Nasıl Türk Halk Müziği Koro Şefi Oldum?

Evet, bir kere Türk halk müziği koro şefi oldum. Türk halk müziğiyle değil ama koro şefliğimle alakam yoktu…

Bayıldığım bir şey değildi. Özlediğim bir şey değil. Zaten ilk fırsatta da bıraktım işi…

Bir faaliyet gerçekleştirmek üzere bir araya gelmiş veya getirilmiş bir yetişkin topluluğunun sorumlusu/başkanı/lideri olmakla ilgili neler düşünüyorsunuz?

Soruya benim cevabım “Allah belasını versin!” şeklinde olmaktadır.

Ölene kadar bir yetişkin topluluğunun sorumluluğunu almak istemiyorum.

Ben böyle düşünüyorum ama çoğunluk böyle düşünmez. Bu tür işlerin heveslisi boldur. İnsanlar kavga bile edebilirler böyle şeyler için. Kavga etmezlerse içten içe birbirlerini kıskanırlar. Ayaklarını kaydırmak ve pozisyona zıplamak isterler. Sebebi basittir: Bu tür pozisyonlar kişiye statü kazandırır. Özellikle erkekler için statüden daha değerli bir şey yoktur. Kadın lider pek az görülür. Hem toplumsal koşullar buna müsaade etmez, ondan önce kadınların doğaları buna müsait etmez. Liderlik erkek işidir. Öyle!

Tekrar vurgulamak istiyorum: Allah belasını versin!

Hayatım boyunca birçok kez bana sorumluluk “kitlendi”. İş başa düştü şiarıyla görevimi yerine getirdim ama zevk almayarak yaptım işimi. Hepsini de ilk fırsatta bıraktım.

Bir keresinde de işte Türk halk müziği koro şefliği kitlendi bana. 2008’de Bolu’da oldu olay…

Ondan önce üniversitede ve öğretmenlik görevine başladığım şehir olan Sinop’ta birçok koroda çalıştım. Korolarda korist olarak da bulundum ama esas olarak orkestralarda bağlamacı olarak görev yaptım. Bağlama çalmayı çok sevdiğim için bu faaliyeti zevk alarak yaptım. Hala, müziği neresiyle yapıp neresiyle dinleyeceğini bilen insanlara denk gelsem kolektif bir müzik yapma faaliyeti içinde bulunmak isterim. Çok isterim.  

Sinop merkeze atandığım gün Belediye Konservatuvarı adlı binadan içeri girdim. Orada Ferruh Hoca adlı adamı buldum. Kendisi dinozorlara benzeyen bir anlayışa sahip, muhafazakara kaçan bir halk müziği icracısıydı. Onun şefliğindeki koroda bağlama çalmak istediğimi söyledim. Beni dinledi ve orkestraya aldı. Çok disiplinli biriydi. Bu işlerde disiplinli şef çok önemlidir. Orada geçirdiğim süre boyunca çok keyif aldım ve kendimi çok geliştirdim.

Araya girelim: İnsanlar neden koro faaliyetlerini giderler? Çok basit, sosyalleşmek için. Partner bulmak için. Siyasi faaliyetlerin arkasında bile “büyük oranda” bunlar vardır. Tabii “rahat solculuk” veya güvenli sendika faaliyetleri arkasında… Ben koroya, yemin ediyorum, kendimi geliştirmek için gittim. Sosyalleşmek hiçbir zaman umurumda olmadı. O zamanlar partnerim de vardı. İnsanlar korolara (veya kolektif faaliyetlere) giderler çünkü sosyalleşmek isterler, kendilerini bir topluluğun parçası olarak hissetmek ölümcül derecede önemlidir insanoğlu için. Bunun için mesela, çok saygın bazı evrimsel biyologlar bile dinlere inanırlar… Neyse bana ne! Ben, yemin ediyorum, kendimi geliştirmek için gittim ve de geliştirdim. Sahnede müzik yapmayı da çok severim. Sahnede başarılı olmak, “halkı coşturmak” kadar keyif verici az şey vardır.

2007’de Bolu’ya atanınca aynı belediye konservatuvarından orada da olduğunu gördüm. Hemen gittim. Koro toplanmak konusunda sıkıntı çekiyordu. Sinop, biraz da yaşlı nüfusunun çok olmasından dolayı çok fazla koroya sahipken, Bolu’da nüfus iki katı olmasına rağmen bir tane bile koro, toplanmakta zorlanıyordu. Birkaç hafta sonra koronun ilk toplantısını yapacağına dair telefon geldi.

Gittim. Koronun şefi benim gibi o şehre yeni atanmış bir müzik öğretmeniydi. İncecik, upuzun, çubuk kraker gibi bir adamdı. Pek konuşkan değildi. Bir gruba liderlik edebilecek bir insana benzemiyordu. Koro da allaha emanetti. Üç, dört ses ve karakter olarak sağlam insan vardı. Geride kalan 10, 12 kişi çöptü. Orkestra da allaha emanetti. Üç, dört tane bağlama çalan çocuk vardı. Hiçbiri bir koroda çalmak için yeterli değildi. Tecrübeli ve işi götürübilecek bir tek ben vardım.

Çalışmalara başladık. TR’deki her topluluk çalışmasında artık neredeyse kural olmuş olan, etkinliğin “en az” yarım saat başlaması olayı orada da vardı. Hoca ve etrafındaki birkaç kişi, ayrı bir yerlerde öbeklenmiş diğer birkaç topluluk geyik muhabbeti yapıyordu. Birden hocanın aklına esiyordu, “Hadi, başlayalım!” diyordu hoca ve salona geçiyorduk.

Bu şekilde bir ay falan gittik. Bu bir ayda sekiz, 10 tane türkü çalıştık. Ben bırakmayı düşünmeye başladım.

Bir gün yine çalışma için beklerken hoca bir türlü gelmedi. Bekleyiş başladı. Konservatuvarın müdürü hocayı arıyordu ama hocaya ulaşılamıyordu. Sonra beni odasına çağırdı. Gittim ve hocanın sorunları olduğunu, gelemeyeceğini, belki de hiç gelemeyeceğini, koroyu zor topladıklarını, o gün çalışmayı halletmem gerektiğini ve en yakın zamanda yeni hocayı bulacaklarını söyledi. Ben öğretmen olduğum için insanların bana itimadı varmış. Öğretmenler, öğretmenin prestijinin kalmadığını ciyaklarlar sık sık. Oysa gerçek öyle değildir, hala en prestijli iki, üç meslekten biridir öğretmenlik. Bir sürü kapıyı açar.

Bu haber hoşuma gitmedi değil. Çünkü çubuk krakerin işini yapamadığını ve benim keyif aldığım faaliyetlerden biri olan koroculuğu engellediğini düşünürdüm. Belki de yeni gelecek hoca tam aradığım gibi, “çelik gibi disiplinli ve renkli” bir adamdı…   

Salona girdim ve koroya hocanın bir rahatsızlığı olduğunu, o gün beraber çalışacağımızı söyledim. Çalıştığımız parçaları sıradan çaldı(m)k ve söyledik. Sonra ben Hacettepe korosundan bildiğim bir şeyi uygulamaya koydum. Solo türkü söylemek isteyen varsa sahneye buyurmasını ilettim. Eskiden böyle bir uygulama yoktu. Yedi, sekiz kişi kalktı ve çeşitli solo türküler söylediler. Bu olaydan çok keyif aldılar.

Bu esnada müdür kapıdan bizi dinliyormuş. Çalışmadan sonra beni odasına çekti ve yeni hocayı bulmanın uzun zaman alacağını söyledi. Beni dinlediğini ve bu işi benim yapabileceğime inandığını söyledi. İstersem hoca arayışından vazgeçecekti. Hiç aklımda böyle bir şey yoktu çünkü ben –o zamanlar- topluluk önünde türkü söylemekten utanan biriydim. Sonra yalama olduk gerçi… Söyleyemediğim için bu görevi yapmaya uygun değildim. Beni katakulliye getirdi. Tamam, onlar hoca bakacaklardı ama ben o esnada aynı şekilde koroyu çalıştırmaya devam edecektim.

Ertesi çalışmada ekibi topladım. Karşılarına geçtim ve eski hocanın artık gelmeyeceğini ve yeni bir hoca bulunana kadar koroyu benim çalıştıracağımı kendilerine söyledim. Bazı temel kurallarımız olacağını söyledim. En önemlisi dakiklikti. Bu meseleyi ileride yapacağım topluluk sorumluluklarında da aynen uyguladım. Sorumlu kişi dakiklik konusunda kararlı ve tutarlı olursa topluluk da buna uyuyordu. İnsanlar rahattılar ama karşılarında kararlı ve tutarlı birisini görünce boyun eğiyorlardı. İnsanlar edilgendir. Yani insanların ezici çoğunluğu. Çalışmalarımız zamanında başlamaya başladı. Aralar zamanında ve olması gerektiği kadar oldu. Geç kalanları çalışmaya almadım ve arayı beklemelerini söyledim. Tabii bunları yapabilmek için inandırıcılığınız da olmalı. Kendimden emin bir öğretmen ve de hiçbir şeyi kaybetmekten çekinmeyen biri olarak o inandırıcılığa fazlasıyla sahiptim.

Her çalışmada çalışmış olduğumuz sekiz, 10 türküyü icra ediyorduk. Bir iki hareketli parça da ben monte ettim repertuvara. Çünkü halk müziği koro konserleri hareketli ağırlıklı olmak zorundadır. Seyircileri bu şekilde memnun edebilirsiniz. Bu konuda fazlasıyla tecrübem vardı. Repertuvar hareketli ağırlıklı olmalı. Slow parçalar ise nokta atışı damar olmalı… Halay potpuriyi bilgisayardan dinlettim kendilerine ve söylemeye başladık. Yani hiç ses çalışması yaptırmadım.

Günler geçiyordu. Özellikle çalışmadan sonraki solo performans bölümünden çok keyif alıyorlardı. Koroda iyi sesli elemanlar vardı. Bunlar her hafta bir parçayı çalışıyorlardı ve gelip çalışmada icra ediyorlardı. Neredeyse her hafta bir dinleti dinliyormuş gibi oluyorlardı.

Benim kararlı ve tutarlı davranmam sonucunda koronun sayısı artmaya başladı. Yeni yeni insanlar gelmeye başladılar koroya. Orkestranın acıklı hali devam ediyordu.

Herkes benden memnundu ama ben memnun değildim. Müdür bu işi çok iyi yaptığımı ve yeni hocaya gerek olmadığını söylüyordu. Beni gaza getirmeye çalışıyordu. Bazı insanların lakayt tavırları hiç hoşuma gitmiyordu. Müdür istemediğim kişileri çıkarabileceğimi söylüyordu. Bu insanları tıpkı öğrencilerle uğraşır gibi kontrol altına almayı başardım. Oturma düzenini değiştirdim ve birbirleriyle cozutma olanağı olan insanları ayırdım.

İstediğim ortamı yaratmış olmama rağmen insanlarla uğraşmaktan nefret ediyordum. En kısa sürede bu işten sıyrılmanın yoluna bakmaya başladım. Müdürle konuştum. Onun çok istediği ve beklediği şey olan konseri gerçekleştireceğimi ve sonra bırakacağımı söyledim. Kabul etti ama yine beni ikna edebileceğine inanıyordu.

Topluluğa birkaç ay sonra bir konser vereceğimizi söyledim. Heyecanlandılar. Çünkü bu işin en heyecan verici kısmı konser vermektir. Daha önceki koro tecrübelerimden çok iyi bildiğim bir şey vardı: Herkes kendisinin çok iyi olduğunu düşünürdü. Herkes solo performans hak ettiğini düşünürdü. Solo performansı alamayanlar, konserden sonra küsüp giderlerdi. Bunu çok iyi bildiğim için ilk zaman yoklama almaya başlamıştım. Tabii konser olacağını duyan bazı kişiler de koroya gelmeye başlamışlardı. Hep böyle olurdu bu işler. Konser olacağı zaman tıpkı seçim kazanan bir siyasi partinin etrafının kalabalıklaşması gibi koro da kalabalıklaşırdı. Şu insanlar ne şerefsizlerdi! Bu gelenler içerisinde gerçekten iyi olanlar da vardı. Ama ben kararlıydım. Soloları yoklama listesine göre yani verilen emeğe göre dağıttım. Ayrıca bir iki kişiye de yeterince iyi olmadıkları için solo vermedim. Bu, bir tarz koro şefliğidir. Diğer tarz ise tamamen tribünlere oynayan tarzdır. Bu şefler, verilen emeğe bakmazlar. Konser zamanı en iyi performansı verecek kişiye soloyu verirler. Son bir ay gelmiş olsalar bile… Ayrıca bunlar iyi olmasalar bile güzel kadınlara solo verme eğilimindedirler. Çünkü seyircinin hoşlandığı bir diğer şey de sahnede güzel kadın görmektir. Bazen bu şefler katlanılmayacak kadar kötü sesi olan ama çok güzel olan kadınları sunucu yaparlar. Bu sunucular iddialı bacak dekolteli elbiseleriyle her parça arasında kürsüye gidip parçayı anons ederler, sonra da yerlerine dönerler. Bu esnada seyirci de istediğini elde eder. Bacak görür. Ritmik kalça hareketleri görür. Yani bugün Türk dizilerini izlemenin bir numaralı motivasyonlarından olan şey, bacak görmek; halk müziği konserlerinde de mevcuttur. Bizde bacak macak yoktu, ful adalet vardı. Fırsatçılara solo vermedim.

Müdürden de orkestraya birilerini bulmalarını istedim. Üniversiteden bir ritmçi ve bir gitarcı buldu. Bağlamayı tek başıma idare ediyordum. Aslında bir ritmcimiz vardı ama adam yetersizdi. Yeni canavar ritmciye bozulmamış gibiydi ama konser günü provadan sonra çekti, gitti ve telefonunu açmadı. O esnaya kadar bana hiçbir şey demedi.

Günler geçti. Disiplinli bir şekilde çalışmalarımızı yaptık. Konser zamanı yaklaşıyordu. Girişler, çıkışlar hepsi çok iyi çalışıldı.

Konser zamanı geldi. Konserlerde şef anons edilir, sahneye gelir o esnada da bütün orkestra ayağa kalkar. Sonra şef de onlara oturmalarını işaret eder. Ben orkestranın başında hafif onlara dönük bir şekilde oturuyordum. Hem bağlama çalıyor hem de koroyu yönetiyordum. Bana bu ritüel çok saçma geldiği için müdürden bunu yapmamayı talep ettim ama ikna edemedim.

Salon ful doluydu. Konser başladı. Birtakım sıkıcı şiirler ve duygusal konuşmalardan sonra beni anons ettiler. En kötü orkestranın ayağa kalkmamasını kabul ettirebilmiştim. Seyirciyi selamladım ve yerime geçtim.

Çok iyi bir konser oldu. Görselde dediği gibi halkı coşturdum. Onlara istediklerini verdim. Bol bol harkeketli türkü ve nokta atışı slow parçalar verdim. Bacak veremedim. Bilmiyorum belki sololar içerisinde beğendikleri birileri vardır. Konserden önce herkese siyah ağırlıklı giyinmelerini söylemiş olmama rağmen bir tanesi Bolu yerel kıyafeti olan bindallı giymiş gelmişti. Ne yapacaktım! Onu çıkartmayarak ufak bir krize sebep olabilirdim. Artık insanları gütmekten bıkmıştım. O kadar söylemiş olmama rağmen yine birisi prim peşindeydi. Lanet olsun bu insanlara! Konserden sonra bırakacağım kesin olduğu için bir şey demedim.

Çıktık yaptık. Herkes mutlu gibiydi. Ritmci adama üzülüyordum. Yeni eleman darbuka ve davul çalıyordu. O ise bendir çalıyordu. Bir parçada bendiri ona vermesini talep ediyordum. Adam meğersem bunu gurur yapmış. Hiç aklıma gelmiyordu çünkü çalışmalarda veriyordu. Son saatte çekti gitti. Neyse, onun adına sevinmiştim. Tepkisini koymuştu.   

Sonra bir kutlama yemeği yaptılar. Her konserden sonra böyle olurdu. O yemekte her zamanki gibi çok sıkıldım. O yemekte yeni yeni insanlar gelip beni tebrik ediyorlardı. Disiplinime hayran kaldıklarını ve en kısa zamanda koroya katılmak istediklerini söylüyorlardı. Aslında tüm şartlar benim lehimeydi. İstediğimi yapabilecek seviyeye gelmiştim ama insanları düzeltmekten o kadar bunalmış ve sıkılmıştım ki daha fazla orada kalmaya niyetim yoktu. O yemek biraz da beni devam etmeye ikna etme yemeğiydi. Ama ertesi gün müdüre gittim ve kararımın kesin olduğunu söyledim. Müdür o seneyi kurtarmıştı. O yüzden rahattı. Fazla ısrarcı olmadı.

Bu da böyle bir anımdı. Toplulukları düzeltmeye, bir rotaya sokmaya çalışmak üstesinden gelebileceğim ama hiç meraklısı olmadığım bir şeydi. Onu anlamıştım. Gerçi anlamış mıydım? Daha sonraki yıllarda birçok kez böyle şeylerle karşı karşıya kaldım. Bunların hepsi bana önerilen, giderek dayatılan şeylerdi. Bazıları siyasiydi. Hepsini aynı disiplinle yaptım. Her şeyi zamanında yaptım. Kimseyi “Geliyor musunuz?” diye aramadım. Bir de bu vardır: Geliyor musunuz? Gelmezse gelmesin arkadaşım! Sen kararlı ve tutarlı ol, bak nasıl geliyor! Veya gelmiyor! Bana ne! İnsanları yontmanınn getireceği “statünün” “maliyeti”, benim karşılamaya gönüllü olduğum bir şey değil. İnsanlarla uğraşılmaz! Onlar tamir olmaz!

Yazım yanlışlarına bakamayacağım.      

Bu yazı müzik kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.