DEKREŞENDO

Saçlarını kavradı ve kenara itti. Yanağı işte oradaydı. Her insanın bir tadı vardır. Onun tadı benzersizdi. Öpecekti şimdi onu. Yıllarca hayalini kurduğu kurgu, gerçekleşmemişti. Buluşma anı, apar topar ve acemice olmuştu. Dolayısıyla olağanüstü duygusal atmosfer ortaya çıkmamıştı. Film gibi bir şey olmamıştı yani. Kızgınlık ve hüzün yan yana gidiyordu. Zaten bu ikisinden biri ortaya çıktı mı öbürü dakikasında olay mahallinde bitiyordu. Bu iki duygu için böyle düşünüyordu. Kızgınlık ve hüzün, yerlerini heyecana bırakmak üzereydi. Çünkü onu öpecekti.
Dudakları yanağa doğru ilerlerken baktı. Gözünü kapatmadı. Emek vermek, sonunda kazanılacaksa ne de güzeldi! Onun yanağına doğru hareketlenirken bedel falan ödemiyordu elbette ama böyle düşünüyordu. “Biraz sonra onu öpeceğim, inanamıyorum!” diye içinden geçiriyordu.
Tadı değişmemişti. Onu büyülemeye devam etti. Yıllarca boşuna yaşamış gibi hissetti o an. Hüzün geldi, hemen ardından da kızgınlık. Buluşma anı yavaş yavaş istediği ritmi buluyordu. Fazla da havaya girmemek gerekiyordu. Böyle bir anda bunu düşünebildiğine inanamadı ama düşünmüştü işte.
Bir şey mi sezmişti ki? Onu öperken onun ne hissettiğiyle ilgilenmeyi unutmuştu. Şu bencillikle ilgili düşünceleri abartılı mıydı ne? O anda abartılmayan hiçbir şey yoktu.
“Naber?” / “Nasılsın?”
“İyilik, senden?” / “İyiyim.”
Sorular aynı anda gelince olağanüstü atmosfer yine bozuldu. Acemilikler neyin göstergesiydi? Acaba, atmosferin yeteri kadar olağanüstü olmamasından dolayı mıydı? İkisi de aynı anda soruyu sorunca utandı ve başı kısa süreliğine yere indi. Gözlerinin yere baktığı o çok kısa an, ona kendisini kötü hissettirdi.
Uzun denilebilecek bir esten sonra cevapların da aynı anda gelmesi ortamı bozmakla kalmadı hafiften gerdi de. Karşılıklı bir gülücük kurtarabilirdi onları ancak. Yaptılar. İçlerinden gelmedi de değil. İçlerinden gülmek geliyorsa bütün sorunlar halledilmiş demektir. Öyle oluyor muydu ki?
Bu buluşma, artık bir acemilik daha kaldıramazdı. Bunun için ikisi de çaba sarf edecekti. Bu karar, tıpkı eskisi gibi, konuşmadan alınmıştı. Hala gözlerle iletişim kurarak karar alabiliyor olmaktan dolayı mutlu oldular.  
“Bir yere gidip oturalım.”
Hareketlendiler. Nereye gideceklerdi? Erkek, özel hayatında plan program yapamıyordu ama onun dışında bir plan, program delisiydi. O anda, oracıkta bile bir şeyler planlamıştı. Şemsi Paşa Çay Bahçesi’ne doğru yöneldiler. Kadın “nereye gidiyoruz?” diye sormuyordu çünkü onu iyi tanıyordu. Onun aklında mutlaka bir yerler olduğunu biliyordu.
Bu yürüyüş bir an önce bitmeliydi. Doğal olmuyordu hiçbir şey. Bir an önce bir yere oturmalıydılar. Siparişi verip garsonu başlarından göndermeliydiler ve evet, artık ne olacaksa da olmalıydı. Bir şey mi olacaktı ki? Kendisine net bir şekilde sorabilmek istiyordu: “Tekrar başlamak mı istiyorum?” Buluşmadan önceki upuzun 15 dakikayı yeniden yaşadı…
Çay bahçesine varmak üzereydiler. Şemsi Paşa Camisi’nin yanından geçerken göz ucuyla camiye baktı. Son zamanlarda Mimar Sinan’la ilgilenmeye başlamıştı. Böyle bir ortamda bile bunu yapabildiğine inanamıyordu. Zaten olur olmaz ortamlarda olur olmaz düşüncelere dalardı. Rahatsızdı bu huyundan. Efsanevi sahne gerçekleşiyordu ama o, göz ucuyla Mimar Sinan eseri inceliyordu.
Çay bahçesinde uzaklarda bir masa seçtiler. Garson gelip siparişi alacaktı ve bir süre sonra da getirecekti. Garson çayı verip de gidene kadar havadan sudan konuşacaklardı. Belli ki ikisi de hazırlanıyordu. Bilenmek değildi bu hazırlanma. Zaten aralarında hiçbir zaman bir meydan muharebesi şeklinde bir şey olmamıştı. Birlikte oldukları süre boyunca seslerini bile yükseltmemişlerdi birbirlerine. İkisi de tartışmaktan hoşlanmayan insanlardı. Tartışmamışlardı, kavga etmemişlerdi sadece dünyaya yenilmişlerdi. Koskoca gezegen, işini gücünü bırakmış onlara karşı olmakla meşguldü.  
Garson çayı getirene kadar anlamsız gibi görünen ama ikisi için de ipuçları barındıran diyaloglar olmuştu. Zaten birbirlerinin gözlerinin içine bakarak bile ne düşündüklerini, ne hissettiklerini anlayabiliyorlardı. Şu anda kalkıp gitseler bile hemen hemen her şeyi konuşup, halletmiş olabilirlerdi.
Erkek, kadının da bu anı beklediğini anlamıştı. Onun gibi kurgular yapmamıştı ama onu göreceği günü beklediğini anlıyordu.
“Ee, neler yapıyorsun?”
Konuşmadan da anlaşabilirlerdi ama elbette bunu yapmayacaklardı. Erkeğin sorduğu bu soru “Beni hala seviyor musun? Bana dönmek istiyor musun? “anlamına geliyordu.
“İyiyim ya!”
Bu cevap da “Seni ölene kadar seveceğimi biliyorsun. Neden soruyorsun? Bizden bir şey olmayacağı belli değil mi?” anlamına geliyordu.
“Hımm!”
Bu sesi kaşlarını yukarı kaldırarak çıkarmıştı. Erkek strateji değiştirmeye karar verdi. Onu tanıdığı andan itibaren oluşan ve hiç kaybolmayan o iki gram umuda oynamaya karar verdi. Hep böyle yapmıştı zaten. Şimdi kalkıp gitmek kolaydı. Bunu yapmayacaktı. Bunu yapmayacak olmasının birinci sebebi o iki gram umuttu. İkincisi de, onun bu sürede neler yaptığını ve de doğal olarak neler hissettiğini ölümüne merak ediyordu. Onun her şeyini merak etmişti eskiden de. Bu merak duygusu giderilemeyecek gibi duruyordu. Çok da kıskanırdı. Ona güveni tamdı ama kadın, erkek herhangi birisinin onunla ilgili hülyalara, düşüncelere dalmasına dayanamazdı.
Kadın, bu sürede neler yaptığını anlatmaya başladı. Genel geçer bilgiler veriyordu. Yaşadığı yerler, girip çıktığı işler, aile bireylerinden haberler vs.
“Ee, sen neler yaptın?”
Kadın onu dinlemeye bayılırdı. Onun her şeyiyle ilgilenirdi. Erkek, yaptığı market alışverişlerini bile ona telefonda anlatırdı. Dolayısıyla kadın için sorun yoktu. Havadan sudan bahsetse bile zevkle dinleyecekti. Kadın asla erkeğe, özel hayatında durumların nasıl olduğunu sormayacaktı. Öyle isterdi ki sormasını. Soru sormak bir yana kendisinden bir şey talep etmesini öyle isterdi ki…Etmezdi, etmemişti. Geçmişte de hiçbir şey talep etmemişti. Ne dese tamam demişti. Bu durum erkeği deli ediyordu. Acılarına acılar katıyordu. Kendisini zorlamasını, sıkıştırmasını, kendisine bir şeyler dayatmasını isterdi. Anormal bir şeydi bu. Ortalıkta normallikten eser yoktu zaten.
Birden 10 sene sonra aslında hiçbir şeyin değişmediğini fark etti. Gerçekten öyle mi düşünüyordu? Her şey aynı mıydı? Daha önce, 10 sene sonra biriyle görüştüğü olmuştu. Cenk isminde bir arkadaşıyla görüşmüştü. Arkadaşlık farklıydı. Birbirlerine karşı vefasızlık yapmadıkları için, görüştüklerinde en son bir gün önce görüşmüş gibi devam edebilmişlerdi. Başka bir eski sevgili de farklı olmalıydı. O, eski sevgilisi değildi. O, bambaşka bir şeydi.
“Evlendim.”
“Başımdan bir evlilik geçti.” demesini çok isterdi. Bu durumda hala evli olup olmadığını sorması gerekiyordu. Bunu sorup sormayacağını bilemiyordu. Yüzüğü çıkarmış da olabilirdi. Kimseyi kendisini sevdiği gibi sevmeyeceğini biliyordu ama gerçekler acıtıyordu. Kimseyi kendisinin sevdiği kadar sevmeyeceğini biliyor olması, başka birisiyle evlenmiş olmasının verdiği acıyı hafifletmiyordu ki… Neden bundan teselli bulsundu ki? Ne işine yarardı? Evlendiğini birisinden duymuştu. Google’da da yazıyordu zaten ama bunu kendisinden duymak bayağı sarstı onu. “Evlendim” dedikten sonra gözlerinin içine bakamamıştı çünkü o anda okumak istemeyeceği şeyler okuyabilirdi. Acaba sorabilecek miydi? Sorup soramayacağını düşünmenin, bir daha hiç görüşmeyecekleri anlamına geldiğini fark etti ve başından aşağıya kaynar sular döküldü. Hayatındaki en kötü anlardan biriydi. İşte bu abartı değildi. Keşke bunu düşünmüş olmak yerine bir acemiliğe daha tanık olsaydı.  
“Ben hiç evlenmedim.”
Normalde özel hayatından bahsetmesi gerekiyordu bu cümleden sonra. Onunla ayrıldıktan sonra başka birisini sevdiğini söylemesi gerekiyordu. Söyledikten sonra da hiç kimseyi onun kadar sevmediğini eklemesi gerekiyordu. Kadın bunu çok iyi biliyordu ama duymak hoşuna gidiyordu. Söylemesi lazımdı. Yine susarak anlaştılar.
İşte o anda her şeyin aynı olmadığını, bazı şeylerin değiştiğini anladı. Yan yanayken pek sustukları olmazdı. Neredeyse 45 saniyedir konuşmuyorlardı ki bu, onlar için bir rekordu.
Kadını yine çok beğenmişti. Zaten onu alev alev yakıyordu. Ondan mesaj geldiğinde bile heyecanlanıyordu. Sevişmek istese miydi? Onunla her durumda, her yerde sevişebilirdi. Kadın istemeyecekti. Belki evliydi belki değildi. Sorun o değildi. O anda gergin bir atmosfer vardı. Evet, atmosferi tanımlayan ilk kelime gerginlikti.
“Seni bir kere gördüm ben.”
“Gördün ve yanıma gelmedin, öyle mi?”
“Evet” dedi gülümseyerek.
“Nasıl yaparsın bunu ya?” diye sordu. O da gülümsüyordu.
“Tesadüf eseri görmedim ki!”
2011 seçimlerinde, CHP’nin İnternet sitesi, kimlik numarasından seçim sandığı sorgulamasını sağlamışmış. Kendisinin kimlik numarasını bir tayin ilanından bulmuşmuş ve oradan seçim sandığını bulmuşmuş. Ayrıca bir de “neyse ki” CHP sitesi, sandık görevlilerinin listesini de yayınlamışmış. O da o seçimde sandık başkanıymış. Bu “neyse ki” ifadesi yalnızca atmosferi değil 10 seneyi de değiştirmişti…
Güneş, öğle vakti bir kez daha doğmuştu…
Yani onun için bir şey yapmıştı. Yani ona iki santim yaklaşmıştı. Şimdi ona koşma zamanıydı. “Sevişelim mi?”
Bunu demedi de onun için bir şeyler yaptığından dolayı mutlu oldu çokça…
Onun sandık başkanı olduğu sınıfın kapısından kafasını uzatıp bakmış ve onu görmüş. Çok kısa süreliğine bakmış. Bu da ona yetmişmiş. Nasıl yetiyordu? Sonra dönmüş bir daha bakmış. O zaman bu ikinci üç saniyelik bakış da fazla mı gelmişti acaba? Böyle düşünüyordu neredeyse.
Kendisi 2014 belediye seçimlerinde de görevliydi. “O zaman aynı işlemi yaptın mı?”
“Hayır.” Zaten bir sene sonra görüşeceklerdi. Peki, buluşmaya geleceğine ne zaman karar vermişti? Erkek, “artık bunu bari sorayım” diye düşündü ve sordu.
Kadın, erkek kadar açık sözlü biri değildi. Netliğe onun kadar kolay gidemiyordu. Yine öyle oldu. Kendisi gibi ilk anda karar vermiş olmasını ne kadar da çok isterdi!
“Before’ları hatırladın mı?” diye sordu gülümseyerek.
“Her sene izledim.”
Yine ters köşe yapmıştı erkeği. O anda yeryüzünde ondan mutlu bir insan yoktu.
“Üçünü de mi?”
“Üç mü?”
“Evet. Bilmiyor musun? Üçüncüsünü çektiler. İsmi ‘Before Midnight’. Haberin yok muydu?”
“Aaaa!”
İkisi de güldü. Neden karşılıklı oturmuşlardı ki? O anda yan yana otursalardı belki sarılacaklardı ve ömür boyu beraber olmaya başlayacaklardı. Her şeyin sorumlusu bu kare masaydı!
“Anlatsana, no’luyo?”
“Başkası bunun için kavga çıkartır, sen spoiler istiyorsun.” dedi. Yine gülüyordu. Her cümleden sonra ikisi de gülüyordu artık.
“Evleniyorlar mı bari, onu söyle.”
“Beraber izleyelim, görelim.”
Çantadaki telefon çaldı. Erkek bir tuhaf oldu. Gerildi. Bazen telefonun sesinden kötü bir şey olduğunu anlar ya insan, işte öyle hissetmişti. Sanki dünya mahvolmuştu. Kıyamete inanmıyordu ama o kadar büyük bir şey olmuş gibi hissetti. Kendisinin telefonu cebindeydi ve sessizdeydi. Olumsuz bir şey olabilirdi. Bu ihtimal vardı. Onun telefonu neden masanın üstünde değildi?
“Efendim abla…”
Sorusu gümbürtüye gitmişti. Aslında gitmemişti. Kadın çok net bir şekilde soruyu duymuştu ve düşünüyordu. Bir şey söylemiyordu. Erkek için bu, büyük bir darbe olmuştu. Hiç renk vermiyordu. Çay da bitmişti.
“Kalkmam lazım.”
Bundan sonra girilen ayaküstü diyalogları ve onun ayrılma anını hatırlamak istemiyordu. Kalkma bahanesini, o, söylerken unutmuştu. Ayrılırken sarılmadılar. Erkek elini omzuna koyarak öpecek gibi hamle yapmıştı. Bu esnada kadın da elini tokalaşacakmış gibi çok hafif kaldırmıştı. Giderken kurduğu “haberleşiriz” cümlesinin anlamını ölene kadar düşünecekti belki de.
Evli miydi, bekâr mıydı? Ona dönecek miydi? O, dönmesini istiyor muydu? Dünyayı yenebilecekler miydi?
Ne olmuştu şimdi?
Tüplü Çokokrem’in bitmesi gibi çabucak bitmişti her şey. Belirsizlik vardı. Oysa en sevmediği şey belirsizlikti. İyi ki belirsizlik vardı! Ya olumsuz netlik olsaydı?
Beş dakika daha kaldı çay bahçesinde. Beş dakika önce onun orada olması düşüncesine inanamamaktan zevk almakla meşgul oldu. Sonra telefonun sesini açtı, çıktı ve gitti.
SON
 
 

Bu yazı Uncategorized kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.