Sinema yazarı Agah Özgüç’e göre Türk sinemasında üç tane “auteur” yönetmen vardır: Metin Erksan, Yılmaz Güney ve Ömer Kavur… Gerçi bu bilgiyi hangi kitapta okuduğumu hatırlamıyorum ve bu listede Atıf Yılmaz ve Lütfi Akad’ın da olup olmadığı konusunda emin değilim. Ömer Kavur’un olduğu konusunda ise eminim…
Nedir auteur (ootör okunur) yönetmen?
Biçimsel özellikleriyle ve ele aldığı konularla ayırt edici bir yanı olan demektir. Kimileri aslında her yönetmenin auteur olduğunu iddia ediyor. Veya türlü türlü janrlara el atan Stanley Kubrick, Quentin Tarantino gibi yönetmenleri auteur kavramına nasıl yerleştirileceği merak konusu. Sığ bir değerlendirmeyle işin içinden çıkmak ister misiniz? Başarılı “sanat filmi” yönetmenlerine ortamlarda auteur denir…
Biçimsel özellikleriyle ayırt edici olan? Aklıma hemen Natuk Baytan geliyor. Şaryolar üzerinde çektiği hareketli sahnelerle, yüzlere yapılan abartılı zumlarla biçimsel olarak ayırt edici bir yanı vardı Natuk Baytan’ın. Ama bir sanat filmi yönetmeni değildi.
Ömer Kavur’un sinematografisine geleceğiz. Anlatmak istediklerine bakarsak gerçekten de bir auteur olduğunu görürüz.
Sinemayı temelde bir anlatı sanatı yani edebiyatın bir kolu olarak görür müsünüz? Ömer Kavur’un gördüğü açıktır. Böyle olmasa hemen hemen her filminde karşımıza çıkan benzerlikler olmazdı. Düşünce dünyasını dolduran şeyleri film yoluyla işlemiştir. Hatta biraz abartılı bir yorum yapmak istersek, Ömer Kavur’un kariyeri boyunca tek bir film çektiğini öne sürebiliriz. Aynı oyuncular, benzer mekanlar, benzer konular, benzer temalar, benzer dekorlar… Aynı filmi 30 sene boyunca çekmiştir…
Veya… “Anayurt Oteli”ne kadar filminin birinci bölümünü, ondan sonra da ikinci bölümünü çekmiştir de denilebilir. Kendisi zaten “Anayurt Oteli”nden önceki filmlerini tam olarak “çocukları” olarak görmediğini söylemiştir. “Anayurt Oteli” ve aslında biraz da ondan sonra çektiği “Gece Yolculuğu” filmiyle ana akım sinemayla vedalaşmıştır. Önceki filmlerde de istediği temaları işlemiştir ama bu dönemden sonra tamamıyla kişisel bir sinema yapabilmiştir…
Ömer Kavur sinemasını ele alan bir yazı yazıyorum ama aslında kendisinin büyük bir hayranı değilim. Çok iyi filmler yaptığını düşünmüyorum. “B Sanat Sineması” şeklinde bir tabir de buldum sineması için.
Türk sineması ile ilgili çok yazı yazdım. Bunları okumuş ve şu anda da bu yazıyı okuyanların bilmesini isterim ki Zeki Demirkubuz’un 1997 yılında çektiği “Masumiyet”i bir kilometre taşı olarak görüyorum ben. Ancak bu filmden sonradır ki gerçekçilik Türk sinemasına egemen olmaya başladı. Ondan önce bütün dönem ve akımlarıyla Yeşilçam denen dönem egemendi ve bu dönemin filmleri hiç de hayatı yansıtıyor gibi değildi. Biçimsel açıdan öne sürüyorum bunu. Perdede izlenilenler ve duyulan sesler gerçek hayattakilere hiç benzemiyordu. Bütün kadın oyuncuları Jeyan Mahfi Tözüm veya Nevin Akkaya seslendiriyordu. Seslendirmenin kendisinin yanlışlığını anlatmaya çalışmadan önce bu iki kadının herkesi konuşmasının tuhaflığını belletmeniz gerekecekti. “Masumiyet” birçok açıdan gerçekçiliğin başladığı film olmuştur bana göre.
Yeşilçam’ın içerisinde olmak adeta bir virüs gibiydi ve Ömer Kavur da bu durumdan azade değildi. Bu yönetmenler izletecekleri şeyin gerçek hayatta karşımıza çıkması ihtimaliyle hiç ilgilenmiyordu. Örneğin gerçek hayatta Mehmet Aslantuğ gibi karizmatik, düzgün konuşan, felsefe de yapabilen bir saat tamircisi olması olasılığı Yeşilçam insanının umurunda değildi. Eskiden Müjde Ar’ı aynı filmde iki farklı karakterde oynatmıştı. Birbirine çok benzeyen insanlar: Bir Yeşilçam klişesi. Çoğu zaman sesleri de aynıdır…
Tekrarlıyorum: Saygı duyduğum, filmlerini ilgiyle izlediğim, yer yer de sinemasını beğendiğim bir yönetmendir ama çok iyi bir sinema yaptığını söyleyemiyorum maalesef.
Ömer Kavur’un filmlerini tek tek ele alacağım. Bunu yapmadan önce ele aldığı konuların üzerinde durmamız gerekecek. Ömer Kavur sinemasındaki en belirgin temalar yabancılaşma, ölüm, zaman ve yolculuktur. İlk filmi “Yatık Emine”den son filmi “Karşılaşma”ya kadar hemen hemen her filminde birisi ait olmadığı bir yere gelir ve orayla uyumsuzluk yaşar. Türkiye’de insanlar farklı olandan uzak dururlar. Ona güvenmezler, fırsat bulurlarsa da onu hırpalarlar. Bu, her Ömer Kavur filminde görülebilir.
Kavur filmlerinde farklı olan farklı mekana ulaşır dedik, bazen bu olayın yolculuğu da filmlerinde işlenir. Kendi adıma seyahat etmeyi çok sevdiğim gibi yol filmlerine de bayılırım. Seyahatler iki kişiyle yapılıyorsa aralarındaki ilişkiyi derinlemesine ele almaları sık görülür. Ömer Kavur filmlerinde de bunu görürüz. Yapılan seyahatlerde de güzel ve egzotik yerler seçilir. Oralardaki tarihi değerler sergilenir. Adeta bir müze gibi. Mardin, Antep, Ahlat, Kastamonu, Göynük, Safranbolu gibi özgün kentleri filmlerinde sergiler.
Ölüm Kavur’un favori temasıdır. Bazı filmleri direkt olarak suç veya gerilim filmi sınıfına girebilir. Bu filmlerinde ölüm zaten vardır da böyle olmayan filmlerinde de karakterler geçmişte olmuş bir ölüm vakası yüzünden acılar çekebilirler. Veya kendileri filmin sonunda ölürler.
Bir de zaman mefhumu vardır elimizde. Aslında daha çok Orhan Pamuk’un senaryosunu yazdığı “Gizli Yüz”de saatin sıkça karşımıza çıktığını görüyoruz. Malum, Orhan Pamuk bir Tanpınar hayranıdır. Hatta SAE için değil de “Huzur” için gelmiş geçmiş en iyi Türk romanı der… Bu filmde, daha önceki filmlerinde de gördüğümüz saat takıntısı zirve anına ulaşır. “Akrebin Yolculuğu” da bu zirve anı olarak görülebilir. Yönetmen, zamanın tarifini yapmakta zorlandığını ifade etmiştir. Zaman karşısında insanın çaresizliği herhalde yönetmenin düşünce dünyasını epeyce meşgul etmektedir. Bu zaman takıntılarına varoluşsal sorgulamaları da eklersek, birçok filminin içine daha iyi girebiliriz.
Bu, uzun bir yazı olacak. O yüzden yazıya burada ara veriyorum ve filmlerini tek tek ele aldığım ikinci bölümde görüşmek üzere diyorum.