“Bana ölümden sonra hayat var mı diye soruyorlar. Ben de diyorum ki asıl doğumdan sonra hayat var mıdır?” Woody Allen
“You don’t like anything that’s happening.” Phoebe, “The Catcher In The Rye”
“Onlardan nefret etmiyorum. Sadece etrafımda olmadıkları zaman kendimi daha iyi hissediyorum.” Charles Bukowski
“Her zaman manastırları sevmişimdir çünkü 2000 metre yükseklikte aşağıda olduğundan daha az aptal vardır.” Jean Giono
“İnsan orospu çocuğudur.” Cemil Kaya
“İnsan nedir? Küçük, sefil bir sırlar yumağı…” Andre Malraux
Mizantropi yani insan türünden nefret etmek, o zaman mizantrop veya mizantropik de insan türünden nefret eden insan demek… Başlayalım:
Hiçbir zaman bir köşe yazarı okuru olmadım. Köşe yazıları beni hep baymıştır. Çünkü o kısacık alanda, o belirli günde, o belirli ihtiyaç (neyse artık) karşılanmalıdır köşe yazısında… Köşe yazısı şu açıdan diziye benzer: İlk ve en önemli özelliği sürükleyici olmasıdır… Bu arada keşke olsalar… Fakat bir dönem, her nasılsa Oray Eğin adlı köşe yazarını takip ettim. Yani üç, dört ay; disiplinsiz bir şekilde… 2007, 2008 yıllarında bir kitaptan bahsetmişti. Amerikalı yazar J. D. Salinger’in “The Cathcher In The Rye” kitabından bahsetmişti. Bu kitabı okumak için dayanılmaz bir istek duymuştum. Ancak kendi dilinde okumalıydım kitabı mutlaka. Çünkü zaten her kitap mümkünse kendi dilinde okunmalı, çeviri kitabın ruhundan %30 falan götürür, mümkün değilse yapacak bir şey yok. Kitabın pdf formatını bulup, bilgisayarıma indirmiştim. Elbette bilgisayardan okumak mümkün olmadı…
Kindle’ı aldıktan sonra İngilizce kitaplar okumak benim için çok kolay olmaya başladı. Arada sırada çıkan bilmediğim kelimelere iki, üç saniyede bakabilerek, kitaptan kopmadan okuyabiliyorum. Bu sürede üç tane İngilizce roman okudum. Nihayet “The Catcher” önümdeydi işte…
“Notorious” bir kitap yani kötü şöhretli… Oray Eğin de bundan bahsetmişti. John Lennon’a suikast düzenleyen sıkı hayranının cebinden “The Catcher” çıkmıştı. Birkaç suikastla da ilişkilendiriliyordu ama diğerleriyle ilgili, Wikipedia’da Lennon suikastı kadar net bir bağ göremedim.
Kitaba yavaş yavaş gelelim. Önce adından başlayalım. “Rye” çavdar demek fakat burada çavdar tarlası kastediliyor. Kitabın sonlarına doğru (SPOILER bu arada) Holden ve kız kardeşi, Holden’in mizantropisi üzerine konuşma yaparlarken, Holden ne olmak istediğinden bahsediyor ve çavdar tarlasında oynarken aşağıya yuvarlanan çocukları tutan (the catcher yani tutan, tutucu) bir insan olmak istediğini söylüyor. Çocukluğu, şerefsiz yetişkinliğin hemen öncesindeki son masum an olarak görüyor ve onların zarar görmelerini engellemek isteyen bir meslek (the catcher) sahibi olmak istediğini söylüyor. Türkçeye ilk çevrildiğinde “Gönülçelen” adıyla çevrilmiş. Çok alakasız bir seçim bana göre. Ne kitabın ruhuyla ne de Holden’le bir ilgisi yok. Bu isimde bir Teoman şarkısı da varmış, az önce sözlerine baktım da şarkının ruhunda mizantropi yok değil. Acaba kitaba anıştırma yapmış olabilir mi? Neyse, diğer çevirisinin ismi “Çavdar Tarlasında Çocuklar”… Evet, alakalı ama işte aynı yere geliyoruz, çeviri her şeyden bir parça alıp götürür. Şu İngilizceyi ne zaman öğreneceksiniz? Benim kursa yazılın, halledelim… İki kişi falan kaldı 😀
Kitap milyonlarca baskı yapmış. Bazı eyaletlerde, müstehcenlik barındırdığı ve dini değerlere hakaret ettiği gerekçesiyle (sene 1951) yasaklanmış. Okullarda okutulması da yasaklanmış. Bu kitabı tavsiye eden bazı edebiyat öğretmenleri işten atılmış. Yine de Amerika’da liselerde en çok okunan kitaplardan biri. Aslında kitap yetişkinlere yönelik yazılmışken, asi gençlik kitaba daha çok ilgi göstermiş.
Yazar J. D. Salinger, yönetmen Terence Malick’e benziyor. Malick de 1970’lerde birkaç başarılı film çektikten sonra 1998’deki “The Thin Red Line”a kadar başka film çekmemişti. Birkaç fotoğraf karesi dışında kendisiyle ilgili hiçbir bilgi yoktu. Salinger de bir lise gazetesine verdiği röportaj dışında hiçbir şekilde ortalıklarda görünmedi. Münzevi bir hayat yaşadı. Kimseyle (kadınlar hariç) görüşmedi, röportaj vermedi. Başka bir roman yazmadı, öyküler yazdı ama… Bu durum insanın kitabı daha da bir merak etmesini sağlıyor.
Kitap Holden Caulfield’ın ağzından yazılmış. 17 yaşında bir ergen. Okullardan sürekli atılıyor. Kitap başladığında, en son gittiği okuldan atılmış ve bir sonraki çarşamba günü başlayacak olan Christmas tatilinden sonra okula gelmemesi gerektiği kendisine tebliğ edilmiş durumda. O da çarşambaya kadar okulda beklemek ve geri kalan üç, dört günü okulda geçirmek yerine New York’ta ucuz otellerde takılarak vakit geçirmek istiyor. Kitap da bu iki, üç günü ele alıyor. Martin Scorsese’nin “Taxi Driver” filmiyle ilgili bir yazı yazmıştım ve orada Travis Bickle’ın “anti-kahraman”ın allahı olduğunu yazmıştım. Holden Caulfield da peygamberi sayılmalı o halde… Anti-kahramanlar özel ilgi alanıma girerler ve böyle bir anti-kahraman daha görmedim.
Holden nasıl biri? Yazar o tek röportajında “evet” Holden’i yaratırken kendi ergenliğinden beslendiğini ifade etmiştir. Herkese merak ettiği sorunun cevabını vermiştir yani. Holden’den bahsetmeden önce “ergenlik” olgusunu ele almamız gerekmekte sanırım… Yanlışım varsa düzeltilsin, ergenlik insan için en önemli iki dönemden biri. Zihinsel gelişim, karakter oluşumu açısından bir ergenlik bir de 0-3 yaş arası kritik düzeyde önemli diye biliyorum. Ve ergenlik evrimin insana sunduğu ikinci bir şanstır. 0-3 arasında oluşan arızaları gidermek için ergenlikte bir şans daha elde eder insan. Bu yüzden ergenlere yaklaşırken çok dikkatli olunması gerekir. Beyinlerinde fırtınalar kopar ergenlerin. Aynı zamanda vücutlarında oluşan önemli değişiklikler, hormonların seviyelerinin aşırı derecede yükselmesi onları patlamaya hazır bir bomba haline getirir. Yıllarca liselerde öğretmenlik yaptım. Aslında onlardan uzak durmak niyetindeyim. İyi bir lisede, yani hayatta bir şeyler başarabileceğini hisseden bir ergenle çalışmak, muhatap olmak aslında güzel bir duygudur. Ancak meslek liseleri veya genel anlamda kötü liselerde “allahın bile kendisini umursamadığını” hisseden bir ergenle çalışmak zordur. Arzu etmem pek. Böyle bir durumda bir öğretmenle bir ergenin çatışmaması pek olası değildir. Teknik olarak öğretmen otoriteyi temsil eder ama o otoritenin kendisine hiçbir faydası olmayacağını hisseden ergen dersleri çekilmez hale getirebilir.
Soruya tekrar dönelim, Holden nasıl biridir? Kitap boyunca tüm insanlığı, herkesi yerin dibine sokan Holden nasıl biridir? Ağzından düşürmediği “phony” kelimesini kendisine de yakıştırmakta mıdır? Yani yapay, sahtekar, samimiyetsiz (evet, bu daha iyi)… Kendisiyle ilgili pek fikir beyan ettiğini görmüyoruz. Bazı pratik meselelerde örneğin kısa sürede çok para harcayabilme potansiyeli gibi, kendisini teşhir ettiğini görüyoruz ancak Travis Bickle gibi kendisini sahtelikten uzak bulduğunu tahmin edebiliriz. Hatta ateist olduğunu beyan etmesi, İngilizce dersinde iyi olmasını öne sürmesi, kız çocuklarının okul duvarlarına yazılan “Fuck You” yazılarını temizlemeye kendisini adaması, çavdar tarlasındaki mesleğini falan düşündüğümüzde kendisini “phony” bulmadığını anlayabiliriz.
Kendisi değil ama yaşayan herkes “phony” Holden için… Bu düşüncedeki arızayı çok başarılı bir şekilde gideren konuşmayı kendisine yapan ve evinde misafir olduğu öğretmeni Bay Antolini de pedofil çıkınca ne yapsın Holden?
Mizantropiye gelelim o zaman… Kendi adıma bir mizantrop değilim ama mizantropinin kapısının önünde bir yerlerdeyim. İnsan türüne hayran olmadığım kesin. İnsanın evrimsel sürecini iyi incelediğimi veya incelemeye çalıştığımı düşünüyorum. Bu yüzden 10 bin yıldır modern hayata geçen insanın, o 10 bin yıldan önce milyonlarca yıl çalarak, çırparak, dolandırarak, öldürerek, katlederek, samimiyetsizlikler yaparak yaşadığı gerçeğini sürekli göz önünde bulunduruyorum. Kaldı ki o 10 bin yılda da kısa süreler hariç, aynı şekilde yaşamaya devam etti insanoğlu. Fakat 20. yüzyılda çok önemli değişiklikler oldu ve olmaya devam ediyor. İnsanlık tarihi düşünüldüğünde kısa bir süreye tekabül eden ve içinde olduğumuz bu dönemde, insanlığın kendi yaşamını çok kolay hale getirecek teknik gelişmeler yaptığını görüyoruz. Bu gelişmeler tamamlandığında, yani bir insanın gündelik yaşamını idame ettirecek şeylere erişmesi çok kolay olduğunda insanlık nasıl bir ruh hali içinde olacak, onu merak ediyorum… Çünkü insan milyonlarca yıl boyunca “öncelikle” maddi ihtiyaçlarını karşılamak için çaldı, çırptı, dolandırdı, öldürdü. Öncelikle diyorum çünkü aslında insan karmaşık zihinsel ve kültürel süreçler de yaşayan bir canlı. Marksizme ters düşer mi düşmez mi bilmiyorum ama insanın maddi faaliyetlerinin arkasında yalnızca maddi süreçler olduğuna inanmıyorum; bireylerin zihinsel yapıları, tutkuları, takıntıları, anlık psikolojileri ve hatta arızları da olan bitenden önemli oranda sorunlu… Maddi koşullar, kaçınılmaz halde, örneğin bir 50, 60 sene sonra iyi hale geldiğinde yani kaynaklara erişim ve onları insanlara ulaştırma sorun olmaktan çıktıktan sonra insan neler neler yapacak? Neyse bana ne ya! Lenin, devrimden sonra Kremlin Sarayı’nda yerleri silen bir kadına yanaşmış ve Bolşevik Devrimi’nden memnun olup olmadığını sormuş, o da kendisi için fark etmediğini “ekmeğine baktığını” söylemiştir… 50, 60 sene sonra her yere metro, hızlı tren olduğu zaman, her yer Kanada olduğu zaman, ev fiyatları ucuzladığı zaman, günlük çalışma saatleri 5 saate indiği zaman kim mizantropiyi ne ederse etsin… İnsanın “samimiyetsizliği” inkar edilemez bir şekilde vardır. Bana göre şu anda bunu test etmek için uygun anda değiliz. Bu samimiyetsizlik, maddi koşullar (çok önemli) halledildiği zaman (50, 60, 100 sene sonra ve o ya da bu şekilde) ne hale gelecek, ona bakmak lazımdır. 50, 60, 100 sene sonra bu yazıyı okuyacak olanlara buradan sesleniyorum: Kendinize bu soruyu sorun…
İkinci Dünya Savaşı’nda cephelerde savaşmış olan Salinger’in, 1951 yılında mizantropik bir roman yazmış olması kimseyi şaşırtmamalı. Bunu bu kadar iyi yapabilmesi bizleri şaşırtmalı. Katıksız gerçekçiliğe bayılırım. Araya edebiyat “phony”likleri katmadan, gerçeği olduğu gibi yansıtmayı başarabilen Salinger’e ilk başta hayran olunur. Çünkü gerçekten pek benzeri yok bu gerçekçiliğin… “Aylak Adam”ı okuduktan sonra nasıl “Yalan mı?” diye soruyorsak “The Catcher”ı okuduktan sonra da aynı soruyu soruyoruz. “Aylak Adam” deyince cinsellik mefhumunun tıpkı orada olduğu gibi burada da gerçekçiliği sağlayan en önemli şeylerden biri olduğunun altını çizelim. Hemen hemen her ergen erkeğin yaşadığı şeyleri Salinger büyük bir ustalıkla aktarmayı başarıyor. İnsan samimiyetsizliğini veya İngilizcesi “shortcoming” olan arızlarını net bir şekilde görüyor. Bu anlamda, bu kitabın erkekler üzerinde olacak olan etkisi ile kadınları üzerinde olacak olan etkisi aynı olmayacaktır. Bu kesindir.
Kitap umutsuzluk mu yayıyor? Sonu önemli oluyor bu durumda (SPOILER demiştim, bir de zaten roman eleştirisi yazısı herkesin o romanı okuduğunu kabul eder peşinen.) Holden’in otostopla Batıya gidip, sağır taklidi yaparak insanlardan uzak kalma projesini geride bırakarak okula gitmeye karar vermesi, kitabın “umut yaydığı” şeklinde yorumlanıyor. Fakat bizce pek öyle değil. Holden bunu bir yenilgi gibi görüyor. Bunu açıkça yazmasa da onun, bunu böyle yorumlayacağını bizler, okuyucular, Holden’i tanıyanlar yorumlayabiliriz. Salinger’in kendi hayatında inzivaya çekilmesi romanın içeriğinden ayrı ele alınmaması gereken bir olgudur diye düşünüyoruz.
Umut var mı? Bilmiyorum. Kitabı mutlaka okumalısınız diye düşünüyorum ama…