Kürt sorunu üzerine üç film

Sumru: Bu ülkede lanetlenmiş olanlar kimler diye düşünürüm hep.
Ahmet: 20 sene sonra ne olacak acaba. Sen ne düşünüyorsun?
(Gelecek Uzun Sürer)
Bu ülkede k.ü.r.t harfleri yan yana gelince tüyleri diken diken olan epeyce bir insan olmasına rağmen kanıyla canıyla böyle bir sorunun var olduğunu kimse inkar edemez herhalde. Benim bu konudaki yerim her zamanki yerde. Toplumu, sınıfsal çelişkiler üzerinden tahlil etmeye çalışıyorum. Kürt sorununun kaynağını da sınıflı toplum yapısında veya başka deyişle bu yapı yaratılmak ve güçlendirilmek isterkenki süreçte arıyorum. Çözümünü de bu yapının yıkılmasında görüyorum. İçeriği boş vatan sevgisi de bende hiç gelişmediği için; ne NATO güdümünde bir Kürdistan’da (veya Türkiye’de) yaşamaktan, yaşıyor olmaktan memnun olabilirim ne de bir karış bile vermeyiz (ama füze kalkanı projesine hiçbir şey demeyiz) diye haykıran fetiş tutkularım var. Bölünmemiş bir ülke ne demektir? Veya bağımsız bir ülke ne demektir? Özgür bir halk nasıl olur? Türkler özgür müdür? Bu teferruatları iyi düşünmek gerek. Kürt ve Türk emekçileri yan yana gelirlerse ancak sorunları çözebilirler. Başka durumlarda çözümsüzlük içerisinde enerjilerini ve hayatlarını kaybetmeye devam ederler diye düşünüyorum ben. Sinemamızın bu sorun üzerine birkaç cılız istisna haricinde önemli eserler veremediğini de biliyoruz. Hangi sorun üzerine iyi eserler verdi sorusu da cevaplanmayı bekleyen bir soru olarak karşımızda duruyor. Tesadüf eseri şu anda televizyonda yayınlanan Handan İpekçi’nin “Büyük Adam Küçük Aşk” (2001) adlı filmi benim bu mesele üzerine bir şeyler söylemeye çalışan filmler içerisinde favorilerimdendir. Son dönemde Kürt sorunu üzerine üç film izledim:
1-      “Gelecek Uzun Sürer” (2011), Özcan Alper.
İlk filmi “Sonbahar”la dikkatleri üzerine çeken Özcan Alper’in ikinci filmi “Gelecek Uzun Sürer” için sanki bir ilk film gibi olmuş yorumları birçok sinemasever tarafından yapıldı. Çok şey anlatmak isteyip başaramamak birçok filmin kaderi olmuştur. “Gelecek Uzun Sürer” de bu kaderi paylaşıyor. 90’lı yılları hatırlatmak istiyor. On binlerce insanın öldüğü o yılları. Şehit kelimesini hiç sevmiyorum. Hem dini bir içeriği var hem de ölme ve öldürmeyi kutsayan bir anlamı. Devrim şehitleri lafı da bir oxymoron teşkil ediyor bana göre. O yıllarda aşağı yukarı 10-15 bin insan faili meçhul cinayetlerde hayatını kaybetti. “Bir Zamanlar Anadolu’da”da bile gönderme yapılan beyaz Reno Toros arabalar sokak ortasında fütursuzca insanları öldürüyordu. İstanbul’dan Diyarbakır’a giden Sumru oryantalist bir bakış açısıyla Kürtçe ağıtlar derlemek istiyor. Bu esnada bir sinemasever olan Ahmet’le tanışıyor. Ahmet de Kürt hareketine katılıp katılmama konusunda kararsız kalmış, kişisel çelişkileri olan bir insan. Bu ağıtlar için faili meçhul cinayetlerde yakınlarını kaybeden insanlarla görüşmeler yapılıyor. Bu görüşmeler belgeselvari bir atmosferde seyirciye sunuluyor. Bu sunuş tarzı bence filmin sinemasal ruhunu zedeliyor ve başarısızlığı getiren önemli etmenlerden biri oluyor. Yine bir ilk film acemiliğinde gözlemlenebilecek işlevsiz yan karakterler veya yan hikayeler bu filmde mevcut. Bunlardan biri Ermeni kilisesi papazı Anto dayı. Kürt sorunu gibi çetrefilli bir sorunun üzerine gitmek isterken araya bir de en az onun kadar çetrefilli bir sorun olan Ermeni sorununun da üzerine gitmeye çalışmak cesaret isteyen bir tavır. “Gelecek Uzun Sürer”i izlemiş bir kişinin zihninde 90’larda yaşanılanlarla ilgili soru işaretleri yaratmak istenmiş, aynı şekilde 1915 için de soru işaretleri yaratılmak isteniyor. Bugün Hemşince diye bilinen dilin de aslında Ermenice olduğu ve dolayısıyla Karadeniz bölgesinin etnik yapısının da çok bilinmeyenli bir denklem olduğu soru işareti de yaratılmak isteniyor ki pek tabi ki bu pek mümkün olmuyor. Sumru’nun örgüte katılan eski sevgilisiyle yaşadıkları da başlı başına bir film olabilecekken özentisizce araya sıkıştırılmaya çalışılıyor ve güzelim çelişkiler güme gidiyor. Bir de bu filmde beni rahatsız eden Ahmet karakterinin sinemaseverliği oldu. Artık filmlerde duvarında nitelikli filmlerin afişleri olan karakterler görmek sıradanlaştı. Pek bir özgünlüğü kalmadı. Hatta “Gelecek Uzun Sürer”, yaklaşık 10 yıl önce Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak”ta yaptığını yapmaktan hiç çekinmiyor. Tarkovski’nin “Stalker”ını izleyen sinemaseverle sıradan halktan biri filmin sıkıcılığı üzerine bir diyaloğa giriyorlar. Birilerinin; Özcan Alper’e bir şeyler anlatmak için bu kadar hevesli olmasına gerek olmadığını, minimalizm diye bir şeyin olduğunu hatırlatması gerekiyor. Bunları yapabilmesi için uzun bir geleceğinin olduğunu düşünüyorum.
2-      “Press” 2010, Sedat Yılmaz.
        
Yine doksanlarla ilgilenen bir film “Press”. Hatta o yıllarda geçen bir dönem filmi. Film başarısız bir bilgisayar efektiyle açılıyor. Evden dışarı çıkan bir karakter var. Yolun kenarında bilgisayarla iliştirilmiş beyaz Toros’ları görüyoruz yine. O yıllarda Kürt hareketinin temsilciliğini yapan “Özgür Gündem” adlı gazetenin maruz kaldığı baskılar üzerine bir film. Yine Diyarbakır’da geçiyor. “Gelecek Uzun Sürer”e göre daha beğendim filmi ama yine de iyi bir film diyemiyorum. Oyuncuların amatörlükleri ve dolayısıyla seyircinin hissettiği yabancılaşma duygusu filmin handikapı. Bu oyuncuların geliştirdiği yine işlevsiz ve niteliksiz mizah duygusu, filmin oldukça gergin olan ve bence olması gereken atmosferini zedeliyor. Film, anlatmak istediğini anlatmayı bir bakıma başarıyor ama insanların yıllar sonra hatırlayacağı bir sanat eseri olmaktan uzak bana göre.
3-      “Oğul” (2011), Atilla Cengiz.
Bu üç film içerisinde en sevdiğim film bu oldu. Hafif melodramatik ögeler barındırsa da sonuç bu. Aslında direkt olarak Kürt meselesi üzerine bir film diyemeyiz “Oğul” için. Kürt meselesi burada bir yan motif olarak kabul edilebilir. Belki de bu yan motiflerden en önemlisi ama film toplumsallıktan çok kişiselliğe daha yakın. Tam da Erdoğan’ın Dersim için özür dilediği günlerde izledim bu filmi. Dersim (Tunceli) çok özel bir yerdir. Ben ne zaman bir Dersim’liyle tanışırsam bir iki saniyelik bir es oluyor. Bu es süresince ikimizde o katliamı düşünüyoruz ve yine o es süresince sayısız düşünce geçiyor beynimizden. Erdoğan mı? Bence onlar hiçbir şey için özür dileyemezler, hiçbir şeyle yüzleşemezler, hiçbir meseleyi de çözemezler. Zaten çözümsüzlük için varlar. 20 yaşından küçük Giresun’lu bir genç Dersim’e gitmek istiyor. Gitme sebebi fındık toplamaya gelen Dersim’li sevgilisinden o sene haber alamayışı. Dersim’e gitmek ne kadar da zor bir şey onun için? Zaten gidemiyor da. Yol boyunca karşılaştığı sözlü tacizlerin üstüne bir de askerler oraya girmesine izin vermeyince işler sarpa sarıyor. Otostopla şehre gitmek isterken fındıktan dönenleri taşıyan bir kamyona biniyor. Burada film iki babanın dramına dönüşüyor. Özellikle Rıza Akın’ın çizdiği Zaza baba portresi unutulmaz diyebilirim. Rıza Akın’ın ne kadar da geç keşfedilmiş bir yetenek olduğuna hayıflanıyorum kendi adıma. Giresun’lu genç rolündeki Enes Atış’ın da çok iyi bir performans gösterdiğini hatırlatalım. Gerçekçi sahneler ve diyaloglar barındıran, ilgi çekici bir film “Oğul”. Mütevazi olma çabalarının haklı gereği olarak gerçekten mütevazi. İlgiyle izlenilebilir. Bu filmden sonra insanlardaki mezar tutkusunu da düşündüm. Vücudunu, öldükten sonra, tıp fakültelerinde kadavra olarak kullanılmak üzere bağışlamış biri olarak anlayamadığım bir tutku bu. Şu anda yaşayan yedi milyar insanın 100 sene sonra mezarları olacak mı? Sanmam. Gidişat böyleyken bu saçma tutkuyu bir kenara bırakmak gerekiyor diye düşünüyorum.      
Bu yazı Atilla Cengiz, Büyük Adam Küçük Aşk, Gelecek Uzun Sürer, Handan İpekçi, İyi oyunculuklar, Oğul, Özcan Alper, Press, Rıza Akın, Sedat Yılmaz kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.