Marksist Klasikler: Piyano Kapıdan Sığmıyor

Merhaba arkadaşlar, nasılsınız?
Şimdi, uzun zamandır planladığım bu yazıyı yazıyorum ama tırsmıyor da değilim.
Bu yazı sonucunda Marksist klasikleri okumayalım, çöpe atalım diye bir anlam çıkaran olursa yazıyı göz adlı organıyla okumamış demektir.
Allah’a şirk koşmuyorum. Sol, sosyalizm söz konusu olduğunda “yeni” kelimesine temkinli yaklaşmalıyız. Ama paranoyalar da geliştirmemeliyiz.
Marksist klasikler diye kodladığımız kitaplarda, yani insanlara (emekçilere) politik bilinç sağlama konusunda yardımcı olacağı düşünülen kitaplarda durum nedir?
2015 Türkiye’sinde bu kitaplar ve potansiyel okuyucuları arasında nasıl bir ilişki vardır? Bunu ortaya çıkarmaya çalışacağız.
Geçen hafta “Kapital”in çevirmeni Alaattin Bilgi öldü. Ayrıca Engels’in de doğum günüydü. Dediğim gibi uzun zamandır yazmayı planladığım ve kafamda ayrıntıları netleşmiş olan bu yazıyı yazmak için beni klavye başına geçiren olaylar bunlardır. Başka bir şey değildir.
Gözümüzle okumaya başlayalım o halde.
Herhalde anlaşılmıştır: Ben bazı sorunlar olduğunu düşünüyorum.
Marksist klasikler derken Marx, Engels ve Lenin’in kitaplarını kast ediyoruz. Stalin’in de bir takım kitapları vardır ama nedense onun kitapları üzerinde çok fazla tartışma yürümez. Çok önemli bir artı olan büyük bir sadelikle ve anlaşılırlıkla yazmış olmasına rağmen.
Sol Yayınları’ndan başlamak gerekiyor sanırım. Kim ne diyebilir ki? 70’lerden başlayarak büyük bir hizmete imza atmışlardır. Televizyon ve sosyal medya terör örgütlerinin henüz faaliyete geçmediği o yıllarda, okumak eylemi Türkiye’de şu andakinden kat be kat daha iyi idi ve insanlar bu kitapları okuyorlardı.
Çevirilerinin çok kötü oldukları söylemeden mi geçeceğiz? O zaman “alternatif” yazı yazmanın anlamı nedir? Gerçi bu söylenmemiş bir şey değildir ama tekrar edelim: Sol Yayınları’nın çevirileri çok kötüdür. Eğer bir Marksist klasik okumaya karar verdi iseniz, başka yayınevlerinin çevirisi olup olmadığına bakınız. Sonra da Ekşi Sözlük’e. Çünkü orada mutlaka birileri değerlendirmiştir. Ekşi Sözlük dünyanın en büyük sarkazm platformudur. En büyük kompleks ve cahillik açığa çıkarma platformudur ama 10, 15 kişi aynı şeyi yazmışsa o şey büyük oranda doğrudur.
Üslup meselesine geliyoruz.
Bu anlamda geçen “blasphemy” işledim ve Marx’ın iyi bir yazar olmadığını düşündüğümü söyledim. Israrla Marx’ın gelmiş geçmiş en önemli insan olduğunu belirtmek zorunda hissediyorum kendimi. Çünkü emin olun bir tane bile Marksist klasik okumamış, 19 yaşında biri gelip yorum bölümüne “sen nasıl Marx’a küfür edersin?” diye yorum bırakabilir. Marx en üst düzey insandır. Engels’e göre gerçekleri herkesten hızlı ve en ileri seviyede kavrayabilmektedir.
Ancak bu kavradıklarını iyi bir şekilde aktaramamaktadır. İyi bir yazının olmazsa olmazı paragrafların kısa olmasıdır bana göre. Marx’ta bir sayfa paragraflar vardır. Oldukça ağdalıdır. Devrik cümlelerle doludur. Bu da anlaşılmayı zorlaştırır. Diğer dilleri de işin içine karıştırır sık sık.
Kuşkusuz bu bir tercihtir. “Manifesto”ya baktığımızda alabildiğine sade bir dil görebilmekteyiz. “Kapital”e baktığınızda ise her paragrafı ortalama bir sayfa süren, içinden çıkılması hayli zor bir kitap görürsünüz. “Kapital’i Okuma Kılavuzu” diye kitaplar vardır.
Engels’i bu anlamda beğenirim. Üslubu içlerinde en iyi olanıdır bana göre.
Lenin’de anlaşılmamak, ağdalı tarz diye bir problem yoktur. Ondan da bir ayrıntı bombardımanı vardır. Lenin okumadan önce Rusya tarihi, Rusya işçi sınıfı tarihi ve ek olarak dünya işçi sınıfı tarihini çok iyi bilmeniz gerekmektedir. Bu da yine eşek yüküylen okuma demektir. Ayrıntı bombardımanıdır Lenin’in kitapları. Bir de giydirmeler o kadar fazladır ki Lenin’in kitaplarını okurken, oturup dinlenirsiniz. Kuşkusuz bu tarz Lenin’in karakterinden ziyade siyasal bir ihtiyaçtan ötürüdür. Zaten normal zamanlarda oldukça esprili biridir kendisi.
Bu anlamda okunmasına gerek olmadığını düşündüğüm üç eserden bahsetmek istiyorum. Başıma bir şey gelmeyecekse…
Engels’in “Doğanın Diyalektiği”ni ele alalım. Yazarın yaşarken yayınlamayı düşünmediği, yarım kalmış yazılar topluluğudur. Öğretici pasajlar barındırmakla beraber büyük oranda fizik, kimya ve biyoloji ile ilgili tutulmuş notlardır. Kitabı gören bir kişi “diyalektik” ile ilgili nokta atışı bilgiler elde edeceğini düşünebilir. Böyle olmaz. Fizik, kimya ve biyolojide bugün gelinen noktada oldukça naif kalan bu yazıları basmanın ve insanların günlerini almanın anlamı var mıdır? Bence yoktur. Onun yerine yazarın “Anti-dühring” adlı kitabı döve döve okutulmalıdır. Ama sınıfın, üretim aracının dahi ne olduğunu bilmeyen genç emekçiye değil. Ona önce “Anti-dühring”i kavrayacak bir formasyon sağlanmalı ki bunu tek başına yapacak bir kitap yoktur sonra “Anti-dühring” döve döve okutulmalı. “Feuerbach: Klasik Alman Felsefesinin Sonu” da iyi gidecektir.   
Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”yı ele alalım. Önsöz’ü çok meşhurdur ama gerisi kabir azabıdır. Yazar yaşarken ikinci baskısının yapılmadığını ekleyelim. “Kapital” i okuyup anlayacak formasyon geliştirilecekse ve “Kapital”le cebelleşilecekse okumaya hiç gerek yoktur bana göre. Açıkça kötü bir kitaptır. Ama ben bir sosyalist partide yeni üyelere ilk başlarda önerilen altı kitaptan biri olduğunu görmüştüm/duymuştum. O genç emekçiyi mücadeleden soğutmak, öz güvenin sarsmak için bundan daha iyi bir seçim olamazdı herhalde.
Lenin’in “Materyalizm ve Ampiryokritisizm” adlı eseri için yıllarınızı harcamanız lazım. Buna gerek ve zaman var mı? Bence kesinlikle yok. Zaten pratikte de öyle olmaktadır. Bu kitabı okuyacak ve anlayacak Türkiye’de 250 kişi vardır. Genç bir emekçinin bu kitaba ilgi duyması mümküniyet sınırları içerisinde değildir.
ÖRGÜTSEL İHTİYAÇ
Burada bir şeyden bahsetmek gerekiyor. Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in yazdıkları; belirli bir tarihsel kesitte, belirli bir coğrafyada siyaset yapan bir örgütün o anki ihtiyaçlarına denk düşen eserlerdir.
Lenin ve Stalin’in bütün yazdıkları böyledir. Marx ve Engels’in 1847’den sonra eserlerinin büyük bir bölümü böyledir.
Marx’ın “Kapital”i zaman ve mekan üstü bir eser olarak tasarlanmıştır. Onun dışında ikilinin bütün önemli kitapları, kişisel merak dışı diyebileceğimiz bütün önemli kitapları özellikle Alman SD Partisi, Enternasyonal veya Avrupa’daki devrimci kamuoyunun o anki ihtiyaçları için kaleme alınmıştır.
Bu durumda bu kitaplardan “mutluluğun formülü” arayışı içerisine girmek beyhude bir çabadır. Çok önemli ipuçları, çıkarımsamalar, tahliller elde edilebilir. Elde edilecektir de ama 2015 Türkiye’sinde birisi sosyalist örgütün nasıl olması gerektiğini 1902 Çarlık Rusya’sında yazılmış “Ne Yapmalı”ya bakarak çıkarırsa o kişiyi ciddiye almam.
Lenin’in mücadelenin bir anında, bir yerde söylemesi gerektiği bir cümle olan “parlemento burjuvazinin ahırıdır” cümlesi, zaman ve mekân üstü kabul edilip olur olmadık yerlerde tekrarlanırsa yalnızca gülerim. Devrimci siyasette ayetler yoktur. Devrimciyi bırakın, devrimci olmayanda da yoktur. Süleyman Demirel’in bence kurduğu en doğru cümle: Siyasette dün dündür bügün bügündür. Defalarca kez gördük. Hem devrimci siyasette hem de devrimci olmayan siyasette.
Marksist klasikler, günümüzdeki, örneğin Türkiye coğrafyasındaki, siyasetin seyri üzerinde birebir belirleyici olamazlar. Zaman farklı, mekan farklı. Hatta koskoca çağ farklı. O zaman “devrimler çağı”ydı. Beş senede bir ya devrim ya da karşı devrim oluyordu. Şimdi durgunluk ve geri çekilme çağı. Bu, dünya kadar bir farktır.
YENİ BİR YAZIN
O kadar açıklamadan sonra “yeni” ile başlayan cümleler kurabilirim sanırım ama eminim birileri şu anda benim Marksist klasiklere saldırdığımı düşünmeye devam ediyordur ve bunların bir çoğu da bir tane bile Marksist klasik okumamıştır.
Yeni bir yazına ihtiyaç var.
Öncelikle temel bir esere.
Yan temel kavramları, olay nedir, ne olup bitiyor, kim kimdir’i açıklayacak temel bir esere ihtiyaç var.
Çünkü sosyalist siyaset sosyalizmin tanımını yapamayacak insanlarla dolu.
Bu insanlar ne olup bittiğinin önce bir farkına varmalıdır. Çünkü altı aydır bu işe başlayanlar “Ortodoks Marksizmi ‘biz’ temsil ediyoruz” diyorlar, inanılır gibi değil.
Bu insanları kendilerini geliştirecek girdilerde bulunulmalı. Tarih, sosyoloji, psikoloji, insanlık tarihi, kompozisyon kuralları, iletişim becerileri, konuşma becerileri hatta uyumlu giyinme becerileri, damak zevki, müzik zevki, sinema zevki falan da dert edinilmeli.
Bekarete önem veren tek bir sosyalist kadro bile kalmamalı!
Bu eser veya eserler kuru ve ruhsuz bir görev mantığıyla yazılmamalıdır. Eğer böyle yapılacaksa hiç gerek yok. “Felsefenin Temel İlkeleri” daha iyi.
O yaratıcı kişi bulunmalı. Yoksa ortaya çıkarmaya çalışmalı. Kautsky, Marx’ın bütün eserlerini ezbere biliyordu ama sadece bilmiş olmanın yetmediğini tarih acı bir şekilde gördü.
Bu iş de öyle. Sadece Marksist klasiklerin hepsini çok iyi okumuş ve anlamış olmak, kafanın çok iyi çalışması bu kitabı yazmak için yeterli olmamalı.
Bu kişide sanatsal bir yetenek de olmalı. Estetik kaygı gütmeli. Yazdığı insanlara basit ve çekici gelmeli. Bu eserin adı bile sıra dışı olmalı. “Genç Devrimcinin El Kitabı”, “İşçinin Rehberi” gibi şeyler olmamalı. Atıyorum, “Fena Bir Kitap”, “Sol Şeridi Kapatan Sosyalizm Kitabı” falan gibi bir şey yani. Vurucu, çivileyici, merak uyandırıcı, sarsıcı bir kitap.
200 sayfadan fazla olmamalı kesinlikle.
Çünkü hatırlamakta fayda var, 2015 Türkiye’sinde yaşıyoruz. İnsanlar, genç emekçiler fena derecede okuma tembeli. Kelime hazneleri çok dar.
Lise bir öğrencisinin “mücadele ne demektir?” diye soru sorduğunu öğrenirseniz, ne yaparsınız?
Hayata bakış açıları, mücadele etmeye biçebilecekleri anlamlar yüz yıl öncesinden çok çok farklı. 30 yıl öncesinden de çok çok farklı. İyi yönleri de var kötü yönleri de.
Yıllar önce şöyle bir cümle duymuştum: Devrimci resim çekmez, devrimci resim yapar.
Kesinlikle katılmıyorum.
Devrimci resmi çeker, malzemeye bakar ve onun üç, dört tık ötesine yatırım yapar.  
Resim yapmaya kalkarsa üzülür.
Halkın ortalaması veri alınmalıdır. Baş köşeye yazılmalı demiyorum ama mutlaka akılda tutulmalıdır çünkü bu ortalama ezicidir. Yok edicidir halkın ortalaması.
Özür dileyerek, Gezi Direnişi esnasındaki o küfürlü duvar yazısını hatırlatmak istiyorum.
Halk sikertir!
Bu yani…
Halka “inin”, şu anda Haziran Direnişi dediğinizde ne dediğinizi anlamıyor ilk başta. “Gezi Olayları” demeniz gerekiyor.
“Mal” bu.
Fena halde defolu bir mal bu.
Bunun defolarını, neyse işte onlar, sabırla, hayal görmeden düzeltmek gerekiyor.
Hayatı boyunca bir kitap bile okumamış ama iyi niyetli kardeşimizin eline “Alman İdeoloji”sini vererek olmaz bu iş. O kişide müthiş bir yabancılaşma duygusu üretirsiniz. Onun eline, o süper kişinin yazacağı o süper, fark yaratıcı kitabı vermek gerekiyor.
Sebebi çok basit: O genç emekçinin onu okuması ve fark yaratması gerekiyor. “Alman İdeolojisi”ni o-ku-ma-ya-cak-tır.
Yorum yapmayın lütfen, yoksa burası Flash TV’ye döner.
İyi günler.  

  
Bu yazı Uncategorized kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.