Alper Kaya Röportajı

19875326_10155410177382768_40043961282818814_n

Duvarda asılı olan tüfek odadaki oturan kimsenin özel olarak ilgisini çekmemiş gibi görünüyordu. İçlerinden sadece birisi, o tüfeğe çaktırmadan bakmıştı. Bir diğeri de o bakışı fark etmişti. Birden elektrikler kesildi…

Öff! Olmuyor, olmuyor! Yapamıyorum! “Bir oyunda duvarda bir tüfek varsa, oyunun bir yerinde o tüfek mutlaka patlar.” kuralını da aklımda tutmama rağmen bir türlü polisiye tiyatro oyunu pardon roman yazamıyorum! Yazabilen bir arkadaşım var ama… Alper Kaya… Dur, bari kendisiyle (muhabbet) röportaj formunda bir röportaj yapayım…

İtiraf etmem gerekirse bazı Facebook yazılarımdan sonra tanımadığım insanlardan övgü dolu mesajlar alınca “Ekşi Sözlük’te olup olmadığıma” bakmıştım. Yoktum… Ekşi Sözlük’te olacak kadar “ünlü” olmasam da orada bulunan arkadaşlarım var… Alper Kaya da bunlardan birisi. Kendisiyle bir röportaj yapmak istedim, sağ olsun o da beni kırmadı ve teklifimi kabul etti…

Aslında bu “arkadaşla röportaj” fikri benim için özgün bir fikir değil. Başka bir arkadaşım (Gorki Okuryazar) benimle röportaj yapmak istediğini ve onu sosyal medyada insanlara sunmak istediğini söylemişti. Bunu yapmadı ama ben bu fikirden hareketle bunu gerçekleştirdim. Umarım hak ihlali yapmamışımdır.

“Ünlü” ve gazeteci olmayan bir insan neden bir arkadaşıyla röportaj yapmak ister? Bunun kime, ne faydası vardır? Hayatta her zaman sorulara net cevaplar veremeyiz, bunu da öyle bir şey kabul edelim, olur mu?

Amerikan bağımsız sinemasında sıradan insanların, gündelik yaşamda karşılarına çıkan küçük, önemsiz, dikkat çekmeyen ayrıntılar sıkça işlenir. Bu da bir bağımsız röportaj olsun… Hikâye formunda… Fakat Alper Kaya sıradan bir insan değil.

Kendisine gönderdiğim ilk röportaj sorusu şuydu: “Klasik olacak ama bize biraz kendinden bahseder misin? Uğraşamam diyorsan sitene girip bio’dan kopyalayalım… Bence klasik olmayan bir ‘kendinden bahsetme’ cevabı verirsin…” Sitesine girip “bio” kopyalamayalım ama sitesinin adresini verelim: www.alperkaya.org adresinde tüm yazılarına erişebilirsiniz.

Verdiği cevabı sunalım: “Kendimi bildim bileli yazıp çiziyorum, bir derdim oldukça romanlaştırmayı tercih ettim; roman yahut son dönemin moda tabiri ile ‘uzun öykü’leştirmeyi. 2010 yılından bu yana da yazılar aracılığıyla ‘ulusal basın’ tabir edilen mecralarda yazıyorum. Bu on yılın son üç yılı Evrensel’de geçti, geçiyor. Alt liglere dair meramlarımı iletmeyi biraz fazla seviyorum sanırım…”

Kendisinin iki özelliği öne çıkıyor. Birincisi roman yazarı olması… Polisiye türünde Bir elin parmaklarından fazla, üç elin parmaklarından az, romanı var. İkinci özelliği de futbol yazarı olması… Şu anda Evrensel’de yazıyor. Bir parmaktan çok beş parmaktan az sayıda muhalif yayın organında çalıştı. Diğer futbol yazarlarının aksine daha çok alt liglerle ve amatör futbolla ilgili yazılar yazıyor.

Kendisini nereden tanıyorum? 2012 yılında Sol adlı gazetede spor bölümünde ikimizin de yazıları çıkıyordu. Oradan tanıyorum. Bir toplantıda tanışmıştık.

Hava ılıktı. Kadıköy’deki barın duvarında bir tüfek asılıydı! Duvarda tüfeğin asılı olduğunu görmeyen birkaç kişi dışarıdaki masaların birinde oturmuş, bira içiyorlardı…

Neyse, olmayacak bu iş! Vazgeçiyorum… Alper Kaya’yı ilk o toplantıda gördüm. Daha sonra 2020 yılında gördüm! Bu uzun sürede daha fazla görmediğim için pişmanım. Bunun sebebi. Birisinin diğerini Facebook’tan silmesiydi. 2020 toplantısında Alper Kaya sohbete başlamadan önce hemen bu konuyu gündeme getirdi ve haklı olarak hesap sordu. Ben orada kem küm ettim ama daha sonra esasında onun beni silmiş olduğu düşüncesine sahip olduğumu hatırladım. Neyse, bu ayrıntı önemli değil. ikinci Facebook döneminde sonra “Yorumlar” bölümünde verimli ve nitelikli geyik muhabbetleri yaptığımız için tekrar görüşme kararı aldık ve “Yorumların” diğer kadrolu geyik muhabbeti yürütücüleriyle beraber Alper Kaya ile görüştük. Bu esnada evlenmiş Alper Kaya (ben de evlendim.) Sevgili eşi de geldi. Türk korku sineması üzerine söz söyleyen, yazıları yazan, kitaplar yazan Gizem Şimşek Kaya’yla da tanıştık.

Bir ev düşünün, ev halkından birisinin hayatında Türk korku sineması önemli bir yer tutuyor, diğer birisinin hayatında da polisiye roman ve alt ligler önemli yer tutuyor. Oldukça farklı ve farklı olduğu oranda heyecan vadeden bir ev… Çok iyi olmuş bu evlilik!

İtiraf etmem gerekirse ben ne Türk korku sinemasıyla, ne polisiye romanla ne de amatör futbolla ilgilenirim. Alper de bunu biliyor ama onların bu ilgileri hoşuma gidiyor. Ben de onların bunlarla ilgilenmesiyle ilgileniyorum…

Kendisine gönderdiğim ikinci soruya geçelim: “Birinci “neden” sorumu soruyorum: Neden polisiye edebiyat?”

Edebiyatın ana akımıyla ilgilenirim hatta beş sene sonra gerçekleşmek üzere roman yazma projemi de başlatmış bulunuyorum ama Alper Kaya’ya bu soruyu sormak istedim işte. Kendisi, “Yazar olarak cevaplamam gerekirse, doğrudan bir nedeni yok. Aklıma polisiye bir hikâye geldiği için polisiye edebiyat. Okur olarak cevaplamam gerekirse, şaşırtıcı ölçüde güzel hikâyeler okuma fırsatı sunduğu için.” Sinemada “Thriller” denen türü çok severim. Polisiye edebiyat denen şey de esasında bunun roman formunda olanı. O halde bu türe daha çok ilgi göstermeyi kendime bir görev olarak belirliyorum. Bu türde üretim yapan bir arkadaşım olması da büyük şansım…

Üçüncü soru, “Polisiyenin dünyada ve TR’deki durumu nedir?”

Alper: “Devlet bize bakmıyor… Şaka bir yana, Türkiye’de son yıllarda bir örgütlülük bilinci hâsıl olmaya başladı ve Türkiye Polisiye Yazarları Birliği kuruldu. Bireysel açıdan, 80’i geçkin yazarın her birinin yazdıklarını okura ulaştırma çabasında olduğu karmaşık bir ortam olarak açıklanabilir. Onlarca cinayet büro başkomiserimiz, yüzlerce komiserimiz, bir o kadar cinayetimiz vesaire olup çıkacak en nihayetinde. Dünyada ise, onların resmî kurumlarındaki farklılıklardan kaynaklı biraz çeşitlilik söz konusu. Bir de polisiye edebiyata yıllardır ciddi olarak eğilen insanların olması, alt türlerin yurt dışında çok daha belirgin ve en az “katil kim” polisiyeleri kadar saygı görüyor olması da bu çeşitliliği besleyen bir olgu. Bizde akademik düzeyde dâhi son beş yıldır ciddi çalışmalar yapılıyor polisiye edebiyat hakkında… O yüzden diğer edebiyat türlerine nazaran biraz gölgede kalıyor diyebiliriz.”

Bir polisiye yazarları birliği kurulmuş olduğun biliyor muydunuz? Kurulmuş işte, ne güzel! Ayrıca sekiz elin parmaklarında çok sayıda polisiye yazarı olduğunu da öğrendik. Bu bilgi de iyi oldu. İstatistiklere önem veren (rasyonel) bir insan olduğum için hemen baktım, TR’de yılda 2000 cinayet işleniyormuş. Yani her 25 cinayete bir yazar düşüyor. Alper Kaya polisiye edebiyatının gelişmesini istiyor mu açıklamalı… Dünyada en çok cinayet de Amerika’da işleniyormuş. Polisiyenin merkezinin Amerika olduğu tahminine sahibim. Eğer öyleyse buna şaşmamak lazım.

Dördüncü soru: “Başka hangi tarz romanlara ilgi duyuyorsun?

Alper: “Gerilim ve korku da seviyorum, ki o alanlarda da yazmayı seviyorum.” Sanırım benim sinemada eşitlediğim gerilim ve polisiyenin arasındaki farkı ortaya koyması gerekecek Alper’in…

“Favori yazarların ve favori kitapların hangileridir?”

“Daniel Pennac’ın ‘Küçük Yazı Satıcısı’, beni roman yazarı yapan kitaptır. O yüzden çok severim. Ümit Kıvanç’ın, bütün o Taraf yıllarına rağmen affedilebileceği bir yönü olduğunu savunabileceğim romanı “Bekle Dedim Gölgeye” çok güzeldir. Affedilmenin çok uzağında olan İsmet Berkan’ın ‘İnsanlar Üçe Ayrılır: Sayı Saymasını Bilenler ve Bilmeyenler’ romanını çok sevmiştim ama çok eskidendi, çok eskiden… Bir de Suat Duman ne yazsa okurum, keza hayatını geçtiğimiz yıl yitiren Celil Oker de çok geç keşfettiğim bir üstadımdır…” İlk fırsatta “Küçük Yazı Satıcısı”nı okuyorum…

“Genç yaşına (30) göre epeyce üretken bir yazarsın. İlham gelmeme sorunu yaşıyor musun?” diye sordum. Günde dört cinayet işlenen bir ülkede ilham gelmemesi sorunu yaşadığını pek düşünmüyorum. Çok sıkışırsa Youtube’dan bir “Gerçek Kesit” bölümü açar… Bakalım ne demiş Alper: “İlham gelememe sorunundan ziyade piyasalarla sorun yaşıyorum. Bir roman dosyasını bitirdiğim zaman o basılı olarak karşıma çıkana dek başka bir kitaba odaklanamama sorunumu oldum olası aşamadım maalesef…” Piyasalar, evet, çok büyük sorun…

İkinci neden sorumuza geçelim ve “Neden amatör futbol, daha doğrusu neden alt ligler?”

“Açıkçası orası bana Süper Lig’den daha gerçek geliyor. Yıllar evvel Vanspor’un bir maçında tribünden atılan su şişesi, sağ bekin arkasına düştü. Maç da o sıralarda duraksamıştı. Sağ bek döndü, su şişesini aldı; kapağını açtıktan sonra içindeki suyu içti. Boş şişeyi de kenara fırlattı. Böyle hikâyelere üst liglerde rastlamak çok zor oluyor.”

Röportaj çok uzadı, sanırım ben fazla araya girdim… Futbolda para faktörüyle ilgili ne düşündüğünü sordum: “Olmazsa olmaz maalesef. Haksız rekabetin baş tacıdır para. Gene yıllar evvel, bir başkent takımının kulüp müdürü ile konuşuyorduk. Futbolda enteresan kurallar var gözle görülmeyen. O kurallardan birisi, her takımın en az iki forma kitiyle maça gelme zorunluluğu. Bazı takımların ise parası yok, bir forma takımını bile zor düzüyor tabiri caizse. Bu başkent takımı da öyle bir takımdı. Bir deplasmana gidiyorlar, rakip takımın kulüp müdüründen rica ediyor “Bizim durumumuz belli, bir forma takımıyla iç dış tüm maçları oynuyoruz. Gel sen de tek formanı göster denetmenler okey versin bitsin gitsin, ceza yemeyelim”.

Yok… Belediye destekli rakip takım üç forma kitini birden çıkarıyor denetmenin önüne, yani eşeğin kulağına suyu fazlasıyla kaçırıyor. Diğer takım da tek forma kitiyle geldiği için para cezası yiyor.

Acımasızı daha acımasız, mağduru daha mağdur yapıyor bu para sözün özü.”

“Alt ligleri stattan takip ettiğini biliyorum. Bunun ne gibi zorlukları veya hoşlukları var?” diye sordum.

Alper: “En büyük zorluğu maç oynanan statların hep Allah’ın unuttuğu yerlerde olması gösterilebilir. İşin esprisi bir yana, en büyük zorluk İkinci ve Üçüncü Lig’de istisnalar haricinde tüm maçların haftanın aynı gününde aynı saatinde oynatılması. Böylece her hafta sadece bir maç izleyebiliyorsun, oysa yetmişe yakın maç oynanıyor tüm ülkede… Sırf İstanbul’da bile beş, altı taneyi buluyordur bazı haftalarda.” dedi. Bence Alper, stadyumlarla ilgili bir kitap yazabilir. Yeni olanlarıyla ilgili değil. Beykoz’daki, Karagümrük’teki, Sarıyer’deki ve diğer şehirlerdeki alt liglerin oynandığı stadyumların hikâyelerini yazabilir. Böyle bir kitap olduğunu tahmin etmiyorum ve vakit bulup da bunu yaparsa çok yerinde olacağını düşünüyorum.

Baran: “Futbol ve siyaset ilişkisine dair söyleyecek şeylerin olmalı… Alper zaten 10 senedir bunu yaptığını ve tüm futbol yazılarının bu konuda cevap olabileceğini belirtti.

Amatör olduğum için röportajın çok uzadığını fark edemedim. Fazla girdi yaptım ilk sorulara ama röportaj onun röportajı, dolayısıyla burada kısa kesip diğer sorulara odaklanalım:

“Süper ligler, süper takımlarla ilgili ne düşünüyorsun?”

“Çok uzun zamandır ciddi olarak takip etmiyorum doğrusu. Bazen yapılan transferlere bakıyorum, arada bir de maç sonuçlarına… O yüzden ne söylesem yalan olur muhtemelen. Fakat Gençlerbirliği küme düştüğünde çok üzülmüştüm, bunu da ayrıca itiraf edeyim.”

Ben süper liglerin, süper takımlarıyla ilgileniyorum, maalesef diyelim…

“Gelmiş geçmiş en iyi 11 yapar mısın bize? Türk futbolu ve dünya futbolu ayrı…”

“Dünya futbolu yapamam, çünkü ben bilemenko.

Türk futbolunda da açıkçası, hâkim olduğum alanda oluşturacağım en iyi 11’i dolduramam. Çünkü takımların genelde hep bir yanı eksik oluyor. Bek, orta sahanın sağı veya solu genelde eksik oluyor; nitelikli oyuncuya rastlamak, rastlayınca da ‘ha’ deyince akla getirmek güç…” dedi Alper. Listelere ve liste yapmaya bayılırım. Madem yazarımız yapmadı, ben kendi listelerimi sunayım. Bunu yapmazsam çatlarım. Dünya: Casillas, Pique, Ramos, Dani Alves, Lahm, Scholes, Iniesta, Xavi, Ronaldo, Messi, Henry. Türk futbolu: Volkan Demirel, Bülent, Alpay, Abdullah Ercan, Gökhan Gönül, Arda, Tugay, Oğuz Çetin, Hasan Şaş, Hakan, Tanju. Oh be!

Baran: “En unutamadığın beş maç…”

Alper: “Bak bunu sayarım.

İlki, 2011’deki Yalovaspor – Sancaktepe Belediyespor maçıdır. Üçüncü Lig’de izlediğim ilk maçtır. Yalovaspor’un profesyonel liglerden düştüğü sezon, iç sahada oynadığı yanılmıyorsam son maçtı. Maç 1-0 gerideyken Yalova’da bir oyuncu değişikliği oldu, tribünden hocaya sövüp “Yalova’nın çocuğunu çıkarıyorsun şehir dışından gelenleri oynatıyorsun” diye bağırdılar, sonra oyuna giren çocuk 90+4’te gol atınca kimse doğru düzgün sevinemedi.

İkincisi, Van depreminin olduğu sene maçlarını İstanbul’da oynayan Vanspor’un Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor ile oynadığı maçtı. Maçın tüm skorundan, sonucundan, teferruatından bağımsız; İstanbul’da oynanan bir Doğu derbisi izleme tecrübesi çok keyifliydi.

Üçüncüsü, Süper Lig’de yıllar önce oynanan, penaltıyla 1-0 Gençlerbirliği’nin kazandığı ve o sezon Ankaragücü’nün küme düştüğü, dolayısıyla uzun süre boyunca başkentin Süper Lig düzeyinde oynanan son ‘gerçek’ derbisi olma niteliği taşıyan maçtır.

Dördüncüsü, birkaç yıl evvel ligin açılış haftasında Bölgesel Amatör Lig’deki Aydın derbisinde Kuşadasıspor’un yeni transferi Jaba’nın üç farklı türde (kafa, penaltı ve ayak) gol atarak 3-0 kazandırdığı Sökespor maçıdır. Süper Lig’de Ankaraspor formasıyla televizyonda izlemeyi çok sevdiğim bir futbolcuyu BAL’da izlemek ilginç bir duyguydu ve Jaba’nın Kuşadası formasıyla ilk maçıydı.

Beşincisi ise Vanspor’un gene İstanbul’da oynadığı, Kastamonuspor maçıdır. O maçta hakem hataları Vanspor’un o kadar aleyhineydi ki; maç sonrasında “Ben bu ligleri düzenli takip etmeliyim, kimbilir ne olaylar dönüyor buralarda” deyip birkaç yıl boyunca her hafta sonu bir farklı maça gitmeye başlamıştım.”

Burada ben de bir şeyler yazacaktım ama çok uzadığı için burada kesiyorum. (Muhabbet) röportajlarımın ilkini okudunuz. Teşekkür ederim. Alper’e ayrıca teşekkür ederim. Ekşi Sözlük’teki övgü dolu yazıları sonuna kadar hak eden bir insan… Umarım güzel şeyler başarmaya devam eder…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazı Uncategorized kategorisine gönderilmiş ve , , , , ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.