Çok İyi Bir Kitap

_92010579_hi035938954

“Sen Evrim Teorisi’ne mi inanıyon?”

“İnsan maymundan geldi mi diyorsun?”

“Madem insan maymundan geldi, şimdiki maymunlar neden insan olmuyor?”

“Adı üstünde bir teori. İspatlanmamış. İnanmak zorunda değilim.”

Şu Evrim Teorisi’nin başına gelmeyen kaldı mı?

Bu kadar talihsiz bir bilimsel olgu olamaz herhalde. Sebebi basit: Evrim Teorisi insanların bin yıllardır el bebek gül bebek oluşturdukları inançlarını geçersiz kılıyor. Gerçi bir araştırmanın sonuçları epeyce ilginç: Dünyanın pek çok yerinden, “ciddi” evrimsel biyologlara kendilerini dini olarak nasıl tarif ettikleri sorulmuş. %6’sı kendisini “inançlı” olarak ifade etmiş. % 13’ü deklarasyoncu ateist olarak ifade etmemiş… Net bir şekilde görüyor, biliyor ama kendisini kandırmaya devam ediyor. Bunlar anlaşılmayacak şeyler değildir aslında. İnsan, sosyal çevresine kafa tutabilecek bir varlık değildir. Yani çok az insan bunu göğüsleyebilir. Ayrıca psikolojik faktörler de kabul etmeliyiz ki insan üzerinde çok etkilidir. Bir insanın kendisini yüce bir yaratıcının kulu olarak hissetmesinin teskin edici, boşluk kapatıcı yanları olabilir. Ben ve yakın çevrem bunu zerre kadar anlamasak da, o teskine ve doldurmaya hiç ihtiyaç duymasak da milyarlar böyledir ve uzunca bir süre de böyle gidecek gibidirler.

Çağrı Mert Bakırcı’nın “Evrim Kuramı ve Mekanizmaları” adlı kitabını tanıtacağım bir gün. Nefis bir kitap…

Kendisi Evrim Ağacı adlı sitenin kurucusu. Bu siteden ne çok şey öğrendik… Böyle bir sitenin TR’de kurulduğuna ve hala kapanmadığına hayret ediyorum. Bir milyon takipçisi de olması çok güzel bir şey. ÇMB TR2de Evrim Teorisi’ni derli toplu ele alan bir kitap ihtiyacı olduğunu görmüş. Ayrıca bizim gibi bilimsel jargondan uzak insanların da anlayabileceği bir kitap olması gerektiğini düşünmüş. Gerçekten de öyle. Bu tür yayınlar okuyucuların bazı ön bilgilerle dolu olduklarını varsayarlar. Bu da ciddi bir sorun olur. İşte bu kitap bu sorunu ortadan kaldırmak iddiasında ve de bana göre bunu başarıyor.

Kitap önce şu teori meselesini ele alıyor. Bu tür tartışmalarda inançlı olmanın verdiği konfordan olmamak isteyen ve de biraz provokatif olan öz güvenli tipler hemen bunun bir teori olduğunu, ispatlanmamış bir şeye neden inanacaklarını öne sürerler. Çağrı Mert bilimsel anlamda teorinin ne demek olduğunu açıklıyor ve söz konusu olan bilimse bütün öne sürülenlerin en fazla bir teori olabileceğini anlatıyor. Teori kelimesinin bilimsel alemde gündelik hayattaki kullanımından farklı bir kullanımı olduğunu söylüyor. Bilimde kesin diye kestirip atabilecek şeylere pek yer olmadığını, olsa olsa “doğa gerçekleri” diye kodlanabilecek şeyler olduğunu söylüyor. Bu doğa gerçeklerini sayısız deney ve gözlemle ortaya çıkaran şeylere de teori veya kuram dendiğini söylüyor. Burada doğa gerçeği olan şey evrimdir. Yani bu konuda ciddi hiçbir insanın itirazı olamaz. Darwin’le başlayan ama onunla sınırlı olmayan Evrim Teorisi de bu gerçeği ele alan ve açıklayan en güçlü, sarsılması en zor (hatta giderek imkansız) teoridir. Aslında bu doğa gerçeği yani evrimin var olması bile başlı başına dinleri sarsabilmeli ama olmuyor işte çünkü dinler canlıların o halleriyle bir yaratıcı tarafından yaratıldığını öne sürerler. Olmuyor işte, yukarıda anlattığımız gibi.

Yani Evrim Teorisi’ne bir dine inanılır gibi “inanılmaz”. Evrim Teorisi iki yüz yıldır çok önemli bir miras biriktirmiş, hipotezleri çok güçlü, tamamıyla geçersiz kılınması imkansız bir bilimsel kuramdır. Olsa olsa geliştirilebilir, daha ileri taşınabilir, ufak tefek arızaları tamir edilebilir bir teoridir. Tartışmadaki kıl kuyrukla bence uğraşılmaz. He he sen bilirsin deyip tartışmayı sonlandırmayı öneriyorum ben. Bu konuda meraklı, değişime açık, ön yargısız, cesaretli birisi ile karşı karşıyaysanız bu kitabı önerebilirsiniz.

Daha sonra Bakırcı evrimin mekanizmalarından bahsediyor. Bunlar doğal seçilim, yapay seçilim, cinsel seçilim, akraba seçilimi şeklinde sıralanırlar. Evrimin nasıl gerçekleştiğini baş döndürücü bir şekilde okursunuz.

Mekanizmalardan önce bir canlı cansız ayrımı bölümü var ki gerçekten oldukça zihin açıcı bir bölüm. Bu bölümü okurken aklıma insanın kendi kendisini değerlendirmesi geldi. Bakara Suresi 29. ayette Allah yeryüzündeki her şeyi bizim için yarattığını söylüyor. Şu eşref-i mahlukat olgusuna geliyoruz. Yaratılanların en şereflisiymiş insan. Neden? Tekrar soruyorum neden? İşte buna türcülük diyoruz yani insan türünün diğer canlılardan üstün, erdemli, güzel şeyleri hak eden bir tür olduğuna inanmak. Elbette bazı üstünlükleri vardır. Aslında sadece büyük beyindir üstünlüğü. Onun dışında biyolojik olarak vasat bir türdür insan fakat büyük beyni sayesinde tüm gezegeni iradesi altına almayı başarmıştır. Burada da bir kibir vardır aslında. Her yere müdahale etmek ne kadar etik? Neyse, kitaptaki canlı cansız ayrımına bakarsak aslında bunun silik bir ayrım olduğunu ve canlılığın cansızlıktan evrimleştiğini anlıyoruz. Laboratuvar ortamında çok basit bir şekilde gözlemlenebilen bir şey bu. Canlılar yani fiziki bir düzensizlik terimi olan entropiye (dağılma, düzensiz hale gelme eğilimi) karşı koyan varlıklara canlı deniyor. Hepsi periyotik cetvelde “cansız” olarak bilinen bazı moleküllerin kademe kademe birtakım kimyasal tepkimeler kazanmasıyla görevler üstlenmesi canlılığın başlangıcı olarak görülüyor. Gün geliyor ve artık buna enerjisi yetmemeye başlıyor ve “ölüm” olarak bilinen şey gerçekleşiyor. Bütün canlılar için gerçekleşiyor bu. Kimse için özel olarak dizayn edilmiş bir şey değildir. İki milyar yıl önce ilk kez görülen tek hücreli canlılardan günümüze geliyoruz. Şimdi burada üstünlük, eşrefi mahlukatlık nerededir?

İnsanın bir yüce varlık olduğu da, aynı şekilde bir “orospu çocuğu” olduğu da gerçek dışıdır. İnsan milyarlarca yıllık bir süreçte ortaya çıkmış ve sadece büyük beyni sayesinde büyük bir üstünlük elde etmiş evrimsel bir ayrıntıdır esasında. Diğer canlıların aksine gelişkin bir “kültürü” vardır insanın. Bu yüzden etrafındaki şeylere türlü türlü anlamlar yükler. Bu anlamların birçoğu esasında “yoktur”. En son şu virüs meselesinde “doğanın” çok ileri giden insandan “intikam” aldığı öne sürüldü. Milyarlarca yıldır var olan virüslere işlerine bakmaları söylendi. Zaten işlerine bakıyordu virüsler. Veya sorumluluk yine kapitalizme yüklendi. Milyarlarca yıldır süregelen bir olayın sorumlusu kapitalizm mi? Yüz yılda bir meydana gelen pandemiye yani küresel salgına hazırlıklı olmadığı için kapitalizm yuhlandı. Bu bana çok saçma geliyor. İddia ediyorum bu süreçte sosyalizm yaşasaydı o da pandemiye anında ve nihai çözüm bulamayabilirdi. SSCB yaşasaydı işi gücü bırakıp milyonlarca kişiye hizmet verecek bir pandemi hazırlığı yapmazdı, yapamazdı. Sosyalizmde kesin olarak pandemi olmayacağını öne sürecekler vardır eminim. Kapitalizm öldürmez, yaşatır. Süründürür ama yaşatır. Olaya tarihsel bakarsanız, sayılara odaklanırsanız “yaşama” olayı söz konusu olduğunda kapitalizmin tarih yazdığını göreceksiniz. Bu kapitalizm savunusu değildir. Dediğim gibi insanı rezil eder ama yaşatır. Önemli şeyler başarmıştır. Sosyalizmden (geçmiş deneyimler) daha büyük başarıları vardır kapitalizmin.

İnsan işte… Mitlere bayılır. Evrimsel var olma savaşında mitlere sığınarak etrafını anlamaya çalışmış ve biraz da bunun sayesinde yok olmaktan kurtulmuştur. Yok olmak demişken bundan da bahsetmek gerekmektedir. Kitaptaki bir cümle çok ilgimi çekti. Evrimsel süreç var olmanın değil yok olmanın tarihidir. Bugüne kadar yaşadığı tahmin edilen türlerin %99’u yok olmuştur. Yani şu yok olma meselesinden dehşete düşmesek daha mı iyi olur ne… Bugün insanların vahşi hayvanlara yem olma tehlikesi kalmamıştır. Aç kalma tehlikesi de yoktur fakat insanın sonsuza kadar var olacağını öne süremeyiz. Bir gök taşı düşer, bir virüs yayılır, bir şey olur falan insan kalmayabilir. Dünya zırt pırt yani yüz binlerce yılda bir buzul çağa girer. O zaman neler olacağını kestirebiliyor muyuz? Komple yok oluş düşük ihtimal gibi görülmektedir çünkü bildiğimiz tehlikeleri kontrol altına aldık ama yarın bir gün bilmediğimiz tehlikelerle karşı kaşıya kalabiliriz. Bunları neden yazdım? İnsanın ve insan hayatının bir efsane olduğuna inanıyorum. Bunları öne sürmek de kolay değil çünkü insanlar bu konuda çok hassas. Hassas olmaları gerektiği kültürde var en azından ama ben ne bireysel ne de toplu yok oluştan dehşete düşmüyorum, onu söyleyeyim. Gayet doğal bir süreç gibi geliyor bu bana. Duygusuzluk, öküzlük (türcülük yine) değil bu. Bir doğa gerçeğini anlama çabası diyelim. Evrimle haşır neşir olduğunuzda, böyle şeyleri düşündüğünde biraz da şerbetli oluyorsunuz bu yok oluş meselesiyle ilgili.

Peki, doğa nedir? Bu kitabı okurken aklıma bu soru da geldi. Doğa dendiğinde akıllara geniş ormanlık arazilerde gürül gürül akan nehirler gelir herhalde. Etrafta bulunan birkaç yabanıl hayvan da akıllara gelebilir. Bir karınca türünün yuvasından bazı mantarları atıp bazıların atmaması şerefsizlik, doğaya müdahale olarak görülmez de milyarlarca bireyi olan insanın yaşamak için kentler inşa etmesi şerefsizlik, doğaya saygısızlık olarak görülebilir. Tamam 15, 20 milyonu bir bölgeye toplamasın çünkü bu mantıksız bir şey. Gerçi bunu yapsa da doğa denilen şeyin umurunda olmaz da ne bileyim üç,  dört milyonluk şehirler inşa etse kimse rahatsız olmaz herhalde. Çevresinde yeterli miktarda yeşil alan olursa kimse bu işte bir yanlışlık olduğunu düşünmez. İşte bu tür bir “doğa” “insan” ikiliği yoktur. Daha doğrusu insanın karşısında, hüzün, kızgınlık, intikamcılık gibi insanın kültürü sayesinde tarif ettiği olgulara sahip olan bir “doğa” yoktur. Gezegendeki kaosa, entropiye direnen irili ufaklı bazı varlıklar vardır. Bunlardan biri de insandır. Bu insanın kültürü vardır. Belki virüsleri “doğa”nın bir parçası kabul etmez. Ağaçlar arasındaki rekabete bir şey demez çünkü ağaçlar gözüne güzel gözükür ama var olma savaşı veren virüslerden nefret eder. Belgeselde biraz sonra başka bir canlı tarafından yenilecek olan diğer canlının tarafını tutar. O kaçıp kurtulursa mutlu olur. Yani insan “doğanın” değil de evrimin bir parçasıdır, diğer canlılar gibi. Bütün canlılar gibi ölmemeye ve üremeye çalışmaktadır. Gerçi artık neslinin son bulmaması için üreyebildiği kadar üremesine gerek yoktur. İşlerin yapılabilmesi için de çokça üremesine gerek yoktur. Bu kadar çok üremese –ki yakın gelecekte bu kadar çok ürememeye başlayacaktır- şimdiki kadar rahatsız edici boyutlarda ağaç kesmez ve “doğaya” yamuk yapmamış olur. Bu konuyu böyle ele alıyorum ben. Doğaya (yani ağaçlara daha çok) insanlara özgü bazı kültürel özellikler atfedilmesini çok mantıksız buluyorum. Tabiat ana, anaç falan değildir. Verici değildir. Aşık Veysel’in Kara Toprak türküsündeki gibi her zaman yaşatmaz. Az önce dedik türlerin yüzde 99’u yok olmuş. Yüz milyar yıl önce, bugünkü Singapur’da yok olan son sikkus faresi için doğa neden “verici” değildi?

İnsan olduk, bu işi abartmayalım. Kendimizi dev aynasında görmeyelim. Çok da şey etmeyelim…

 

 

Bu yazı Uncategorized kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.