Neşet Ertaş: Kapitalistleşen Türkiye’nin hüzünlü bir portresi


İstanbul’un nüfusu 1914 yılında da bir milyondu, 1950 yılında da. Bundan sonra dramatik bir şekilde arttı. Artmaya da devam ediyor. Bu artış bir sebep değil sonuçtu. Üretici güçlerde yaşanan gelişme ve bazı toplumsal olaylar köy nüfusunu kentlere çekmeye başladı. Bu yer değiştirmenin kültürel kodlar üzerinde de değişiklikler yapmaması düşünülemezdi.
Bu yazının konusu, geçtiğimiz hafta ölüm yıl dönümünü andığımız, bana göre çok büyük bir sanatçı olan Neşet Ertaş’ı var eden bu sürecin sanatçıya ve sanatçının da sürece olan etkisini incelemektir.
Burada doğal olarak diyalektik bir yönteme başvuruyorum ve karşılıklı bir etkiden söz ediyorum. Yani bu toplumsallık Neşet Ertaş’ı nasıl büyük oranda şekillendirmişse, çok büyük ve yetenekli bir sanatçı olarak Neşet Ertaş da bu toplumsallık üzerinde az/çok bir etkide bulunmuştur.
Neşet Ertaş’ın müzikalitesine odaklanalım öncelikle. O yıllarda Anadolu’da fazlasıyla bulunan yerel müzisyenlerden biridir ama en yeteneklilerinden biri olduğu için “star” mertebesine yükselmiştir. Zeki Müren’in “Zahide”yi dinlerken kafasını duvarlar vurduğu ve “olamaz böyle bir şey!” dediği rivayet edilir.
Ses olarak başlarsak, Neşet Ertaş’ın Türkiye’de gelmiş geçmiş en lezzetli erkek vokallerden biri olduğunu iddia edebilirim. Tabi bu öznel bir değerlendirme. Nesnel olarak ise de sesini kullanma becerisi açısından çok becerikli ve yetenekli olduğunu söyleyebiliriz. En geniş aralığa sahip bozlakları bile çok rahat söyler Ertaş. Uzun havaları da kırık havaları da büyük bir ustalıkla dillendirir.
Bağlama icrası açısından da çok öndedir. Misal çağdaşı Mahsuni Şerif “tıngır mıngır” diyebileceğimiz bir tarzla çalar sazı. Neşet Ertaş ise gümbür gümbür çalar. Tabi bu tarzı geliştirmesinde yeteneğiyle beraber, düğünlerde o yıllarda olmayan mikrofonsuz icra etmek zorunda kalmasının da etkisi vardır. Açık bir alanda tek bir sazla ve mikrofonsuz yüzlerce kişiyi eğlendirmeniz gerekmektedir. Bu sebepten tekne boyları büyümek zorunda kalmış ve gümbür gümbür bir çalış tarzı kendisini dayatmıştır. Bu açıdan fiziksel olarak Neşet Ertaş bazı handikaplara sahiptir. Parmakları kısa ve küttür. Boyu da kısadır. Yani enstrüman çalarken fiziksel özellikler çok önemlidir. Bugün kainatın en iyi bağlamacısı olan İsmet Topçu’nun parmaklarına bakarsak Rulo Kat gibi olduklarını görürüz. Neşet Ertaş bu handikapını birincisi olağanüstü yeteneği ile ikincisi ise akord yapmada devrimci bir tarz geliştirerek yenmiştir. Bağlamada “Re’den çalmak” diye adlandırılan tarzı geliştirmiştir. Hem boyu kısa olduğu için yukarılarda gezinerek fazla enerji harcamak zorunda kalmamıştır hem de karar sesiyle aynı sese denk gelen orta telden “dem tutarak” ilkel bir armoni yapmıştır.
Söz yazımında da oldukça yeteneklidir Ertaş. Bazen Garip mahlasıyla türküler üretmiş, bazen mahlassız okumuş, bazen Pir Sultan Karacaoğlan Köroğlu gibi halk şairlerinin şiirlerini bestelemiştir. Türküleri genelde kadın-erkek ilişkisi üzerindir.
Üç yaşında aşık olmuş bir insandır Neşet Ertaş.
Çok büyük ve çok yetenekli bir müzisyen olduğu için bir numara olmayı başarmıştır, dedik. Şimdi onu var eden ve şekillendiren toplumsal koşullara bir göz atalım.
1938 yılında Kırşehir’in Yağmurlu köyünde dünyaya gelmiştir. Bu köy bir “Abdal” köyüdür.
“HAKİR İSE YA ABDAL DERLER YA CİNGAN HAŞA”
Abdalları incelememiz gerekecek. Dünyanın birçok yerinde ana akım tipolojiye uymayan, göçebe yaşayan, düzenli yerleşik hayata karşı direnen topluluklar görülmüştür. Bunları her toplum o dilde “Çingene” kelimesine denk gelen kelime ne ise onunla adlandırmışlardır. Bu toplulukların müziğe karşı yetenekli oldukları ve bu yolla hayatlarını kazandıkları da yaygın görülür.
Orta Anadolu coğrafyasında Abdallar olarak bilinen topluluklar bu kaba tanıma uyan topluluklardır. Kimilerine göre Çingenedirler kimine göre Türk kimine göre başka bir şey. Dediğim gibi üretim süreçlerine katılmakta ve yerleşik hayata geçmekte isteksizdirler. Müzisyenlikle uğraşırlar. Kötü yaşam koşullarını içselleştirmiş, kalender bir hayat tarzına sahiptirler. Devlet mekanizması ve toplumdaki ana akım tipoloji tarafından aşağılanırlar, küçümsenirler, ciddiye alınmazlar.
Neşet Ertaş böyle bir toplumsallık zemininde dünyaya gelmiştir. Kendisi gibi müzisyen olan babası ile birlikte düğünlere gitmeye başlamıştır çocukken. Bu performans esnasında kendisine köçeklik rolü verilmiştir. Köçeklik yani düğünlerde kadın kılığında oynayan erkeklere verilen ad. Bir Orta Anadolu geleneği olup, estetik olarak nereye oturtursak oturalım, mutlaka toplumsallıkla bağı olan yargılamak konusunda temkinli olmamız gereken bir şey. Neşet Ertaş’ta çok üstün olan (yine Mahsuni Şerif’te gelişmemiş olan) ritm duygusunun bu köçeklik yıllarından geldiği söylenir.
Neşet Ertaş’ın Alevi olduğu söylendi. Cenazesini ailesi Cemevi’nden kaldırmak istemişti de devlet yetkilileri Tayip Erdoğan gelecek diye karşı çıkmışlardı. Bayram Bilge Tokel’in biyografik çalışması “Bozkırın Tezenesi”nde de yarım ağızla Alevi olduğunu kabul eder Ertaş. Bir de “Hey Erenler Kalkın Hak Aşkına Semah Edelim” diye bir türküsü vardır.
Bu Alevilik meselesinin de oldukça gevşek olduğunu belirtmek istiyorum. Abdalların (Çingenelerin, Romanların) herhangi bir dini ciddiye alacaklarını düşünemiyorum. Günümüzde Siyasal İslam’ın iktidarda olması ve toplumsal alanı dincileştirmek üzere neredeyse her gün bir takım faşizan uygulamaları hayata geçirmesi bazı istisnalar ortaya çıkarabilir. Bunların sayısı da artabilir ama örneğin Abdallar kitlesel olarak içkiye tövbe etmeye başlarlarsa bence hiç vakit kaybetmeyip dağa çıkmamız ve silahlı mücadeleyi başlatmamız gerekmekte olduğu anlamına gelir bu! Daha esnek koşulları olan ve “rahat” bir din olan Aleviliğe sıcak yaklaşmış olabilirler ama o işi de “öylesine” yapan bir topluluktur Abdallar.
1958 yılında yani Türkiye’nin kapitalistleşme süreci hız kazanırken İstanbul’a gelip şansını denemek ister Ertaş. Ondan önce yerelde düğünlere çıkan bir sanatçıdır. O yıllarda İstanbul’da elinde bağlamasıyla dolaşanlarla alay edildiğini, bunların hakaretlere maruz kaldıklarını biliyoruz. Neşet Ertaş da bir köylü olarak bunların hepsini yaşamıştır ama kendisini ve sanatını kabul ettirmeyi başarmıştır.
İstanbul’da fazla durmayıp Ankara’nın yolunu tutmuştur. Çünkü yaptığı müzik oldukça lokal bir müziktir. Bütün halk müzikleri gibi. Onun müzikal formunun alıcıları Ankara’ya göç eden Orta Anadolu köylüleridir. Bu köylülerden durumu iyi olanların geldiği ve para harcadığı Ankara pavyonları Neşet Ertaş’ın kendisini var ettiği en önemli mekanlardandır.
Büyük bir tutkuyla ve hızla türkü üreten Neşet Ertaş Ankara pavyonlarında bir efsane haline gelmiş ve giderek tüm Türkiye’ye yayılan bir şöhretin sahibi olmuştur. Kentleri dolduran ve proleterleşen kır emekçileri onun türkülerinde, hisli bozlaklarında bir şeyler yakalamışlardır ve onu Türkiye’nin halk müziği starı haline getirmişlerdir.
Neşet Ertaş’ın müziğinde sınıfsallık adına bir şeyler arayanlar hayal kırıklığına uğrarlar. Birkaç türküsünde zengin, yoksul ayrımı üzerine, Abdalların uğradığı ayrımcılıklar üzerine pasajlar vardır ama müziği yoğun olarak köy yaşantısı ve sevda üzerinedir. Çünkü duygusal dünyası onlarla doludur. Bu içeriğin sahiplenicisi de sadece kır emekçileri değil aynı zamanda kırda onlarla birlikte yer alan sömürücü sınıflardır da. MHP etkinliğinde sahneye çıkan Neşet Ertaş’ı böyle okuyabiliriz.
“BİR AYRILIK BİR YOKSUZLUK BİR DE ÖLÜM”
Bu yüzden hüzünlü bir portredir Ertaş. Sınıfsal olarak kendisini bilimsel bir şekilde tahlil edememiş (bunu ondan beklemek haksızlıktır) maruz kaldığı, tanık olduğu sıkıntıları bu şekilde dışa vurmak zorunda kalmış bir insandır. O dönem Orta Anadolu’nun kırsal kesiminde neler yaşanmışsa Neşet Ertaş’ın müziklerinde onlar vardır.
90lara doğru hem yaşı ilerleyen hem de kırsal kesimde artık işlerin farklı olmaya başlamasıyla Neşet Ertaş müzik olarak tasfiye olmuştur. Son dönem ürettiği eserlere bakarsanız anlamsız felsefik bunalımların etkisini görürsünüz. Tabi bunlar hiç tutmamıştır. Ölüm üzerine, hareketsizlik üzerine inşa edilen bu türkülerin alıcısı hiç çıkmamıştır. Neyse ki bildiğimiz kadarıyla teliflerden gelir elde eden Neşet Ertaş büyük maddi zorluklar yaşamamıştır.
Bu “Yeni Türkiye”nin pop yıldızları arsızca kendisine laf edebilmişlerdir. Çünkü o da öyle bir toplumsallıktır. AKP Türkiye’sinde utanmazlık, kof öz güven, değerlerden bihaber olmak sık görülen bir şeydir. 37 yaşında olan ama hala ergen kızlara yönelik şarkılar yapan Nil Karaibrahimgil Neşet Ertaş’ı tanımadığını söyleyebilmiştir. Medyada iş patlayınca utanmazlığa devam edip Neşet Ertaş’ın sayesinde tanınmaya başlandığını yumurtlamıştır.
1999 yılında Devlet Sanatçılığı unvanını reddeden Neşet Ertaş bir “halk sanatçısı” olarak kalmaya devam etmek istediğini söylemiştir. Bu da gerçekleşecek sanırım. Neşet Ertaş en fazla bir “halk sanatçısı” olmaya devam edecek. Bütün önemli insanlar gibi. Önemli insanlar somut koşulları zorlamışlar ve bu somut koşulların müsaade ettiği en üst seviyeye gelmişlerdir. Neşet Ertaş da böyle biridir.
Bu yazı bağlama, müzik, Neşet Ertaş, Orta Anadolu kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.