Yaklaşık bir ay önce ünlü sendika aktivisti, ünlü gastrolog Güven Uygun’la geçirdiğimiz bir günün hikayesini yazmıştık. Bu arada ben önceden yazılarında kendisinden bahsederken “biz”/ikinci çoğul şahsı kullananları garipserdim. Sonra düşündüm ki aslında bu iyi bir şey. Bir kolektiviteye işaret ediyor ki en sevdiğim kelime kolektivitedir. “Yani bu üretimi yapıyorsam sizlerin bana kattıklarının katkısıyla yapıyorum, dolayısıyla bu üretim bir kolektivitenin ürünü” gibi bir anlam çıkıyor. Artislik değil yani…
Bu yazıyı yazmıştık. Yorum bölümünde bulacaksınız.
O gün Güven Uygun’a gitmeyi düşündüğüm Ahmet Aslan konserinden bahsetmiştim. Kendisi bu konsere gitmeye istekli olduğunu belirtmişti. O zaman bakacaktım…
Bu yazı büyük oranda müzikle ilgili olacağa benziyor. Sonra yiyecekler gelecek. Yine her zamanki gibi siyaset ve nitelikli goygoy yazıyı süsleyecek.
Başlıyoruz.
Konserlerle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Ben çok severim ve yaklaşık 20 senedir de konserlere giderim. 1994 yılında gittiğim Ankara Hipodrom’daki 500 bin kişilik Zülfü Livaneli konseriyle başladı kariyerim. O gün bugündür sayısız konsere gittim ve de çıktım da. Bu konuda söyleyeceklerim var ve bir gün söyleyeceğim.
Bu gittiğim üçüncü Ahmet Aslan konseri oldu. Durun bi’ dakka! Ahmet Aslan diyoruz da onu tanımayanlar da vardır muhakkak. Geçenlerde Halil İbrahim Seferoğlu’nun bile onu tanımadığını öğrenmiştim.
Ahmet Aslan çok özel bir müzik yapan, çok özel bir müzisyen. Nev-i şahsına münhasır ne demek diye sorarsanız onu gösteririm. Gittiğim ilk AA konseri bir bardaydı. Masalar vardı. İnsanlar yiyip içiyorlardı. Sohbet ediyorlardı. Bu konuya geleceğiz. Müzik kaliteli olmasına rağmen insanların duyarsız tavırları beni deli etmişti. Sonra bu sefer bir konser salonunda gittim onu dinlemeye. Bu seferki handikap solo konser olmasıydı. AA’nın yanında bağlama çalan biri olmazsa bence bir şeyler eksik oluyor. Bu konserde ise bu sefer yanında TV programlarında da beraber çıktıkları, kesinlikle bir sinek ikilisi olmayan Kemal Dinç vardı. Üstelik Kemal Dinç de yeni bir albüm çıkarmıştı. Tıpkı AA gibi. Tadından yenmez bir konser olacağı belliydi. Öyle de oldu. Bu iki sapiensin bütün konserlerine ölene kadar gitmek isterim.
Cuma akşamı geldi Güven.
Kendisine Metro Turizm ile gelmesini söyledim. Çünkü onların tesislerini bulması kolay. Diğer firmaların tesisleri Dudullu’da acayip yerlerde. Güven Metro’ya gıcık kapıyor. Haklı da. En siyasi iktidar yalakası firmalardan biridir. Gezi zamanı mitinge bedava otobüs vermelerini unutmadık. Basında çok sorun çıktığına dair haberler mevcut. Bu konuda şöyle düşünüyorum: En yaygın ulaşım ağına sahip oldukları için en fazla sorunu doğal olarak onlar yaşıyor. Diğerleri de sorunsuz değil. İki saatlik bir yolculuk için firmaya bakmam ben diyerek düşüncemi belirtiyorum.
Allaan Düzce’sinden geldi GU. O ilk yazıda belirttiğim üzere Güven Hataylı. Yemeğe önem veriyor. Ayrıca iri bir cüssesi var. Onu iyi doyurmak lazım.
Best shot’ımı göndermek durumundayım. Son yıllarda aldığım en iyi şey, demir döküm tavadır. Evde mangal tadı alıyorsunuz. Gerçekten mükemmel oluyor. Teflonla arasında dağlar kadar değil sıra dağlar kadar fark var. Aynı mangal tadı diyorum işte.
Demir döküm tavada somon…Beş dakikada hazır olan bu yiyecek sizi Nirvana’ya ulaştırabilir.
Yanında da salata.
Salatayla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Kıvırcık bence marulu döver. Kıvırcık iyi ki evrimleşmiş. Tapıyorum kendisine. Kıvırcık + roka + yeşil soğan + havuç = Nirvana…Yeşil soğanla ilgili bir roman bile yazabilirim.
Bu salata kombinasyonu ve demir döküm tavadaki somon bize parmaklarımızı yedirdi. Kombinasyon demişken, bir kere öğretmenler odasına ilginç aşure gelmişti, “ilginç bir kombinezon” demiştim sonra da baktım kadınları sedyeyle taşıyorlar…
Sonra bir telefon. Şefim Serkan Zorel’di arayan. Türkmenistan’dan gelmiş kısa süreliğine ve batak oynamak istiyor. Votka eşliğinde. HİS (Halil İbrahim Seferoğlu) ve SK (Selçuk Kahraman) dörtlüyü tamamlıyor. Misafirim olduğunu, evde çay ibadetine başladığımızı, isterlerse gelip nitelikli goygoyumuza eşlik edebileceklerini söyledim. Ama Güven Uygun’un bir tavuk olduğunu, erken yattığını ve yatma saati gelirse devrimin bile onu alıkoyamayacağını da ekledim. Geldiler.
Çay dini için teheccüt namazı kılmaya başladık. (tesacüt müydü o?)
Şefim Serkan Zorel aç olduğunu söyledi. O da Gaziantepli. Türkiye’nin en iyi mutfaklarına sahip iki şehirde doğmuş ve büyümüş iki adam aynı gün evime geliyorlar ve onları memnun etmek zorundayım. Bizim okulun olduğu köydeki kadınlarından aldığım menemeni yapabilirdim, başka elimden bir şey gelmezdi.
Yaptım sanırım tatmin oldular.
Şefim Serkan Zorel’e kaliteli votka sunmak lazım. Bulgaristan’dan 20 TL’ye aldığım Rus votkasını açtım. 20 TL ama Türk votkalarına tur bindirir…
Sonra bir şekilde bağlamayı elime aldım. Bir şeyler tıngırdatıp bıraktım.
Sadede gelelim. Ortamlarda müzik yapmak ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Çok yapmışımdır ve de çok düşüncem vardır bunla ilgili. Dinleyiciler nitelikliyse, bağlama iyiyse, iyi bir solist varsa ortama sol şeridi kapatacak bir müzik sunabilirim. Aksi takdirde kendim de sıkılır ve yarım bırakırım müziği. Nitelikli bir dinleyici kitlesi vardı. Serkan ve HİS anonim türküleri seven, bilen, zevkle dinleyen ve eşlik eden iki insan. Ve detone olmayan. Bazen ortamlarda çok istekli ve hevesli arkadaşlar olur. Büyük bir şevkle eşlik etmeye çalışırlar ama müzik kulakları ve ritm duyguları olmadığı için yapılan şeyi müzik olmaktan çıkartırlar. Şimdi ne diyeceksin bu dostlara? “Sen sus” desen Kemal Sunal’ın o sahnesi akla gelir…Biz de o durumlarda esnaflık yapıyoruz ve yavaş yavaş müziği sonlandırıyoruz. Serkan ve HİS nitelikli dinleyicilerdi. Mehmet Kahraman’ın bağlaması bugüne kadar en sevdiğim bağlama oldu. Yorum bölümünde çok iyi bir performansı paylaşacağım onunla yapılmış. Güven’in de sesi çok iyi. Nitelikli bir müzik yaptık. Sohbet de iyiydi çünkü kompleksiz insanlar vardı ortamda. Normalde ben birbirini tanımayan insanları bir araya getirmem ama bu üç insanın da hümanist, kompleksiz insanlar olduğunu bildiğim için rahatlıkla bir araya getirdim ve sonuçta nitelikli bir akşam oldu.
Ertesi gün oldu. Biraz vasat ötesi bir kahvaltı hazırladım GU için ve yola koyulduk.
Cumartesi İstanbul’da trafik olur. Her zaman olmaz dikkatiniz çekerim ama cumartesi olur. Bir şekilde Kadıköy’e ulaştık, paramızla otoparka girmek için yarım saat bekledik. Sonra Gezi Cafe’ye gidip komünist belediye Ovacık’ın üretimi fasülyelerden almamız gerekti. Bu esnada çay simit yaptık. Sonra Taksim’e doğru yollandık.
Götümüz donuyordu açıkçası. Soğukta İstanbul gezmek fena bir şeydir ama şehir dışından misafiriniz geliyorsa bunu yapmalısınız. GU 110 kiloluk adam. Onu doyurmak lazım. İyi doyurmak lazım çünkü adam gastrolojinin şampiyonlar ligi olan Hatay’dan geliyor.
Daha önce hakkında çok bahsettiğim Kurtuluş Adana Ocakbaşı’ndan başkası bizi paklamazdı. Tekrar edelim, şu hayatta en hayran olduğum adamlardan biri olan Vedat Milor, İstanbul’a misafiri gelse onları ancak Adana Ocakbaşı’na götürebilirmiş. GU’yu yürüyerek oraya götürdüm. Cts olduğu için yer yoktu ki mekan en fazla 21 kişi alabilen bir mekan. Daha önce geri dönmüşlüğüm de vardır oradan.
Bizim için kapının önüne uyduruk bir masa ve iki sandalye attılar. Siparişi verdik. Normalde ben oradaki Adana kebaba tapıyorum. Marmara bölgesinin en iyisi açık ara…Milor’un yazılarından ciğerin de çok iyi olduğunu hatırlıyorum. Ben ciğer söyleyeyim dedim. GU’ya cebren ve hile ile Adana söylettim, kendim de ciğer söyledim. Küçük yuvarlak soğanlar da cabası. Zaten onlar bizi mahvetti. Hala aklımda. O Adana ve o ciğer (ki koyun ciğeriydi ve kuyruk yağı da vardır) bizi mahvetti. Güven ağzının tadı bozulmasın diye çay falan içmedi, ben de elimi yıkamadım. Çünkü elimi koklayınca o ciğerin kokusu geliyordu…
Böyle nitelikli bir gastronomi deneyimiydi. Ama hiçbir güzel şey ömür boyu sürmüyor…Ağzımızın tadı geçti, elimizin aroması bitti. Bari Cevahir AVM’ye gidip bir çay içelim dedik. MADO’da – ki hükümet yalakasıdır- dondurma ve çay iyi gitti. MADO’nun Gezi zamanı bizimle ilgili attığı iğrenç twitleri unutmadık ama “adamlar” Maraş’tan keçi sütü, gerçek şeker dondurma getiriyorlar…Güven birkaç bot baktı. Botla ilgili düşüncelerim değişik. Hayatımda bir kez botum oldu, onu da iyi hatırlamıyorum.
Konser başladı.
Dünya durdu. Sahnede iki çok iyi müzisyen tarih yazmaya başladılar.
Ne denebilir ki…
Güven de katılacaktır. İki olağanüstü Sapiens, bize unutulmaz bir iki saat yaşattı. Gerek adamın dibi Kemal Dinç, gerekse de AA oldukça dinamik bir ritm yakaladılar. Bu konserle ilgili söyleyecek bir şey bulamıyorum…
Eve geldik. Gün bitmişti. Yiyecek, içecek bir hal kalmamıştı.
Sabah oldu ve ben Güven’i Dudulu Metro tesislerin bıraktım. Sonra da veli toplantısına gittim ve esnaflık yapmaya devam ettim: Aslında potansiyel sahibi bir çocuk, biraz çaba sarf etse bir şeyler olabilir, derse biraz daha katılması lazım, benim onun iyi şeyler yapabileceğine olan inancım tam, herhangi ciddi bir davranış problemi yok ama biraz daha olgun davransalar memnun olacağım…
Esnaflık forever…
Güven Uygun’la yazı yazacak kadar nitelikli olan bir gün de böyle geçti işte.
Hayat devam etti veya etmedi.
İyi günler.
Cu.
Not 1: Yazı uzun oldu, yazım yanlışlarını kontrol edemeyeceğim. İdare edin.
Not 2: Yazıya görsel lazım. O gün GU ile vapurda çektirdiğimiz fotoğraf çok kötü. Ben çok suratsızım. Sanki anama küfredilmiş gibi çıkmışım. Aynı yere geliyoruz, bazı insanlar fotojenik değildir ve onların fotoğraf çektirmemesi lazım.
Not 3: Bu yazı için “kamyonla like” görselini kullanmaktan başka bir seçeneğim yok. İyi kötü bir trademark’ım oldu o foto.
Not 4: Bu ülkeyi eşşek gibi dönüştürmeliyiz, bu halkı eşşek gibi “adam” etmeliyiz.
Not 5: Güven Uygun’un bıraktığı yastık ve yorganı ancak bugün yani iki hafta sonra kaldırdım ki kendimden utanıyorum.
Not 6: Birkaç gün sonra beklenen batak çarpışması yaşandı ve yine biz yenildik. Son elde hiç gerek yokken, ekşın olsun diye üfürdüm ve yenildik.
Not 7: Gittiğim en iyi konser bir ay önce gittiğim Grup MESEL konseriydi.
Not 8: Zeynep Köroğlu, naber nasılsın?
Not 9: Kadir Taşdelen bu yazıyı okuyacak ve gizli gündemler oluşturacak.
Not 10: Murat Bekar asla bu yazıyı sonuna kadar okumayacak.