Sürükleyici, İçten Yazı: Karate Filmleriyle İlgili Kariyerim

17353536_984111118391123_1281383971320173819_n

Dün karakte filmleriyle ilgili kariyerime değinmiştim. Şimdi derli toplu ele alacağım.

Olay 80’li, 90’lı yıllarda Ankara’da geçiyor.

Görselde bu filmlerin benim hayatımda ne kadar önemli bir role sahip olduğunu kanıtlayan bir yazım var. Bu yazıyı 88 yılında yani dokuz yaşımdayken yazmışım. İleride bir malumatfuruş olacağımı bence çok iyi kanıtlayan bir yazı.
İlk kez karate filmini o nüfus sayımında, evde videoda değil bir sinemada izledim. 1985 olmalı. Komuşumuz ve akrabamız olan İso adlı ve yaşça benden büyük olan karakter (asıl ismi İsmail’dir ve çok renkli bir karakterdir) beni sinemaya götürmüştü. O zamanlar demek ki semtlerde de 70’li yılların artığı sinemalar varmış. Çünkü gittiğimiz sinema Keçiören ilçesindeydi yani o zamanlar merkez (çarşı) olan ve birkaç yıl sonra bütün mahalle sinemalarının kapanmasıyla sinemaları kendisine çeken Ulus ve Kızılay’da olmayan bir yerdeydi.

İki film vardı. Birisi Amerikan yapımı, dandik ötesi, hafif erotik, komedi unsurları da barındıran bir suç filmiydi. Diğeri ise işte karate filmiydi. Hong Kong piyasasının Bruce Lee’ye benzeyen adamlarla çektiği ve 70’li 80’li yıllarda üçüncü dünya ülkelerine sattığı binlerce filmden biri. Çok dandik ötesiydi ama işte beni sinefil yapan şey o gün sinemaya gitmemdi. O kadar etkilenmiştik mi mahalleye geldiğimde dövecek adam arıyordum.

Bu arada Quentin Tarantino’nun 2007 yılında gerçekleştirdiği “Grindhouse” projesine değinmek istiyorum. Tarantino’nun yürüyen bir beyin olduğunu düşünüyorum bu arada. Tarantino da tıpkı benim gibi gençliğinde çok B filmi izlemiş bir insandır ve bunlara tutkuyla bağlıdır. 2007 yılında “Grindhouse” projesiyle bu tutkusunu kendi kendine diriltmiştir. Grind yani cızırtı demek, house da malum ev…70’li yıllarda Amerika’da iki, üç tane B filmi veren ucuz sinemalara “grindhouse” deniyordu. Sinema aletinin çıkardığı sese atfen…Tarantino da 2007 yılında iki adet B filmi çekmiştir. Camp (bilinçli yapılan abartılı görsel dandik estetik) tarzında…Kendisi “Death Proff / Ölüm Geçirmez” adlı filmi yönetmiştir. Stilize bir tarzı olan Meksikalı Robert Rodriguez’e de “Planet Terror / Dehşet Gezegeni” adlı filmi çektirmiştir. Amerika’da bu iki film tıpkı 70’li yıllardaki gibi ard arda izlenebilecek şekilde gösterime çıkmıştır ama tahmin edin, Türkiye’de? Ayrı ayrı gösterime girmişlerdir.

Sonra işte dün hikayesini yazdığım “Ben Öldükçe Yaşarım” olayı oldu. O yıllarda karate filmi izlemek bana sorulsa dünyanın en güzel şeyiydi. Bir de Eti Puf’un üstündeki taneleri tek tek yiyip geri kalanını sonra yemek…

Sonra okuldan ve mahalleden arkadaşlarla Gençlik Parkı’na korsan karate filmi izlemeye gitmeye başladık. 1989, 1990 olmalı.

Gençlik Parkı’ndaki çay bahçeleri videodan Kemal Sunal filmi veya karate filmi oynatıyorlardı. Parasız çocuklar ve bir takım lümpen kitle, çay bahçesinin kapısının önündeki alandan, biraz da dar bir açıyla bu filmleri izlerlerdi. Sanki çay bahçesine girmek için ortamı süzüyormuş numarası yapardık. Sonra şef garson gelip bu kitleyi dağıtırdı. Bazen biz çocukları dövdüğü de olurdu.

Karate filmi izlemek için mücadelem sürüyordu. Bir iki kere arkadaşların evlerindeki videodan Karate Kid ve bir Jean Claude Van Damme filmi izlemiştik. Van Damme’ın telaffuzu da her mahallede ayrıydı. Bizimkisi “Van Daym” şeklinde idi.

Şu anda internetten, o meşhur günün 4 Ağustos 1990 olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. O gün arkadaşlarla Sylevester Stallone’nin “Cobra” filmini izlemek üzere şu anda var olmayan Batı Sineması’na gitmiştik ama geç kaldık ve filme giremedik. Yine şu anda var olmayan Menekşe Sineması’na gittik ve “American Ninja 59”u falan izledik. Eve geldiğimde ise hayatımdaki en mutlu olduğum anlardan birini yaşamıştım. Star 1 adlı özel TV kanalı artık normal antenlerle de izlenebiliyordu. O kanalı iki sene boyunca resmen sömürdüm. Sonra Show TV (1992) yayına başladı ve Rocky, Rambo, Terminator gibi artık B sınıfı olmayan filmleri vermeye başladı.

Yine 1992’de Star 1’in yan kuruluşu Teleon adlı kanal kuruldu ve bu kanal sık sık o Hong Kong karate filmlerini vermeye başladı. Benim karate filmi kariyerim de o sene son buldu çünkü diğer özel kanallarda A sınıfı macera filmleri izliyordum ve bu Hong Kong karate filmlerinin, yani beni altı, yedi sene bloke eden bu siktir boktan filmlerin ne kadar da kötü olduklarını anlamış bulunuyordum. O A sınıfı macera filmlerinin de ne kadar kötü olduklarını anlamak için üniversite yıllarını bekleyecektim.

Bu arada, sonradan sinefil olunca, Bruce Lee’nin dört filmini de beğenerek izlediğimi ekleyeyim. Özellikle “Enter the Dragon”u (O nasıl film ismi lan? Eski MS DOS komutu gibi!) çok beğenmiştim. Bu arada Kill Bill’de Uma Thurman’nı sarı eşofmanı direkt olarak “Game of Death”e bir saygı duruşu niteliğindedir. Ayrıca bu filmin tema müziğinin yani “Whuaaaaa” diye bağıran bir adamın sesiyle başlayan müziğin Türk filmlerinde çok kullanıldığını da ekleyelim. Yorum bölümünde bulacaksınız.

Karate filmleriyle ilgili kariyerim böyle…

Bugünden geçmişe baktığımda sadece tebessüm edebiliyorum.

İyi günler.

 

Bu yazı nitelikli goygoy, Sinema, Uncategorized kategorisine gönderilmiş ve , , , ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.