
“Eskiden, bir yolcu, bir köye yaklaşırken her bir kovuğa saklanan köylüler, şimdi, civarlarında geçenleri yolun yarısında güleryüzle karşılamaya çıkıyor: ‘Bize buyurmaz mısın?’ diye sesleniyordu ve bunlar, artık hiç tezek yakmıyordu. Kömür ve odun işin en modern tekniğe göre eline almış olan Devlet, artık, bu tarihöncesi, bu taşdevri yakıt adetini, köylünün başından aşarı, fesi, sarığı nasıl kaldırdıysa öyle kaldırmıştı.” “Ankara”, sayfa değil Kindle versiyonu %87. Hamiş: Yazar, 1934 yılında yazdığı romandaki bu bölümde 1943 yılını hayal etmektedir.
“90’lı yıllarda Ankara’nın merkezindeki bazı mahallelerde tezek yapıldığını gözlerimle görmüştüm.” Baran Doğan
Yazarın romana 1964 yılında eklediği not: “Ya romanın son bölümünde hayalini kurduğum Türkiye’nin gerçekleşmesine doğru bir gelişme olmuş mudur? Ben, romanı yazdığım 30’lu yılların başında bir gün gelip de öleceğini aklımdan bile geçirmediğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliğiyle bu ideal Türkiye’ye yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum. Şimdi, o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor. Fakat, biz, sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından hala romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız.”
“Köylüleri neden s**kmeliyiz?” Henüz, sadece başlığı yazılmış olan bir şiir; şairi Gencer Ergünay.
Yakup Kadri’nin “Ankara” romanını okudum. “Kiralık Konak”, “Yaban” ve “Sodom ve Gomore”den sonra okuduğum dördüncü romanı oldu. Orhan Pamuk’un “saf” ve “düşünceli” olarak ikiye ayırdığı roman yazarları kategorisinde “saf” romancıya örnek olarak verilebilecek bir insandır. Devlet memuru bir “aydın”dır. Dünyanın en sürükleyici yazarlarından biri olabilir.
FETİŞ ROMAN OLARAK “YABAN”
Yazarın eserlerine beklenilenden fazla ilgi göstermemin sebebi “Yaban” romanını fetiş romanım olarak kodlamamdır. Ve bu “Ankara” romanın da “Yaban”la birtakım ruh ortaklığına sahip olduğunu öğrendiğimden dolayı okudum. Kendisiyle ayrı ideolojik kamplarda yer almamıza rağmen Yakup Kadri’nin halka, köylülere, insanlara ve onların nasıl yönetilmesi gerektiğiyle ilgili düşüncelerine katılıyorum.
“Ankara” ile “Yaban”ın ruh ortaklıklarına değineceğim. Roman üç bölümden oluşuyor, bu üç bölümden sırayla bahsedeceğim ve oralarda “Yaban” alakası ele alınacak…
Romanın üç bölümünü sırayla ele almak lazım ama şunu belirtmeden geçemeyeceğim, bu romanı önemli kılan şey üçüncü bölümdür. Yazar, romanı 1934 yılında yazmıştır. O esnada yaklaşık 10 yıldır yeni rejimin maaşlı ideologlarından, “aydınlarından” biridir. Yazar, üçüncü bölümde 1943 yılını hayal etmektedir. Bu anlamda ütopik bir romandır. Girişte gördüğümüz üzere 1964 yılında ütopyasının bir distopyaya evrildiğini düşünmektedir…
BİRİNCİ BÖLÜM: SAKARYA
Romanın birinci bölümü Sakarya Savaşı’nın hemen öncesine denk geliyor. Selma karakterini tanıyoruz. Üç bölümün de ortak iki karakterinden biri. Diğeri Ankara. İstanbul’dan gelen Selma, banka memuru kocası ile birlikte Ankara’ya atanmıştır. Yakup Kadri’nin okuduğum romanlarda bel altı vurmalarına sıkça tanık oldum. Ne kadar Batıcı olsa da bir Osmanlı erkeğinden fazlası olmadığı için kadının bedeni onun için bir tabu. Hatta “Sodom ve Gomore”den bildiğimiz kadarıyla (Türk) erkeğ(in)in bedeni de bir tabu. Romanlarındaki karakterleri sevişip sevişmemesi üzerinden değerlendirmeye tabi tutması sık görülüyor. Muhtemelen özel hayatında “güzel kadın terörü”nden muzdarip olmuş bir insandır. O yüzden karakterlerini sevişip sevişmemesini Hitchcock’un aktrislerine yaptığı gibi gözetliyor. Burada Selma üzerinden bir gözetleme olayı olduğunu düşünüyorum. Selma’nın flörtlerinden heyecan duyarak bahsediyor. Bunu yaparken “Sodom ve Gomore”de ayan beyan yaptığı milliyetçi reflekslerini ve de siyasi reflekslerini sergiliyor. Selma roman boyunca onun önerdiği erkekle sevişiyor. Selma’yı yabancıya kaptırmıyor. Onun namusunu kirletmiyor.
Birinci bölümdeki Selma’yı Ankara Kalesi etrafındaki renksiz yaşamın içerisinde buluyoruz. Savaş koşulları pek hissedilmez. Bu bölümde “Yaban”la benzerlikler görüyoruz. Halkın sefil durumu, siyasete ve savaşa isteksizliği teşhir ediliyor. Hala Kurtuluş Savaşı denilen olayda yedi düvele karşı topyekûn bir mücadele verildiği anlatılıyor okullarda, oysa olayın böyle olmadığını alternatif tarih okuyucuları çok iyi biliyorlar. Yakup Kadri’nin romanlarında da bunun böyle olmadığını anlayabiliyoruz. Evet, yazdıkları roman ama tamamen yalan söylüyor da olamaz. “Bağımsız” bir ülkede yaşamayı arzu eden, bunu umursayan, bunun için bir şeyler yapan 50 bin kişiden biri. Kocası öyle biri değil. Öyle değilse artık Selma’yı cezbetmesi pek mümkün olmuyor. Yakup Kadri’nin Selma’yı doğru adrese teslim etmesi lazım. O kişi de subay Hakkı Bey’dir.
Önce ikisini flört ettiriyor. Sonra savaşta buluşturuyor. Gerçi Selma’nın cephedeki duruma tahammül edememesi ve Cebeci Hastanesi’ne tayin olunması da kafalarda soru işaretleri doğurmuyor değil. Bu bölümde Ankara’nın bağları denen yerleri görüyoruz. Yani benim doğduktan sonra 23 yıl yaşadığım Etlik, Keçiören gibi yerleri görüyoruz. Tabii şu anda oralarda bağ falan yoktur. Apartman dağları vardır. Bu bölümleri ilgiyle okudum. Hem bildiğim yerlerdi hem de bu bölümde sadece bu yerleri tasvir etmekle kalmıyor o dönemin tiplerini de karşımıza çıkartıyordu. Yakup Kadri Selma’yı Hakkı Bey’e teslim eder ve ikinci bölüm başlar.
İKİNCİ BÖLÜM: KURULUŞ
İkinci bölümde 1926, 27 yıllarındayız. Bu yıllar Ankara iktidarının İstanbul’daki etkili 10 bin adama kendisini kabul ettirmeye çalıştığı yıllardır. Yunanlara karşı savaşı kazandıkları için elleri güçlüdür. Tarihi her zaman savaşı, fiziksel mücadeleyi kazanan erkekler yazar, sınıflar falan değil. Savaş kazanmış bir irade ve başlarında da Atatürk kadar etkili bir erkek birey varsa İstanbul’daki o 10 bin adamın hiç şansı yoktur. Pasif direnişe geçebilirler, gizli gizli memnuniyetsizlik de geliştirebilirler ama bir 10, 15 yıl onları tasfiye etmek daha doğrusu yanına çekmek için yeterlidir. İdeolojik uyuşmazlık yaşanacak olan dinci kesimi ise gerçekten tasfiye etmek gerekecekti ve onu da büyük oranda yaptılar. Dinciliğin, dinin kökleri çok sağlam olduğu için hala direniyorlar ama toplumsal yaşama baktığımızda Atatürk’ün kazandığı, kazanmakta olduğu gayet açık.
İstanbul’daki 10 bin adama karşı mücadeleye giren Atatürk Ankara’da kendisini izole ederek akıllıca bir iş yapmıştır çünkü yeni dönem eskiye olan bütün bağlarını atmak isteyen insanların dönemidir. İttihat ve Terakki deneyiminde gerçekten çok şeyler öğrenmiştir Atatürk. İstanbul’da iktidarını tam olarak istediği gibi kuramamıştır İTC, gerçi bunda dünya savaşının çıkması çok etkili olmuştur ama yine de yeni sembollere, mitolojilere ihtiyaç duyan iktidar bir kopuş yaşamayı tercih etmiştir akıllıca.
Bütün bunlar olurken Ankara’da da bir şeyler olmaktadır elbette. Romanın ikinci bölümünde bunları görüyoruz. Ak Parti iktidarı boyunca muhalefetin yolsuzluk ve hırsızlık iddialarını sürekli gündeme getirdiğini benim gibi sizler de fark etmişsinizdir. Elbette bunu yapmalı ama muhalefet eğer iktidarı yolsuzluk ve hırsızlık üzerinden çökertebileceğini düşünüyorsa yanılıyor demektir. Bütün bunlar ayyuka çıkmışken insanların nasıl oluyor da hala onlara oy vermeye devam ettiklerine şaşırıyorlarsa ben de onlara şaşırıyorum. Bir kere bu olay zannettikleri gibi ayyuka çıktı mı çıkmadı mı oradan emin değilim. Ayrıca Türkiye hırsızsız yapamaz! İşte bu romanda görüyoruz. Savaş koşulları bitmiştir ve Atatürk gibi etkili bir birey de iktidardadır ama hırsızlık kaldığı yerden devam etmektedir. Türkiye’de iktidarlar hırsızların, rantçıların üzerine gidemezler. Bunu Atatürk bile başaramamıştır. Muhtemelen o da zaten bu işin doğasında bunun olduğunu düşünüyordur. TR’de iktidarlar son 200 yıldır ideolojiktirler ve hırsızlık bu işin bir numaralı gündem maddesi değildir. O zaten vardır. Aksi akıllara gelmez. Bu halkta da böyledir, yöneticilerde de böyledir. Halk kendi hırsızını sever, karşı kampın hırsızını devlet düşmanı olarak görür. Yakup Kadri’yi bu konuda fazla idealist buldum. Bu bölümdeki Neşet karakteri yazarın kendisidir. İdealidir. Neşet Ankara’nın yeni sahiplerini, İstanbul’dan oraya yanaşmış olan hırsızları eleştirir. Onlardan hoşlanmaz. Bunların inkılabı yanlış yola sürüklediklerini düşünür. Oysa yanlış olan bir şey yoktur bana göre. Hırsızlar memnun edilecektir, bu esnada da işe bakılacaktır. Yani şekil olarak yapılan işler. TR’de hiçbir iktidarın çok uzun süre halkın kendi istekleri doğrultusunda güzellikle dönüşmesini bekleyecek zamanı olamaz. Çünkü bu ülke homojen bir ülke değildir. Ortadan ikiye bölünmüştür. Ayrıca son 30 senede de iki buçuğa bölünmüştür. İktidarı eline alan kendi ideolojisi için zorlayacaktır. Hırsızlarla uğraşacak vakit bulamaz.
Kahraman asker Hakkı Bey bir komisyoncuya dönüşmüştür, o halde Selma’nın hamisi Yakup Kadri onu başka birisine teslim etmesi gerekmektedir. Yabancıya gitmemelidir Selma. Hali hazırda kendisi romanda bir karakter olarak belirmiştir, o halde baştan beri gözü olduğu Selma’yı almak için daha ne beklemektedir? Yazar Selma’yı alır ve kendisine yani idealist oyun yazarı Neşet’e teslim eder.
Bu bölüm “Yaban”la çok ortaklıklar içerir. Yenişehir’deki (Kızılay) yeni vurguncu kesimle uğraşıyor gibi görünürken bir taraftan da hiçbir şeyden anlamayan halkla da uğraşmaktadır. Kafası karışık gibidir. Bir yerde tepeden inmeciliği savunur gibi görünür, bir yerlerde de dünya tarihinde görülmemiş bir şeyi yani tabandan gelen devrimi hayal eder. Zaten her zaman iddia ederim, Türkiye’de kimse Batılılaşma ile ilgili ne yapacağını, ne yapılması gerektiğini tam olarak bilmiyor…
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: HAYALLER VS. GERÇEKLER
Bu bölüm gerçekten çok ilgi çekici. Bölüm 1933’te başlıyor ve 1943’te son buluyor. Yani yazar güncel anı ve 10 yıl sonrasını yazmış. Sanırım burada Kadro Hareketi’nden ve de 1939 Buhranı’ndan bahsetmemiz gerekecek.
1929 BUHRANI
İşte kriz diye buna derim. 15 yıldır Korkut Boratav’ın bahsettiği ama hiçbir somut değişikliğe sebep olmayan kriz gibi değildir bu kriz. Birinci Dünya Savaşı’nın maliyetiyle ortaya çıkmıştır. En çok Amerika’yı etkilemiştir. Avrupa’yı da etkilemiştir. Dolayısıyla Türkiye’yi de etkilemiştir. Hitler’in iktidara gelmesinde bile bu krizin rolü vardır. Hitler bu kriz sonrasında halka maddi vaatler sunduğu ve bunları gerçekleştirdiği için iktidara gelebilmiştir. Siyasi olarak kendisini sağlama alan Ankara iktidarı bu ekonomik zorlukla baş başa kalmıştır. Ve zorunlu olarak devletçilik uygulamalarına yönelmiştir. Taha Akyol’un çok beğendiğim “Ama Hangi Atatürk?” kitabında altı çizildiği üzere Atatürk liberal birisiydi. Siyasi (yaşam tarzı) meselelerinde ne kadar zorlayıcı olsa da ekonomik meselelerde liberal birisiydi. Hatta bu kitapta İsmet İnönü’nün ona nazaran oldukça devletçi olduğu yazar. Zaten bu anlaşmazlık sonucunda İnönü tasfiye edilmiştir ve yerine liberal fikirleri olan Bayar gelmiştir. Atatürk öldüğünde İnönü ile küstür.
1929 Buhranı’nın ortaya çıkardığı olağanüstü koşullar sermaye birikimi (hırsızlığı) kısıtlı olan Türkiye’yi devletçilik uygulamalarına yöneltmiştir. Bunun için eski müttefik Sovyetler Birliği’nin yardımına başvurulmuştur. Ancak bilinmez Atatürk Sovyet yardımından önce bir heyeti Amerika’ya kredi aramaya yollamıştır. Bugün en büyük anti-emperyalist hatta bazılarınca komünist olarak bilinen Atatürk Amerika’dan umduğunu bulamayınca Sovyetler yardımına başvurmuştur. Kendisine müttefik arayan SSCB de olumlu yanıt vermiştir.
Devletçilik uygulamalarıyla beraber bir şey daha vardır. Atatürk önemli üst yapısal dönüşümler gerçekleştirmeyi planlamaktadır. Batılı yaşam tarzını ikna ederek değil dayatarak hayata geçirmeye karar vermiştir. Tüm insanlık tarihinde olan şey olmuştur yani. Hem devletçiliği hem de tepeden inmeciliği parlatacak bir ideoloji aygıtına ihtiyaç duymuştur. İşte Yakup Kadri’nin beyni olduğu Kadro Hareketi böyle ortaya çıkmıştır. Bu hareket içerisinde ayrıca eski komünistler de vardır. Şevket Süreyya gibiler komünizmin hayal olduğunu anlamışlardır. Biraz da sopa yemişlerdir. Bu ekip oluşmuştur. İdeolojik aygıt derken bir dergiden bahsediyoruz. Ve 15. 20 bin okuyucusu olan bir dergi. Halkın umurunda değildir olan biten. Ama işte siyaset yapan o, 20 bin erkeği bir şekilde ikna etmek gerekmektedir. Kadro Harekatı budur. Aslında “Yaban” romanı da “Ankara” romanı da bunun sonucudur. “Yaban” romanını Atatürk’ün sipariş ettiği söylenir. Kadro Dergisi’nde tefrika edilir roman.
1934 yılında yazılan bu romanda Yakup Kadri’nin hayalleri zirvenin doruğundadır. 1943 Ankara’sı gerçekten karikatür kalmaktadır. O yıllarda bir şey daha olur ve devletçilik uygulamasına artık gerek olmadığı ve Kadro’nun da artık abartılı yorumlar yaptığı şekilde düşünceler olgunlaşmıştır. İsmet İnönü daha da ileri gidilmesini isterken liberal görüşlü Atatürk bu düşünceleri hemen dikkate alır ve Yakup Kadri’yi yurt dışında bir göreve atayarak fiili olarak Kadro Hareketi’ni bitirir. Gerçek kodlara dönülmüştür.
“Ankara” romanını ve bahusus bu romanın üçüncü bölümünü Kadro dergisinin son sayısı olarak kabul edebiliriz…
Ama gerçekten çok eğlenceli bir bölüm! Zafer taklarıyla donatılmış bir Ankara… Ergenekon Destanı’nın anlatıldığı tak yüzeyleri… Monden değil modern bir köylü… Coğrafyası güzelleşmiş bir Ankara…
Peki, Selma? Neşet’le nikahsız birlikte yaşamaya başlarlar. Yakup Kadri’nin en ileri bölümüdür o bölüm. 1943’lerde evlidirler ama…
Gerçekten kötü bir roman ama hem eğlenceli hem de öğretici. Zevkle okudum…
Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.