini GOAT olarak görmüyor da Ronaldo’nun instagram paylaşımına keçi emojisi bırakıyor…

GOAT BOAT ayrımı için mücadele edecek değilim, bu benim düşüncem.

Messi ile ilgili duygularımı henüz bu yazıda yeterince anlatamadım galiba. Gerçekten çok mutlu ve çok heyecanlıyım… Kendisi Dünya Kupası istiyor! Çok istiyor. Bütün Arjantin istiyor. Hatta hemen hemen bütün futbolseverler istiyor. Turnuva başlamadan önce ben de dahil birçok insan Messi’ye eyyam yapılacağı yönünde bir düşünceye sahiptik. VAR varken ne kadar yapılabilirse işte… Bence bu olmadı. Messi de net bir şekilde tek başına, hakem desteği olmadan takımını finale taşıdı. Finalde karşılarında güçlü bir Fransa var. 2014’teki finalde kahrolmuştu Messi. Turnuvanın en iyi oyuncusu seçilmiş olması kimin umurunda? Bu sefer ölümüne mücadele edecektir. Şampiyonluk mutlaka gelecektir diye düşünüyorum. Elbette bunu çok istiyorum, içimden bu geçiyor ama nedense kafamda soru işareti yok. Finale kadar geleceklerini sanmıyordum itiraf etmem gerekirse. Ama finale geldikten sonra vermezler diye düşünüyorum. Verirlerse örneğini sadece 2000-2001 yıllarında gördüğümüz Valencia’nınki gibi bir şey olur.

Evet, 15 yıldır Messi maçlarıyla “güzel anlar” yaşadım. Bir insanın büyük bir hayranı olmak ve onun ortaya koyduklarını izlemek gerçekten hayata anlam katan şeylerden biri. Kendimi oldukça şanslı hissediyorum. 15 sene insanı sürekli mutlu eden bir sanatçı da yoktur bir sporcu da… Bundan sonra da kıyamete kadar olmazsa şaşırmam. Messi son süperstar olabilir? Çünkü dünyada git gide duyguların yerini rasyonel şeyler alıyor. Mantıksızlıklar bence tarihsel olarak düşüş trendine girdi. Evet, bir takımı tutmak, bir oyuncuyu tutmak mutlaka mantıksızlıklar ortaya çıkarır. Dünya sanki giderek böyle bir yer olmaktan çıkıyor gibi. Yaşasın mantıksızlıklar!   

Yaşasın Messi!

Asperger sendromuna sahip olduğu dedikoduları var. Yani iletişimi sıkıntılı, güvenli alanında olmadığını hissettiğinde ne yapacağını bilemeyen bir insan… “Maçtan önce 20 kere tuvalete giden bir insana Tanrı muamelesi yapmaktan vazgeçin.” Bu sözü Maradona’nın söylediği iddia ediliyor. Haklı. Messi, Maradona gibi bir tanrı olamaz. Hem kişisel durumu hem de günümüzdeki futbol buna müsaade etmiyor. Gerçi ben Nou Camp’ta bütün seyircilerin kendisine nasıl tapınma hareketi yaptıklarını gördüm.

Evet, Messi bir tanrı değil.

Zaten tanrı da yoktur. Tanrıyı insan yaratmıştır. Maradona bir futbol tanrısı yarattı. Messi ise oranın başbakanı.

Finalde ne olur? 2019’dan beridir yıllanmaya bıraktığım Chimay Blue biralarımı içerken bunu göreceğiz. Gerçi saat 18.00’deki finali izlememe Tuna ne kadar izin verir bilmiyorum. Ama çekirdek aile olarak “futbol tarihinin en önemli maçını” izleyecek olmamız da bir şans doğrusu.

Evet, böyle yorumlar var. Futbol tarihinin en önemli maçı… Sadece Messi’nin değil Ronaldo’nun ve Maradona’nın da maçı. Bir bakıma öyle. Bana göre: Bu maçta ne olursa olsun Ronaldo zaten kaybetti, Maradona da zaten kazandı. Ama epeyce sayıda insan benim gibi düşünmüyor.

Şu anda Messi bir belgesel çekiyor. Belki de… Son Messi yazısını o belgeselden sonra yazarım. Bu turnuvadan çok şey olacaktır o belgeselde. Ben de belgeselim gibi bu yazıyı yazmak istedim.

Hayatıma en fazla sayıda güzel an katan “erkek”, son bir güzel an daha kat. En esaslılarından biri olsun ama bu…

Dün bir haber okudum, bir adam Messi için lokma dağıtmış.

İşe yarayacaksa ben de bilime ters düşüp lokma dağıtabilirdim, kadınlar gibi evrene enerji yollayabilirdim, üç kulha bir elham okuyabilirdim, Hızır’ı göreve davet edebilirdim vs.

Yeter ki Messi kazansın.

Messi şampiyon olsun.

Messi şampiyon!

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Türklerin Yaptığı En İyi Bira: Bomonti Filtresiz Buğday

Yazılarıma başlık seçerken, sık sık, okuyucu cezbedecek, provokatif cümleler kurarım. Bu seferki başlığım da provokatif gibi algılanabilir ancak gerçekten de böyle düşünüyorum.

Türklerin yaptığı en iyi biranın hangisi olduğunu merak eden insan pek çıkmaz herhalde çünkü Türkiye’de bira küçümsenir, ciddiye alınmaz. Biranın lezzetinden ziyade sıcak havalarda insanı serinletirken, bir nebze de kafa yapması ilgi odağıdır. Parklarda Efes Extra veya kırmızı Tuborg içen dayılar içinse tamamen kafa yapması ilgi odağıdır. Biranın lezzeti çok az insan için merak konusudur. Dünyada da trend böyle olmakla beraber, bu lezzetin peşine düşen insan oranı Türkiye’dekinden kat be kat fazladır.

Neyse, o az sayıda insan için Türklerin yaptığı en iyi bira tombul şişede satılan Efes Pilsen olmalıdır. Kendisini ben de çok severim. Artık İstanbul’da satılmıyor ama Anadolu’da var. Anadolu Grubu, Sinop Gerze’ye termik santral yapmaya kalkınca manasız bir “Tuborg solculuğu” dönemi başlamıştı. O dönemde bu yanlışa ben de düştüm ve Efes’e ayıp ettim. Oysa ilk göz ağrımızdı o. Aslında ve hatta Tuborg’u “bir tık” (bu tabirden nefret ediyorum ve ‘aynen öyle’ye doğru gittiğini düşünüyorum) daha çok sevmeme rağmen Efes’i sevmemezlik etmedim hiç. Evet, bir anket yapılsa yani delinin biri anket yapsa, sanırım Türklerin ürettiği en iyi bira olarak tombul Efes çıkar.

Ama artık Bomonti Buğday var!

Alman buğday birası Franziskaner’in Türkiye’ye getirilmesi ile ilgili çeşitli kurumlara mail atmıştım ve bir, iki de yazı yazmıştım. Gelmişti ama benim katkım elbette yoktu.

Benzer bir hikaye daha var:

Uzun zamandır sosyal medya yazılarımda ve dost sohbetlerimde Türkiye’nin (benim) en büyük ihtiyacının 50’li, insani fiyatlı ve dandik olmayan bir buğday birası olduğunu belirtiyordum.

Beni dinlemediler elbette ama bu ihtiyaç Bomonti Buğday ile giderildi. Bu kadar iyisini beklemediğimi itiraf edeyim. O yüzdendir ki çok mutluyum. Yaşasın Bomonti Buğday! Umarım başına bir şeyler gelmez…

Dünyanın en iyi buğday birası Türkiye’de var: Adını “Dokuzuncu Senfoni” koyduğum Alman Weihenstephaner’i Tuborg ithal ediyor. 33’lük şişelerde satılıyor. İyi ki var. Gelmiş geçmiş en iyi sıvı desem abartmış olmam. Zaten buğday biralarına olan merakım bir gün onu rafta görüp, ne olduğunu merak ederek eve götürmekle başladı. O gün bugündür hiçbir şey eskisi gibi olmadı bende…

9. Senfoni’nin fıçısı da bulunuyor ama onu içmek riskli bir şey. Fıçının beklememesi lazım. Onu içeceğiniz mekanda onun sadık bir kitlesinin oluşmuş olması gerekiyor. Bu yoksa beklemiş ve dolayısıyla renksiz birayı içme ihtimaliniz var. Kadıköy’de bulunan Pablo Bar ve Harp Irish Pub’ın bu aşamayı geçmiş yerler olduğunu söyleyeyim. Fiyatı 70 TL falan olmalı şu aralar yalnız.

Bomonti Buğday’ın çıktığını Instagram’daki bibiraver hesabı sayesinde öğrenmiştim. Heyecanla beklemeye başladım. Sadece Migroslarda satılacağı yazıyordu. Her gün Migrosları ziyaret etmeye başladım. Sonra geldiğini gördüm. O gün önemli bir maç da vardı. İki tane aldım.

Maç başladı. Birayı bardağa doldurdum. Köpüğü gayet iyi görünüyordu. Aromatik kokular da gelmeye başlamıştı. Bomonti Filtresiz’in kısa bir süreliğine Türkiye’nin en iyisi olduğunu düşünüyordum ama o biranın bira vasfı çok çok kısa sürüyor. Çok kısa sürede bulaşık suyuna dönüyor. Bomonti Filtresiz’in buğday birasının da benzer bir handikaba sahip olacağını tahmin ediyordum. Olmadı.

Aromalara geri dönelim. Türkiye’de bir kitle buğday birasının tutmasının zor olacağına inanıyordum, hala da inanıyorum gerçi. Çünkü Türk milleti yenilikçi değildir. Denemeyi sevmez. Farklılıkların peşinde koşmaz. Bunun başına da her an bir şey gelebilir. O yüzden buğday birası gibi klasik biralardan biraz daha farklı bir tadı olan biranın TR’de işi zordur. Buğday birası aromalarına fazla bulaşmayacaklarını ve klasik bir tadına benzer bir şey yapacaklarını düşünüyordum. Hiç de öyle değilmiş. Birayı içtikçe, ertesi günlerde de içtikçe dört başı mamur bir Weiss’le (Almanca sarışın demek) karşı karşıya olduğumuzu gördüm. Tekrar edeyim, çok mutluyum.

Fiyat mevzusu önemli. 33’lik Weihen 38 TL. Zengin olsam başka bir şey içmem. Normal kitle biraları 30 Tl civarlarında. Bomonti Weiss 35 liradan başladı, bir hafta önce de 36 TL oldu. Elbette bu yüksek bir fiyat ama normal kitle biralarının 30 TL olması da yüksek. O zaman şöyle diyelim, kitle biralarının 6’da 1’i oranında pahalı olan, 50’lik ve çok iyi bir buğday biramız varsa kendimizi şanslı hissetmeliyiz. Şimdilik var. Kadınlar nazara inanır! Bu yazıyla kendisine nazar değdirmezsem ve böyle devam ederse bizden mutlusu olmasın! Kötü senaryoları düşünelim: Tutmaz ve üretimi durur. Bir zamanlar çok beğendiğim Bomonti Black’in üretimi durdu sanırım. Hiçbir yerde görmüyorum ben. Belki İstanbul’da Carreforu Gurmelerde vardır. Fiyatı artar, kitle birasının 4’te 1’i oranında pahalı olur. O zaman Weihen almak daha mantıklı olur. Evrene nasıl enerji yayarsan, o gelir seni bulur. Kadınlar buna da inanır… Şimdi durduk yere evrene olumsuz enerji de yaymayalım…

Bomonti Buğday almak ne kadar mantıklı? Weihen’i artık sadece özel etkinliklerde alırım. Ama az önce yazdığım gibi fiyatı 40 TL olsaydı bunu sık sık almazdım. Evet, Bomonti Buğday gayet iyi bir buğday birası ve bana göre Türklerin ürettiği en iyi bira ama Türkiye’de bulunabilien buğday biralarla kıyasladığımızda Weihenstephaner ve Schneiderler kadar iyi olmadığını düşünüyorum. O ikisi Messi, Ronaldo seviyesi çünkü. Türkiye’nin o ayarda bir bira yapmasına daha çook var… Ama mesela Efes’in ithal ettiği Erdinger’den daha iyi bir buğday birası bence. Zaten bibiraver’in yorumuna göre Efes artık Erdinger ithal etmeyi bırakacak. Kendi ürettiği ve ondan daha iyi olan, ondan daha iyi bir fiyatı olan birası varsa neden Erdinger’i ithal etsin? Belki Almanlara olan saygılarından dolayı ithal etmeye devem ederler…

Bu arada bir diğer tehlike de şu: Şimdi bence, bu bira tutarsa Tuborg’dan da benzer konseptte bir karşı hamle gelecektir. Yani Tuborg da yerli weiss yapacaktır bir süre sonra. Peki o durumda da Tuborg Weihen ithal etmeyi durduracak mı? Umarım bu olmaz. Weihen’in iyi, kötü bir hayran kitlesi olması elimizi gücendiriyor ama olmaz, olmaz! Evrene negatif enerji yayarsan ayvayı yemişsin demektir… Bu paragrafı bir kere okuyoruz ve bir daha dönüp bu paragrafı okumuyoruz!

Pazar günü Messi’nin kariyerinin en önemli maçı var. O gün beş tane Wiehen alırdım normalde. Peki, ne yapacağım dört tane Bomonti Buğday mı alacağım? Hayır, 2019’dan beridir beklettiğim Chimay Blueları açacağım. Chimay Blue yıllanan bir Belçika birasıdır. Bir sanat eseridir. Bu çok önemli etkinliği onunla taçlandıracağım. Elimde onlar olmasaydı, elimde Weihen satın alabilme imkanı olmasaydı o etkinliği kesinlikle Bomonti Buğday’la karşılardım!

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.       

Uncategorized kategorisine gönderildi | , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum yapın