Sinema mı, Edebiyat mı?

*Sinema ve edebiyat… Hangisi daha iyi? Hangisi daha güzel? Şeylerin ayrı ayrı değerli olduklarını öne sürmenin “bazen” zihinsel faaliyetten kaçmak için olduğuna inanırım… Kategorize etmek, sıralamak manyaklık değildir. Bazen oldukça faydalı olabilen, kişiye küçük aydınlanmacıklar yaşatabilen bir işlerdir bunlar. Şeyler ayrı ayrı değerlidir… Bulgur pilavı da ayrı değerlidir, sebzeli soslu antrikot yemeği de ayrı değerlidir. Bu arada ikisine de taparım ama bunlardan biri diğerinden daha değerlidir. Bunu dile getirmekle bulgur pilavı tarihe karışmıyor. Sadece dile getirmiş oluyoruz. Bunu öğrenmek için ölen birileri vardır belki…

*Sinema mı edebiyat mı? Bu ikisinin de sıkı hayranı bol. Bazılarına göre hiç tartışmaya gerek yok, kendi tercihleri elbette daha değerli/güzel. Bazıları ise fikir beyan etmek istemiyor. Ben edebilirim. Bunu duymak için ölen birileri vardır belki. Edebiyat diyorum.

*Aslında edebiyattan kastım romandır. Edebiyatın diğer türlerini dahil etmiyorum bunun içine. Yani kendi adıma konuştuğum için böyle yapıyorum. Roman yazmak en sıra dışı insan etkinliklerinden biridir bana göre. Savaş çıkartmak, devrim yapmak, karşı devrim yapmak, aşık olmak, üremek, devlet kurmak, çok önemli bir şeyi icat etmek, bir sporu başka bir seviyeye çıkartmak, akılalmaz bir seyahat yapmak gibi bir şeydir roman yazmak.

*Bunu öne sürüyorum ama hayatımda sinemaya, romana ayırdığım vaktin 10 katını ayırmışımdır. Pişmanım. Bugün olsa yapmazdım. Keşke o vaktin %71’ini romana ayırsaydım. Kafamı seveyim.

*İkisi birbiriyle temel mantık olarak aynı şey aslında. Bir kurmaca oluşturuluyor… Bir şey anlatılıyor. Sinemada göstermek zorunda olmak başka birçok faktörü devreye sokuyor. Bunların avantaj yanları da var ve bana göre dezavantaj yanları da var.

*Sanat dalları ile ilgili konuşurken bir ayrımı yapmanın elzem olduğuna inanıyorum. Yüksek sanat ile popüler sanat arasındaki ayrım ortaya konmalı. Popüler sanatları sanat bile saymayan insanlar vardır. Terbiyesizlik etmiş olmamak için susmayı tercih ederler. Sanat olmadıklarını öne süremem ama yüksek sanatlarla kesinlikle ayrı değerlendirilmeleri gerektiğini savunurum. Sinemada popüler işler ezici bir çoğunluğa sahiptir. Romanda durum nedir? Bu ezici çoğunluğu romanda göremeyiz. Zaten çok az roman yazılır. Bunların para kazandırma durumu da birkaç istisna haricinde söz konusu olmadığı için yazılan romanların, ezici olmasalar da çoğunu popüler sanattan ziyade yüksek sanat içerisine koymakta herhangi bir sakınca göremiyorum.  

*Bir insanın roman yazamaya yönelmiş olması onun normal biri olmadığının kanıtıdır bana göre. En basitinden bir halk ozanının bile normal biri olmadığını düşünüyorum, o halde daha fazlasını söylemeliyim: Başarılı bir roman yazmış bir insanın kafası kırık biri olmama ihtimali epeyce düşüktür. Durup dururken insanın iç dünyasına yolculuk yapmayı düşünmek, bunları zihninden geçirmek, bunları keşfedip başkalarına aktarmak istemek veyahut bunları kendisinin oluşturması üzerinde dikkatle durulmalı.

*Sanat kategorisinden filmler çeken yönetmenler de tekin insan değillerdir ama romana yönelmiş insan yani tek başına kalarak kimsenin dile getiremediği şeyleri ortaya koymayı düşünen bir insan daha bir manyak olmalı gibi geliyor bana.

*Bu arada şeyden bahsedelim, sanat sanat için midir toplum için midir? Bu bana çok saçma geliyor. Sanat sanatçı içindir. Yani alabildiğine bireysel bir faaliyettir sanat. Ve kişinin kendisini tatmin etme dürtüsü en baskın olanıdır. Bütün insanlar ilgi orospusudur! Herkes ilgi görmek ister. Bazıları provoke etmeyi sever. Bazıları sarsmayı sever. Sanatla bunları başarabildiğini anlayan insan yine kendisi bunu istediği ve sanat sayesinde bunları elde ettiği için sanata yönelir. İlla sanatın kendisi için veya toplum için olduğu seçeneklerinden birini seçmek zorundaysak, yani başımıza silah dayamışlar ve birini seçmemizi istiyorlarsa sanat için derdim. Çünkü toplum sanattan anlamaz. Yani yüksek sanattan. Hiçbir şeyden anlamaz. Toplum denen şey bir sığır sürüsüdür. En “ikna edici” kabadayı, o sığırları güder. Yüksek sanat 2021 itibarıyla çok az sayıda insanın hakkını verebileceği bir şeydir.   

*Bazı sanatçılar aynı zamanda sığır sürüsünü kurtarma hülyalarına da sahip olabilirler. Onların eserlerinde bunların izleri görülebilir. Ama bu, onlar böyle insanlar oldukları içindir. Düşünce dünyalarından bunlar geçtikleri içindir. Böyle olması gerektiği için değil. Dedik ya roman iç dünyaya dalmak gibi sıra dışı bir faaliyet, o iç dünyaya dalınca da karanlık tarafla karşılaşmamak imkansızdır. Örnek olarak Sevgi Soysal ve Sabahattin Ali’yi öne sürmek istiyorum. Toplumu kurtarma hülyalarına sahip oldukları bilinen bu iki insanın romanlarında karanlık tarafları bal gibi görüyoruz. Umutsuzluk ve hayal kırıklığı var bunların romanlarında. Propaganda çalışması olmayan bir romanda zaten bu ikisinin olmaması bence mümkün değildir.

*Sinemanın çok pahalı bir sanat dalı olması onun en büyük dezavantajı. Bugün bir film çekmek için milyonlarca liraya ihtiyaç vardır. Bunu bir şekilde bulmuş olan bir insanın gerilimini hayal edebiliyor musunuz? Bugün TR’de, ilk filmini çekmek için ev, araba, köydeki arsa, annenin babanın birikimi falan ne var ne yok satmış olan ve sanat sineması para kazandırmadığı için mahvolmuş olan bir sürü vardır. Bir tanesiyle ben tanıştım. Geçmiş ve gelecek 10 senesinin gittiğini söylemişti. Bunlar hep sinema üzerinde etkili oluyor.

*Sinema üzerinde etkili olan bir diğer faktör de geniş kitlelerin onu sevmesi, ona ilgi göstermesidir. Bu, kötü bir şey midir? Böyle olunca politik faktörler devreye giriyor ve sinema üzerinde büyük bir baskı kurulmasına sebep oluyor. Devreye giren bir diğer faktör de para faktörüdür. Kısa yoldan para kazanmak isteyen yatırımcılar sinemaya yatırım yapıyorlar ve sığır sürüsünün görmekten hoşlandıkları şeyleri çekmek için yönetmen üzerinde yani film bir sanat eseriyse onun sahibi üzerinde baskı kuruyorlar. Safa Önal 395 senaryo yazmıştır. Akıl almaz bir şey. Zavallı Metin Erksan, kendi parasıyla “Sevmek Zamanı”nı çekmiştir ama onu gösterime sokamamıştır. Üstelik filmde politik bir sakınca da yoktur. Ama insan yaratıcıdır ve mücadelecidir. Yanlış anlaşılması şimdi, az sayıda insan böyledir. Bu az sayıdaki insan ne yapıp ne edip bu dezavantajları yenip ortaya iyi filmler koyabilmektedirler. İyi ki varlar diyorum ama biliyorum ki bu çabaların bir karşılığı olmuyor.

*Sinemanın kolektif bir sanat olması da bence dezavantajdır. Film çekilirken neredeyse 100 kişi çalışır. Bir insanla herhangi bir bağ geliştirmek asgari de olsa bir ödünü barındırır. Buna inanıyorum. En star “auteur” yönetmenler bile filmin çekimi esnasında ödünler verirler.

*Şu bahsettiğim dezavantajlara roman sahip değildir. Sinema kadar yakıcı derecede sahip değildir. Yazar roman yazarken kendisiyle baş başadır. Sınırsız bir özgürlük alanına sahiptir. Kendisini frenleyecek en önemli şeyler yine kendisinin tercihleridir. Ne güzel! Yönetmenin arayıp da bulamadığı bir şey. Zaten çok satmayacaktır. Zaten hayatını romandan alacağı para ile geçindirmiyordur. Gerçi bilmiyorum yayınevinin, editörün müdahalesi ne kadardır ama yapımcının yönetmene yaptığından daha fazla değildir.

*Günümüzde tamamen kendi iradenizle bir roman yazıp onu paranızla bastırabilirsiniz. Veya kitapyurdu sitesine ücretsiz yükleyebilirsiniz. Bir roman yazmış ve onu bastırmış olursunuz. En sıra dışı insan etkinliklerinden birini yapmış olursunuz. Büyük ihtimalle insanların dikkatini çekmeyecektir. Yarışmalara katılabilirsiniz. Bir şekilde keşfedilme ihtimaliniz sıfır değildir işte. Film çekmek ise imkansıza yakındır. Hele hele tamamen istediklerinizi yansıtabildiğiniz bir film çekmek star yönetmenler için bile neredeyse imkansızdır. Orta karar bir romancı suç işlememek şartıyla istediğini yazabilir.    

*Sinemaya takıntı düzeyinde bağlı iken elbette yönetmen olma hayallerine sahiptim. Bunun için hikaye düşünme boyutunda bir şeyler yapmadım da değil. Ama bunun imkansıza yakın olduğunu o zamanlar bile görüyordum. Roman okuyuculuğuna (10 sene planladıktan sonra) başlayınca da roman yazma hayallerine kapıldım. Ama bu sefer imkansız olmadığını biliyorum. Yazmaya ufak ufak da başladım zaten. İki, üç sene sonra elime alabileceğimi düşünüyorum. Elimden geleni yapacağım ama bir kapı bulamazsam kendi paramla bastırırım veya kitapyurdu sitesine veririm. Bir romanım olacak ama bir filmimin olması mümkün değildi.

*Teknolojik gelişmelerle birlikte film çekmek de belki daha insani maliyetlere inebilir. Şu anda kameralar ucuz. Kevin Smith’in 90’larda yaptığı gibi arkadaşlarınızla bir film çekip Youtube’a yükleyebilirsiniz ama dağıtım tekellerini size ilgi göstermeye ikna etmek an itibarıyla imkansız olmaya devam ediyor, uzunca bir süre de imkansız olmaya devam edecek gibi duruyor. Hayvan gibi yaratıcıysanız bir şey diyemem.

*Bence sinemanın sahip olduğu gösterme olanağı romanın tam olarak da daha değerli olmasını sağlayan şey. Romanda göstermiyorsunuz. Okuyucuyu zihin emeğine çağırıyorsunuz. Yarattığınız evreni ona sunuyorsunuz, o da o evreni kendi içinde yaratıp içinde dolaşmaya başlıyor. Bu büyüleyici bir şey bana göre. Bunun iyisini yapmak ne zor olsa gerek! “Sonbahar” filmindeki meşhur iskele sahnesini hatırlayalım: O sahnede seyirci bir bakıma edilgen. Kendisine hadi dayatılan demeyelim de gösterilen bir şey var. Gösteriliyor. Adres tarif ediliyor. Gidilecek yer belli. Erkan Oğur müziğin kaydedilmesine karşıdır. O anda, etraftaki üç beş kişiyle canlı olarak tüketilmelidir müzik ona göre. Uber fantastik bu düşünceden hareketle diyorum ki bir gün yönetmen olsaydım ve deneysel bir “film” çekmek isteseydim siyah ekrana sadece cümleler yansıtan bir film çekerdim. Hatta tek bir cümle yansıtırdım. “Adam eve girer!” Sonra 90 dakika boyunca (bir film ortalama 90 dakikadır) simsiyah bir ekrana seyircileri baktırırdım. Kendileri inşa etsinler kurmacayı…

*Sinemayı o kadar da eşeğin şeyine sokmak niyetinde değilim. Değerinin farkındayım. Hatta göstermek demişken, filmlerde diğer ülkelerin sokaklarını, yaşantısını görmeyi seviyorum. Okumak için belirlediğim 150 önemli romandan 74 tanesi kaldı. Onlar bitince tekrar sinema seyirciliğine döneceğim. Şerefimle Mubi üyesi olup oradan haftada iki tane falan film izleyeceğim. Ana akım sinemaya beş dakika bile bulaşmak istemiyorum. Romanın en sıra dışı insan faaliyetlerinden biri olduğunu düşünmeye devam edeceğim. Hala aklım almıyor! Bir insan nasıl olup da 400, 500 sayfa yazı yazıp orada bir evren oluşturmak istiyor! Alternatif bir hayat oluşturmayı hayal edebiliyor!  

*Sinema ve edebiyat bazen ortaklık geliştirir. Ben buna karşıyım. Roman uyarlaması filmler genelde hayal kırıklığıyla sonuçlanırlar zaten. Az sayıda iyi örnek çıkar. Kurmacasının yaratıcılığı onaylanmış bir eseri alıp kullanmak bana dürüstçe gelmiyor. O yüzden en sevdiğim yönetmenler senaryolarını kendileri yazanlardır. Kendisi yazamıyorsa bir senariste yazdırsın, sıkıntı yok. Ama gidip de insanların ilgi gösterdiği bilinen bir eseri alıp sinemaya uyarlamak… Nasıl, başarılı örnekleri olmasına rağmen cover müzikleri sevmediğim gibi bu olayı da sevmiyorum.

*Word’de üç sayfa yazı yazdım ama hala söylemek istediklerimi söyleyememiş gibi hissediyorum kendimi. Neyse budur! Sinema iyidir hoştur ama çevresi kötüdür. Sinema, öğrenci konseyine aday olup kazanan, lisede flört etmeye başlayan popüler öğrenciyken; roman en arka sırada tek başına oturan asosyal 31’cidir.  

Bu yazı Sinema kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.