Bir Burjuva Romanı

“Bakın, sanat devrimci olmalıdır falan demiyorum! Sanat devrimci olmak zo-run-da-dır!” Kemal Okuyan – Bir söyleşide…

“Roman ya sömürenin yanında, ya da yoksulların, ezilenlerin yanında.” Yaşar Kemal – Erdal Öz’ün “Yaralısın” adlı romanının ön sözünde…

“Sanat, roman yaşamdan güçlüdür.” Aynı kişi, aynı yerde…

“Sanat ne toplum için ne de sanat içindir. Sanat sanatçı içindir. Sanat bir bireysel faaliyettir ve esas itibariyle bireysel hazza hizmet eder. Sanatçının düşünce dünyasına göre de toplum için veya sanat için olduğu düşünülür ama belki de sanatçının bunlar umurunda değildir.” Baran Doğan – Kaavede…

Tahsin Yüce’nin “Peygamberin Son Beş Günü” adlı romanını okudum. Kemal Okuyan, yukarıdaki keskinliğiyle bu romanı bir “burjuva” romanı olarak değerlendiriyordur diye tahmin ediyorum. Romandaki karakterin öz Türkçe takıntısı vardı ve bu yüzden burjuva yerine “kenter” kelimesini kullanıyordu. Bu kenter kelimesi o kadar çok kullanılıyor ki bıktırıcı olması bir yana, Orhan Kemal romanlardaki tekrarların sevimli olması gibi bir süre sonra sevimli, tebessüm ettirici bir şey oluyor.

Bir kenter romanı… Yani, üretilen sanat eserleri mutlaka ve mutlaka bir ideolojiye hizmet eder. Esasında iki ideoloji vardır. Kenter ideolojisi ve işçi sınıfı ideolojisi. Bunlar savaş içerisindedir. Eğer bir roman işçi sınıfı uyanışını engellerse veyahut da ona hizmet etmezse o zaman o sanat eseri bir kenter sanat eseridir…

Yukarıda Baran Doğan’ın kaavede verdiği seminerde söylediği cümleye bakalım. O (ben) sanatın esas itibariyle bireysel haz için ortaya konduğunu düşünüyor. Ve sanat (folklör değil) aslında çok az insana hitap ettiği için ideolojiler üzerinde iddia edildiği kadar büyük bir etkisi yoktur. Zaten ortada bir ideoloji savaşı yoktur. Yani iki taraflı bir ideoloji savaşı yoktur. Aynı ideolojinin farklı farklı yorumları arasında bir savaş vardır. Yani Türkiye gibi birbirlerine benzemeye insanlardan oluşan ülkelerde. Büyük oranda homojen olan ülkelerde o bile yoktur. İşçiler değil ama işçi sınıfının çıkarını savunan insanların ideolojileri, çok kısıtlı bir zaman diliminde savaş diyebileceğimiz bir şey içerisinde bulundu. O anların dışında hep yok olmama mücadelesi verdi.  

Şu yukarıdaki paragrafa bakarsak, bu yazı da bir burjuva blog yazısı o halde. Kenterler gizli gizli bir toplantı yaptılar ve bana para teklif edip bu yazıyı yazdırdılar. Bu yazıyı okuyan milyonlar da Kurtalan’a devrim yapmaya giderken vazgeçip geri döndüler ve namaz kıldılar…

Bu dağınık girişten sonra kitaba odaklanmaya başlayalım…

Peygamber denince sanki dini bir kitapmış, dini şeylerden bahsediyormuş gibi algılanıyor. Tıpkı “Huzur”un İslami değerlerin ne kadar da dingin, dinlendirici bir şey olduğunu anlatan bir roman olarak algılanmasına benziyor bu durum. Tam tersi. “Huzur” huzursuzluğu anlatıyor, “Peygamberin Son Beş Günü” de bir devrimciyi ele alıyor.  

Roman post-modern üst-kurmaca hilelerine başvuruyor. Yani bu eserin aslında bir roman olup olmadığı giriş ve sonuç bölümlerinde bulanıklaştırılıyor. Bunu geçelim. Roman iki bölüme ayrılıyor. Birinci bölüde “peygamber” lakaplı “ünlü” devrimci ozan Rahmi Gülmez’in yaşamı anlatılıyor. Arkadaşı önce devrimci sonra kapitalist olan Fehmi Sönmez ile birlikte. Bu arada Rahmi Gülmez’in adını doğru yazıp yazmadığıma emin değilim. Kontrol edip düzeltmeyeceğim çünkü bu emin olamama halim romanın ruhuyla yani peygamberin sürekli önümüze konulan dandikliğiyle alakalı oldu. Elbette tuhaf bir karakter peygamber. Kendisine peygamber lakabı bir barda takılıyor. Marx’ın devrim teorisini oldukça “yalın”, “anlaşılır” ve “hümanistçe” anlattığı için (her gece) bir arkadaşı kendisine peygamber lakabını takıyor. Aslında peygamberler bu kadar naif insanlar değildirler de neyse…

İkinci bölüm ise romana ismini veren bölüm yani peygamberin son beş günü. İki bölüm de çok sarsıcı. Bu bölümlere sırasıyla geleceğiz.

SOL ELEŞTİRİLEBİLİR Mİ?

Kendi örgütlü solculuk deneyimime bakıyorum. Bu deneyim bilinç ve iradeden uzak idi. Bir “etkili arkadaşım” vardı. Bir gün bana peygamber gibi bir cümle kurmuştu. “Hayattaki bütün sorunların kaynağı üretim araçları üzerindeki özel mülkiyettir. Bu kalktığı zaman hiçbir sorun kalmayacaktır. Ve Marx işçi sınıfının bunu devrim yoluyla kaldıracağını bilimsel bir şekilde ortaya koymuştur.” Ben buna inanmıştım. Bu benim hatam çünkü yaşım da çok genç değildi. 31 yaşımdaydım. Bu işler için geç sayılır. Sonra bu etkili arkadaşım allem etti, kallem etti, ortamlar oluşturdu ve beni “örgütledi”. Yani beni kandırdı. Marx yaşarken ne evrim, ne arkeoloji, ne evrimsel psikoloji, ne jinoloji, ne teknoloji devrimi vardı. Dolayısıyla dünyadaki bütün sorunların kaynağı olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet kalktığı zaman bütün sorunların çözüleceğini iddia etmek mümkün değildir. Yani bana göre. Evet, birçok sorunun kaynağıdır. Kalksa çok iyi olur ayrı mesele. Ancak insanın bunu başarabilecek bir potansiyele sahip olmadığını düşünüyorum. Bunun bilimsel olarak “kanıtlandığı” da ayrı bir muamma. Kendim için Marx’ın, Engels’in ve Lenin’in neredeyse bütün eserlerini okumuş biri olduğumu söyleyebilirim. O arkadaşım öyle değildi. Böyle bir bilimsel kanıttan bahsetmek pek mümkün değil gibi. Bilimsel kanıttan kasıt nedir, sanırım orada sorun var ama o zaman bu bilimsellik bir kesinlik ifade etmişti ve rahatlamıştım açıkçası… Oh be! O arkadaşım tıpkı peygamber gibi, kulaktan dolma vasat bilgileri büyük bir öz güvenle bana iteliyordu. Daha sonra ben de tıpkı o arkadaşım gibi bir “etkili birey” oldum ve çok fazla insanı “örgütledim”. Ama kandırarak…

İnsanların devrimci mücadele içerisine girmelerinde “etkili birey”in yeri tartışılır. Öyle olmadığı ve insanların “ideolojiye” örgütlendiği öne sürülür. Ben tersini düşünüyorum. Kitapta da bunu buldum. Peygambere peygamberliğini veren şey karısı Feride’dir. Bu etkili kişi sıklıkla karşı cins de olur. O karşı cinse yaranmak için kişiler “örgütlenirler”. Örgütler bölündüğü zaman çiftlerden hangisi daha etkinse ikisi birden onun tarafını seçer çünkü etkin olmayan taraf evde sorun istemez! Çok yakışıklı olan peygamberin, fiziksel olarak çekici olmayan Feride’ye tutulması onu “farklı” görmesiyle alakalıdır. Kurduğu havalı cümleler, Almanca’dan yaptığı Marx çevirileri, bir Anadolu çocuğu olan peygambere farklı gelen tutum ve davranışları onu kendisine aşık ediyor. Aslında erkekler sapyoseksüel (dış görünüşten ziyade entelektüel birikime ilgi duyma) olmazlar. Erkekler için ilk olarak ve en çok fiziksel çekicilik önemlidir. Kadınlar içinse entelektüel birikim çekici olabilmektedir. Bu anlamda roman biraz inandırıcılık sorunu barındırıyor diyebiliriz.

Peygamber tamamen Feride’nin büyüsü altındadır. Evet, ondan önce bir devrimcilik merakı olmuştur ama bu merak ve düzey acınacak düzeydedir. Feride olmasaydı çok büyük ihtimalle sönecekti. Feride’nin büyüsü altındaki peygamber artık bu işi bir takıntıya dönüştürmüştür. Evet, roman bir kişinin takıntısı üzerinedir. Feride’nin genç yaşta ölümü takıntıyı yok edeceğine iyice sağlamlaştırmıştır. Peygamber sıkıcı beylik cümleleriyle Feride’yle yaşamaya devam eder.

NİTELİK SORUNU

Bir keresinde Halil Selim’e solun sanıldığı kadar nicelikli olmadığını söylemiştim. O da “Sadece nicelikli değil nitelikli de değil.” demişti. Sol eleştirilebilir mi? Böyle dandik bir ülkede solculuk yapmak öncelikle takdir edilmesi gereken bir şeydir. Ayıp etmemek lazımdır. Çünkü solculuk yani örgütlü solculuk yani hakkını vererek yapılan örgütlü solculuk çok şey talep eden bir eylemdir. Özveri gerektirir çokça. Bu, takdir edilmelidir. Ama solcuların nitelik açısından sokaktaki vatandaştan fersah fersah ileride oldukları iddia ediliyorsa, buna katılmadığımı belirtmek isterim. Bu, iddia ediliyor olabilir. Solcuların da içinde bulundukları koşulların ürünü oldukları ve toplumun arızalarından muaf olmalarının beklenmemesi gerektiği öne sürülse iyi olur. Bu niteliksizlik akıllara sadece oturmak, kalkmak, giyinmek, konuşmak, espri yapmak olarak gelmemeli. Siyasi analizlerde de ciddi niteliksizlikler görüyorum ben. Özellikle hayal görmek. Kendini olduğundan çok daha önemli bulmak. 1 Haziran 2013 günü, o zamanki örgütüm Kadıköy’de miting yapacak olan CHP’ye mitingin iptal edilmesini ve Taksim’e alınmasını salık veren bir internet yazısı yazmıştı. CHP’den birilerinin bu yazıyı okuyup okumadığıyla ilgili emin olamıyorum. İnternet yazısının başlığının unutamıyorum: CHP’YE İLK VE SON ÇAĞRIMIZIDIR!!! Bakın bu olmaz işte. Bu baştan aşağı “niteliksizliktir”. Kendisine sahip olmadığı özellikler atfetmektir. Tarih bilmezliktir de, evet! 15 Temmuz sürecindeki örgütümün, o döneme denk gelen bir grev çadırı saldırısı sonrasında “DARBE İŞÇİ SINIFINA YAPILIR!” başlığını da unutamıyorum! Bunların hepsi peygamberde var. Onun o şairane naifliği ona öfke duymamızı engelliyor. Biraz acıma duygusuyla yaklaşıyoruz ama bu “niteliksizlikler” peygamberde her sayfada görülüyor.

Peygamberin son beş gününden önceki dönemi oldukça düşündürücü ve sarsıcı.

Son beş günü 12 Eylül sonrasında geçiyor.

Burada artık peygamberin akli melekelerini yavaş yavaş yitirdiğini görüyoruz. Az sonra TRT 2’de başlayacak olan “Taxi Driver”daki Travis Bickle karakteri gibi bilinçle delilik arasındaki son alanda yer alıyor. Artık siyasi eleştiriler yerini yaşlı bir insanın “bilinçli” son anlarına bırakıyor. Peygamberin siyasal söylemleri artık birer karikatür gibidir. Aslında siyasi eleştiriler yok değildir ve diğer karakterler üzerinden yapılır. Daha doğrusu toplum ve hatta insan eleştirisi.

Bu bölümdeki kara mizahın çok başarılı olduğunu belirtmek gerekmektedir. Peygamberin yaşadıkları insanın burnunun direğini sızlatacak kadar acıklı olabilmektedir ama peygamberin tutum ve davranışları, bunların karşısında diğer karakterlerin tepkileri müthiş bir donuk mizah ortaya çıkarmaktadır.

İnsanı hüzünlendiren bir roman. Yaşar Kemal’in verdiğim ikinci cümlesini hatırlatmak isterim: Sanat, roman hayattan daha güçlüdür. Geçekten hayatta böyle ilgi çekici şeyler pek yoktur. Peygamber gibi adamlara pek rastlanmaz. Ben rastladım gerçi… Hatta bir dönem (yaşım da epeyce vardı) ben de peygamberlik yaptım. Benim hatamdı. Takıntı haline getirdiğim bir insan (kadın) olmadığı için kısa sürede normal insan oldum. Ama işte Kemal Okuyan’a mikrofonu verirseniz bal gibi kenter romanı işte… İşçilerin eli kulağında olan uyanışını engelliyor! Solu “eleştiriyor”. Örgütsüz insanın zavallılığına bakmıyor da örgütlü insanın, devrimci ozanın hatalarına odaklanıyor. Bu romanı okuyan milyonlarca işçi devrim yapmıyorlar işte. Bu romanı okuyarak devrimden kaç yıl çaldım bilmiyorum ama çok etkilendiğimi belirtmek istiyorum.    

Bu yazı Uncategorized kategorisine gönderilmiş ve ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.