20 sene önce yani 27 Eylül 2002 günü ve 20 sene sonra yani bugün, 27 Eylül 2022…
Ne oldu, özel günlere gram önem vermeye mi başladım? Hayır!
Bugün bu yazıyı yazmama vesile oldu. 20 sene önce bugün öğretmenliğe başladım. Hayatım o günlerde, o yıllarda radikal bir şekilde değiştiği için o günleri hatırlamak istedim.
Bu yazıyı asıl olarak kendim için yazıyorum… İlgi gösteren de olursa okuyabilir elbette…
20 yıldır öğretmenlik yapıyorum. İdealizmimi çoktan kaybettim. Ona hiç sahip oldum mu, ondan da emin değilim. Bir ülkenin tek başına eğitimle kurtulmayacağını çok iyi biliyorum. Ekonomiden bağımsız hiçbir şeyin olmayacağını da biliyorum. Tek başına üstünü başını yırtacak kadar öğretmenlik heveslisi olmak da ülke geleceği üzerinde bir etki bırakmayacak. Senin onlar için kendini parçaladığın çocuklar büyüyünce Ak Parti’ye veya CHP’ye oy vermeye devam edecekler. O meşhur karikatürde anlatıldığı gibi; akşam evden işe gelecekler, yemek yiyecekler, dizi izleyecekler, sıçacaklar ve kanepenin üstünde uyuyacaklar. İdealizmimi kaybettim dedim ama hiçbir zaman sınıfta yatmadım. Verili koşullar altında eğitim öğretim namına “en fazla” ne yapılabileceğini anlamaya çalıştım ve onu yapmaya çalıştım. Bunu da övünmek için söylemiyorum. Böyle yapmak işime geldi daha çok. Daha az yıprandım.
Eski çalıştığım okullara gitseniz ve öğretmenlere ve de öğrenciler anket yapsanız iki farklı sonuç çıkar. Öğrenciler nazarında en sevilen öğretmen çıkmam beni şaşırtmaz. Öğretmenler nazarında da somurtkan, konuşmayan, sessiz, sakin biri çıkabilirim. Çünkü ben her zaman adamında ve duruma göre davranırım… Öğretmenler arasında iyi arkadaşlarım oldu ama tanımadığım, kefil olamayacağım, bağ kuramayacağım bir sürü yetişkin insanla her gün dakikalarca aynı oda içerisinde kalmak benim seveceğim bir şey değil. Zoraki muhabbetlere girmek istemiyorum. Başka birileri sevebilir, doğrusu benimkidir demiyorum. Baktım o insanlara yakınlık kurabiliyorum, kuruyorum. Kuramıyorum, somurtuyorum. Ama sınıfta onları çok güldürdüğüm için ve onlara yakın davrandığım için beni seviyorlar. Böyle davranmak işimi çok kolaylaştırıyor.
Bu macera nasıl başladı?
2002 yılında Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldum. Öğretmenliğe başvurdum. Normalde üniversiteye girerken, mezun olunca bazı şirketlerce havada karada kapılacağımızı zannediyorduk. Al sana 70 bin TL maaş, bu odada otur çünkü İngilizce biliyorsun… Böyle olmadı. Bunun için biraz girişimci (piç) olmak gerekiyordu. O yıllarda böyle biri değildim ama sonra öğrenecektim öyle olmayı… Yapılacak en akıllıca şey öğretmen olmaktı.
Bir sene önce bir arkadaşım KPSS’den 73 alarak Ankara’ya atanmıştı. O yıllarda başka bir şehre gidip, tek başına yaşamak (kurban olurum o şeye) bana pek çekici gelmiyordu. Ankara’ya aşıktım (kusma emojisi) Ben ise 79 almıştım. Kesin Ankara olur diye düşünüyordum. Fakat benim formasyon belgem yoktu. Fark oradaydı. Beş şehir yazıyordunuz o yıllarda. Bire Ankara’yı yazdım ve gerisini formalite icabı doldurduğumu düşündüm. Belgeyi gidip elden teslim ediyordunuz. Son gün belgeyi götürmeden önce yolda arkadaşım Öztürk’ü gördüm. Sinop’u yazmamı söyledi. Eve gelip son şehri silip Sinop’u oraya yazdım…
Günler geçti. Sonuçların açıklanacağı tarih geldi, çattı. O yıllarda çeviri yaparak kendime bilgisayar almıştım. Burs ücretimle de eve internet bağlatmıştım. Evde bilgisayarın başına geçtim. MEB’i açtım. Evde ben, kardeşim, annem ve kardeşimin Giresunlu arkadaşı Hakan vardı. Kimlik numaramı yazıp enter’a bastım. Böyle bir numara kayırlarımızda yoktur diye bir ibare çıktı. Atanamamanın ne demek olduğunu o anda anladım. Büyük bir üzüntü ve kaygı duygusu beni sardı. Ne yapacaktım? Mutlaka çalışmam gerekiyordu. Ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Numarayı defalarca denedim. Hep aynı şey çıkıyordu. Etrafımdakiler ufak ufak teselli cümleleri kurmaya başladılar. Sonra başvuru formunu elime aldım. Orada başvuru numarası diye bir şey vardı. B tire bir şey bir şey… Bir de onu gireyim dedim. Girdim ve “Sinop’a atandınız.” İbaresini gördüm. O anda karmaşık duygular hissettim. Hem o birkaç dakikalık karabasanı atlattığım için büyük bir rahatlama duygusu yaşadım hem de en istenmedik tercihim olan Sinop geldiği için hayal kırıklığına uğradım. Ankara garanti diyordum. Sonra hatırladığım kadarıyla Çanakkale ve Zonguldak vardı. Dördüncü tercihimi hatırlamıyorum. Eskişehir olabilir. Sinop’u o son gün Öztürk’ün tavsiyesiyle yazmıştım, dediğini yapmasaydım açıkta kalacaktım.
Rahatlama duygusu hemen geçti ve tabii ki yerini kaygıyla karışık merak duygusuna bıraktı.
Artık bambaşka bir insandım. Etrafımdaki insanların bana olan yaklaşımları değişmişti. Zaten öğretmenlik hala doktorlardan sonra en çok güven duyulan meslektir. Siz bakmayın öğretmenin itibarını bırakmadılar iddiasına… Öğretmen olduğunuzu söylediğinizde bütün kapılar size ardına kadar açılıyor. Her yerde sözünüz dinleniyor.
Ankara’dan ayrılacağım için üzgündüm (kusma emojisi)
Günler hızlıca geçiyordu. Sinop’a gideceğim gün yaklaşıyordu. Akrabalarım beni yemeklere çağırıyorlardı. Star gibiydim. Öğretmenliği nasıl yapacağımla ilgili ise aklımda en ufak bir fikir dahi yoktu. Yapamayacağımı düşünüyordum zaten.
Sinop’a gidip kararnamemi alacaktım ve göreve başlayacaktım sonra da bir hafta iznim olacaktı, gelip Ankara’da onu kullanacaktım. Sinop MEB’i aradığımda kararnamelerin hazır olduğunu söylediler. Dolayısıyla bir günlük işim olduğu için yanıma kıyafet almadan gittim. Şimdi düşünüyorum da ne akılsızlık! Kimse de ya ne olur ne olmaz yedek bir şeyler al demedi… Hayatımda yaptığım 10 bin aptalca hatanın 5000. buydu.
Ankara AŞTİ’den akşam 22.00’de otobüsün hareket ettiği anı hatırlıyorum. Büyük bir belirsizliğe gidiyormuşum gibi hissediyordum. Otobüs hareket etti. Zaten geceleri otobüslerde uyuyamam. O otobüs yolculuğu ilk yaptığım gece yolculuklarından biriydi. Belki de o kaygı yüklü olma hali otobüslerde uyuyamaz olmamı belirleyen şey olmuştu. Karanlıktı ve hiçbir şey görülmüyordu. Çorum Sungurlu’da yer alan Mavi Ocak dinlenme tesislerine gelmiştik. Orada bir çorba içmiştim. O tesisin çorbalarına bayılırım. Normalde tesis yemekleri berbat olur, bilirsiniz ama oranın çorbaları muhteşem olur. Denk gelirseniz kaçırmayın.
Belirsiz gece devam ediyordu. Sinop’a Samsun üzerinde gidecektik. Kastamonu üzerinde de gidiliyordu o yıllarda. Gittik, gittik, gittik… Sonra gece 3,4 gibi ben uyudum. Uyandığımda bir yazıhanede bir adamla muavin sohbet ediyordu. Oranın neresi olduğunu kestirmeye çalışıyordum. Sağıma baktığımda denizi gördüm. Adamın tipi de tam Karadenizli tipiydi, Samsun’da olduğumu anladım. Sonra otobüs hareket etmeye başladı. Meşhur Atatürk heykelini görünce Samsun’da olduğumdan emin oldum. Şehrin büyüklüğü ve gelişmişliği beni şaşırtmıştı. Sonra tekrar uykuya daldım. 6 gibi tekrar kalktım. Güneş de yavaş yavaş doğuyordu. Yol çok dolambaçlıydı. Sinop, Samsun yolu. Keskin uçurumlar, dar yollar, çok yakında bulunan koca koca kayalar falan yol çok ürkütücüydü. O zaman moral olarak göçtüğümü hatırlıyorum. Sinop, Samsun arası yolculuk bende büyük bir hüzne ve kaygıya yol açmıştı. Neyse garaja vardık. Otobüsten indim. Hala Sinop’un nasıl bir yer olduğuyla ilgili fikrim yok. Servise bindim ve Valilik önünde inmek istediğimi söyledim. Çiçek Abbas’ın minibüsü olan 70 model Ford’lar vardı o zaman. Bu Anadolu şehrinde garajdan kalkan otobüsler adı Atatürk/Cumhuriyet/İstiklal olan caddeden geçip Valilik/Belediye/Meydan/Heykel’de yolcu indirirler. Sinop’ta aynısı oldu. Meydana indiğimde etrafıma baktım. Tarihi binalar, alçak yapılar, dar caddeler ve durağan bir hayat! Kaygım artıyordu.
MEB’e gittim. Cahilliğe bak, kimseyle konuşmadan etmeden oraya gitmiştim. Oysa liseden öğretmenlerim vardı. Bana yol gösterebilirlerdi. 27 Eylül 2002’de Anasol D hükümeti vardı ve eğitim DSP’nin elindeydi. Yani eğitim-sen’in. En güzel okula kendimi torpille atandırabilirdim.
MEB’e gittim ve kararnamemi almak için geldiğimi söyledim. MEB müdürünün hala imzalamadığını söylediler. Öğleden sonra uğramalıymışım. Allah allah, ne yapacaktım şimdi. Ben belgemi alıp, resmi işlemlerimi halledip, akşam otobüsüyle de dönmeyi planlıyordum.
Neyse şehri gezmeye başladım. Yarım saatte de şehri tükettim. Yapacak bir şey yoktu. Sudan çıkmış balık gibiydim. Gerçekten tam olarak oydum.
Sudan alınmış ve direkt ateşe atılmış balıktım…
Öğleden sonra MEB’e gittiğimde ortalığı kalabalık gördüm. Bir eleman takım elbise giymişti ve yakasında Ali adlı yerel ortaçağ egemeninin (kimileri ona Hz. Ali diyor) kılıcı olan Zülfikar takmıştı. Eğitim sen iktidardaydı ne de olsa. Birileriyle konuştum. İngilizceden çok açık olduğunu merkez dışında başka bir yerin gelmesinin imkansız olduğunu falan söylüyorlardı. Ben de inandım buna safçana. Bekle babam bekle, kararnameler bir türlü çıkmıyor. Akşam oldu ve umutsuzca çıktım mekandan. Ne yapacaktım şimdi?
Önce kalacak bir yer bulmalıydı. Sahilde pansiyonlar görmüştüm. Hatta “5 milyona” çok ucuz yerler vardı. Onlara gittim. Fazla param yoktu. Fazla vizyonum da yoktu açıkçası. O tarihe kadar hep fakirlik çekmiş, yaşamak nedir, rahat etmek nedir hiç bilmiyordum. Yedek kıyafetim de yoktu. Nemli bir yerde ve yaz mevsiminde olduğu için terlemiştim. Bir marketten sabun aldım ve pansiyonun (ortak) boktan banyosunda duş aldım ve aynı kıyafetleri giydim. Bu arada bir akrabamız beni aradı ve Boyabat belediye başkanını tanıdığını istersem oraya tayinimin yapılabileceğini söyledi. Ben de merkez olacağından emin olduğum için ve deniz kenarında yaşamak istediğim için kendisini kibarca reddettim.
Gece sahilde dolaştım, bira içtim, ortam tatil yöresi gibiydi. Yavaş yavaş kaygı duygusu yerini heyecana, hevese bırakıyordu. Orada yaşayacaktım, denize girecektim, güzel zamanlar geçirecektim. Oleydi! Yaşasındı! Kahpe felek yüzüme gülmüştü ilk kez…
Ertesi gün büyük bir hevesle merkezde bir okula atandığımı gösteren belgeyi yani kararnamemi almak için yine MEB’e gittim. Aynı şeyleri bir daha yaşadım. Yine müdür belgeyi imzalamadı. Bu kıyafetlerle ne yapacaktım. Öğlene doğru süreç belli edince bu sefer terlemeyi engellemek için yollarda çok yavaş hareket etmiştim. Gölgelerden yürümüştüm. Akşam yine dolaşma olayı ve sonrasında pansiyonun berbat yatağında yatma olayı oldu.
Ertesi gün sabah bu sefer nötr duygularla MEB’e gittim. Bir yarım saat sonra bir memur elinde belgelerle geldi. Herkese belgesini uzattı. Merkezdeki hangi muhteşem okula atandığımı görmek için belgeye baktığımda Dikmen ilçesindeki Dikmen İlköğretim Okulu’na atandığımı gördüm. Dikmen de neresiydi? Ben bir tek Ankara’nın Dikmenini bilirdim, Sinop’un Dikmeni de nereden çıkmıştı! Görevliye nerede olduğunu sordum bu Dikmen’in? Gerze’ye yakın olduğunu, oradan gidebileceğimi söyledi ve ekledi: Ava meraklı mıydım? Eğer öyleyse orada çok iyi vakit geçirirmişim…
Büyük bir hayal kırıklığı ve öfkeye sahiptim. Neresiydi burası. Köy gibi bir yermiş. Endişeyle yüklü bir şekilde Gerze’ye vardım. Oranın garajında Dikmen minibüsünü beklemeye başladım. Oradakilere sorular soruyordum. Adamlar isteksizce cevap veriyorlardı. Küçük bir yermiş. Küçük yer mi! Fiili olarak 600 kişinin yaşadığı bir “ilçe merkezi”! Türkiye’nin en küçük ilçesi olabilir. Banka şubesi bile yok. Bayan kuaförü yok. 8, 10 tane karşılıklı binanın oluşturduğu bir sokak ve etrafındaki 20, 30 bina… İlçe merkezi bu. 150 öğrencili bir ilköğretim okulu ve 55 öğrencili bir lise… Tek lokanta var. Minibüsün dolması ve hareket etmesi bazen bir saati buluyor. Deniz kenarında tatil gibi hayat yaşayacakken düştük köye…
Garajdaki adamların bazı öğretmenlerin Gerze’den gidiş geliş yaptıklarını söylemesi üzerine bir rahatlama yaşadım ve o anda ben de onu yapmaya karar verdim. Daha Dikmen’i görmeden. Gerze, Sinop’un küçüğüydü. Deniz kenarında ve daha bir şehre benzeyen bir yerdi. Esasında orası da 10 bin nüfuslu bir taşraydı işte…
Dikmen’e doğru yollandım. Samsun’dan gelirken bana ürkütücü gelen o coğrafya bu sefer aydınlıkta gözlerimin önündeydi. Yine ürkütücüydü. Ama aslında oraya gezmeye giden birine muhteşem gelebilecek bir coğrafyaydı.
Dikmen’e indim ve MEB’e gittim. Şube müdürü beni karşıladı. Sohbet etti. “Solcu” biriydi. Yani Atatürkçü işte. Oraların solcusu en fazla Atatürkçü olur. Beni kaymakamın huzuruna çıkarmak istedi. Takım elbisem yok muydu? Tıraş neden olmamıştım? Ben de durumu anlattım ve bir haftalık iznimi alıp, bir an önce siktir olup gitmek istediğimi söyledim.
Öyle de oldu. Şube müdürü, kaymakama çekine çekine yedek kıyafet getirmediğimi falan söyledi. İşte izin belgem elimdeydi. Bir haftam vardı. Bir hafta sonra gelip Sinop’un Dikmeninde “öğretmenlik” yapmaya başlayacaktım.
İlçe resmi binasından çıktım. Saat öğleden sonraydı. O gün Gerze’de pazar olduğu için minibüs çok hızlı doluyordu. Gerze’ye gitmek istedim. Dikmen sapağına çıkınca inmemin ve oradan geçen Samsun otobüslerine binmemin (veya otostop yapmamın) daha akıllıca olacağını söylediler. Ben de öyle yaptım. Sapakta indim. Otobüs beklemeye başladım. Otostop da yapıyordum. Birden bir kamyonet durdu. Beni aldılar. Bafralı pazarcılardı. Yani nasıl desem… Bafra’ya gidene kadar benimle güzel hoş sohbet ettiler, yardımcı oldular, sağ olsunlar ama hayatımdaki en rahatsız edici kokuyla o kamyonette karşılaştım maalesef. Ben kötü koktuğumu düşünüyordum ama o adamların terleri inanılmaz kötü kokuyordu ve bir de üstlerine acı biber kokusu sinmişti. Bafra’ya gidene kadar öldüm öldüm dirildim. Sonra oradan çok kolay bir şekilde Samsun’a gittim ve hemen bir Ankara otobüsüne zıpladım.
Birkaç gün öncesinden başlayarak, 27 Eylül 2002’de yaşadıklarım bunlardı. Artık bambaşka bir insan olacaktım ve bambaşka bir hayatım olacaktı. Geri dönüş yoktu. Hala bile bazen beni öğretmenlikten aldıklarını ve veremediğim bazı dersler yüzünden üniversiteye geri gönderdikleri rüyasını (kabusunu) görürüm. İnsanın en güzel yılları olması gereken üniversite yılları benim en kötü yıllarımdandı. O yıllar bitmişti. Böyle bitmişti ama…
Bu yazıyı, kendim için, arşiv amaçlı yazdım. İleride belki Tuna okur bu yazıyı. İlerleyen günlerde de “Ekim, Kasım 2002” başlıklı bir yazı yazacağım çünkü o bir, iki ay da önemliydi. Orayı da kayır altına almak istiyorum.
Not 1: Bu yazıyı hızlı yazdım ve de geri dönüp kontrol edecek vaktim olmadığı için yazım yanlışlarını düzeltemeyeceğim.
Not 2: Sinop’a, Gerze’ye, Dikmen’e gidip oraları gezmek için ölüp bitiyorum. 2007’de ayrıldım oradan.
Not 3: Fakirliğin amk!