O kadar çok “Tutunamayanlar” okuyacağınıza biraz da tutunmayı öğrenin. Sinan Çetin
Bugüne kadar “Tutunamayanlar”ı 15 kere okumuşumdur. Okan Doğan
“Madem edebiyat öğretmenisin, nasıl olur da ‘Tutunamayanlar’ı okumamış olursun?” diyorlardı. “Bi’ ‘Tutunamayanlar”, ‘Tutunamayanlar’, kal geldi.” Ben de okudum. Kendimi zorladım. Kafamı duvarlara vura vura okudum. Kitap bitti ve “Eee, yani?” oldum. Sevda Çakır
Çek Mustafa çek çek / Çek çek rakı çek/ Benim için bir de akademik rakı çek (şarkı)
“Tutunamayanlar”ı okuyunca hiçbir şeye benzemediğini göreceksin amcaolu. Gorki Okuryazar
Tayanç: Merabalaaar… Bizler Tatavla Organik Tohum Atölyesi’nden geliyoruz da bu tohumları sizler nasıl sakladınız amcacıım, bize anlatabilir misiniz? / Ahmet Mehmetoğlu: Ney? / Olgaç Su: Amca biraz yorgun bugün galiba. Normaldir çünkü insanlık ve doğa için çok doğru bir duruş sergiliyorsun amcacıım. Siz bu konuda bize bilgi verebilir misiniz teyzeciim? / Ayşe Fatmaoğlu: Yavrııım, isterseniz 39,99 milyona gözleme var yavrııım. Atim mi bir tane saca, yavrııım? / Ahmet Mehmetoğlu iç ses: Amını eşşek sikesice yabanlar, hem gözleme almıyorlar hemi de konuşuyorlar…
Bir Facebook yorumu: Ne olursan ol ama bir Oğuz Atay meftunu olma. Metin Çulhaoğlu
Oğuz Atay’ın “bir edebiyat olayı” olan romanı “Tutunamayanlar”ı okudum ve bir Oğuz Atay meftunu oldum mu?..
Elbette!
Nasıl olunmaz? Gorki Okuryazar’ın belirttiği gibi hiçbir şeye benzemeyen bir eser. Kesinlikle bir deha ürünü. Üstelik, bunu aslında romanı hakkını vererek okumamış biri olarak öne sürüyorum. Gerektiği kadar iyi odaklanamadım romana çünkü zihinsel anlamda başarılı bir yoğunlaşma talep ediyor. Bu konularda (yabancılaşma, sosyalleşme, mizantropi, toplumsal ön kabuller, ritüeller) olgunlaşmış fikirlerin olması gerekiyor. Bu ikincisinde eksiğim olduğuna inanmıyorum ama yorucu metne yoğunlaşma konusunda kendimi çok beğenmedim. O yüzden bir 10 sene sonra (belki de o kadar sürmez) bir kere daha okumayı düşünüyorum romanı. Her şeye rağmen romanın ruhunu kavradığıma inanıyorum. Romanda klasik anlamda bir kurgu olmadığı için aslında okuyucu ara ara kopunca tamamen geriye düşmüyor. Bir yerde bıraktığı ayrıntıları başka bir yerde heybesine doldurmaya (bu deyime ayarım ve Oğuz Atay tarzı dalga geçiyorum onunla şu anda) devam edebiliyor.
Yeri gelmişken, Oğuz Atay sarkazmı diye bir şey var mıdır? Kesinlikle vardır… Sarkazm üzerine çok şey yazdım ve de sarkazmı çok yoğun olarak kullandım. Bu mecradaki (Facebook) arkadaşlarım bunu çok iyi bilirler. Dolayısıyla Atay tarzını beğenmemem olmazdı. Çok beğendim. Elbette “Tutunamayanlar”a edeceğimiz sözler de var. Yavaş yavaş başlayalım…
Bazı başlıklarda notlar aldım, sırayla onlarla ilgili bir şeyler yazacağım:
ROMANIN KONUSU
Oğuz Atay böyle bir tabirle karşılaşsaydı sinsi sinsi gülerdi. Aslında roman eleştirisine de gülerdi. Romanda hemen hemen her türlü kurumu yerin dibine sokuyor. Edebiyat eleştirisine de tabii ki… Önsözlere cepheden saldırıyor ama yine de romanına iki tane önsöz yazılmış… Üstelik bu önsözlerde yazarlar Oğuz Atay’ın romanda önsözlerle nasıl da alay ettiğini belirtiyorlar. Bunlara “Anlamsızlık” başlıklı bölümde geleceğiz. Romanın bir konusu var mı? Var gibi görünüyor ama aşağıda ele alacağımız üzere roman bir post-modern roman. Bu kelime Türkiye’de çok itibarsızlaştırılmıştır. İki dünya savaşı yıkımı yaşayan insanların hayal kırıklıklarının bir sonucu olan post-modernizmi sabırlı ve anlayışlı bir şekilde tartışmak yerine olur olmaz her şeyi post-modern diye yaftalayan bir kesim olduğunu düşünüyorum. Milyonlarca yıllık yaşam macerasında yıkıcılıktan başka bir şey yapmamış olan insanoğlunun neden yüce bir varlık olduğunu veya neden yüce şeyler başarma potansiyeline sahip olduğunu daha inandırıcı bir şekilde ortaya koymalılar. “Yalan mı?” diye sormazlar mı? Yakmış, yıkmış, “amına koymuş” ortalığın… Not: Bu son küfürlü ifade insanoğlunun erkek boyutunu vurgulamak için kullanılmıştır.
Romanın konusuna dönecek olursak, Selim Işık adlı genç bir mühendisin intiharı ve onun yakın arkadaşı Turgut Özben’in bu olay peşinde koşması öne sürülebilir ancak Gorki Okuryazar’ın ısrarla vurguladığı üzere bu roman hiçbir şeye benzememektedir. Bir gazetecinin Turgut Özben’den yayınlanması isteğiyle aldığı bir pakettir roman. Bu paketin içinde Selim Işık’la ilgili yaptığı araştırmaların sonuçları yer almaktadır. İşte roman budur yani ancak burada karmakarışık bir iç yolculuk vardır. Selim Işık’ın yazmış olduğu günlükten, sevgilisi Günseli’nin anlattıklarına, arkadaşı Süleyman Kargı’nın Turgut’a anlattıklarından, Turgut’un kendi yaşamından aktardıklarına, Selim’in şiirlerinden, şuna buna… Edebiyat eleştirmeni Berna Moran’ın vurguladığı gibi kitap bir iç monologlar bütünüdür ve hedefte küçük burjuva yaşam tarzı vardır. Bana göre sadece o yoktur, onunla birlikte toplumun geneli veyahut da insanın kendisi vardır.
ROMAN TEKNİĞİ
Post-modern edebiyatın roman tekniği üzerinde yapmış olduğu deformasyonlara geleceğiz (ne kadar çok geleceğiz, geleceğiz dedik ama gerçekten geleceğiz) fakat şunu belirtmeliyiz ki “Tutunamayanlar” kendisinden önce hiç denenmemiş bir teknikle yazılmıştır. Belki biraz “Aylak Adam” (bak ona da geleceğiz) klasik roman kalıplarını zorlamıştır ama “Tutunamayanlar” bu klasik roman kalıplarını yer ile yeksan etmiştir. Bu yüzden okuması çok zordur. Türkiye’de milyonlarca İngilizce kursuna gidip de bırakmış insan vardır, roman okuyan milyonlarca insan yoktur ama onların içerisinde de önemli oranda “Tutunamayanlar”ı okumaya çalışmış ve vazgeçmiş insan vardır. Bu açıdan benzerlik var bu iki olguda… Bunun sebebi çok basittir çünkü bu roman karmaşık bir kurguyla yazılmıştır. Klasik okuyucu “üç birlik” kuralına uyulmasını ister. Zaman, mekân ve olay tutarlı bir şekilde ele alınmalıdır Aristo’ya göre. Roman yazarları bu kurala uzunca bir süre uymuşlardır. Post-modernistler bu düşünceyi reddetmişlerdir. Klasik okuyucu başı sonu belli kurgu isterler. Ağır zihinsel faaliyete girmeye üşenirler. “Tutunamayanlar”da değil üç birlik kuralı üç yüz birlik kuralı vardır. Daha doğrusu bunlar da darmadağın edilir. Lineer değildir en başta. Oğuz Atay’ın karşısına geçip “lineer” diyebilseydik muhtemelen yerlere yuvarlanırdı… Kitaptaki uzun pasajları kimin kurduklarını takip etmek veya bunlar arasında mantıksal bir sıralama yapmak kolay değildir. Zaten yoktur bu. Yani teknik böyle. Taktik yok bam bam bam…
ON DOKUZ BUÇUĞUNCU YÜZYIL
Birçok yazımda bu kavramı öne sürdüm. İnsanlık tarihinde yüzyıl şeklinde dönem adlandırmaları çok yapılır ama 1850-1950 arasında yaşanılanların “özel” bir süreklilik sahibi olduğunu ve insanlık tarihini oldukça radikal bir şekilde etkilediğini öne sürmüştüm. Bu sürecin zirve anları olan iki dünya savaşı, sırasıyla modernizmi ve post-modernizmi ortaya çıkarmıştır. Roman açısından ele alacaksak, modernizm akımı insanlara “gerçek” diye sunulan şeyin gerçekliğini sorgulamıştır ama klasik roman kalıplarına uymaya devam etmiştir. Post-modernizm ise bu sorgulamadan geri durmamış ve bununla birlikte biçimsel olarak da yapı bozucu (subversive) olmuştur. “Tutunamayanlar” işte bu olgunun TR şubesidir. İlk ve en tipik (hatta birçok açıdan tek) 19,5. yüzyıl romanıdır…
“AYLAK ADAM”
“Tutunamayanlar” romanının ismi Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam” romanındaki şu pasajdan gelir: “dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. tramvaydaki tutamaklar gibi. uzanır tutunurlar. kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne, kimi işine, sanatına. çocuklarına tutunanlar vardır. herkes kendi tutmağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. gülünçlüğünü fark etmez. kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. herkesin, “- veli ağa’nın öküzleri gibi öküz, yoktur”, demesini isterdi. daha gülünçleri de vardır. ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: gerçek sevgiyi! bir kadın. birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!” Romanı bitiren Atay, romanı Atılgan’a postayla gönderir. Atılgan’dan bir reaksiyon gelmez. Atay romanının beğenilmediğini düşünür. Yıllar sonra bir röportajda Atılgan böyle üstün bir eseri yorumlamaya gerek kalmadığını söylemiştir. Atılgan’ın “Canistan” romanının arkasında yer alan şu cümlesini ilginç buldum: Benim için yazarlık gündelik işlerimden önemli değildir. Kendisinin ölmeden önce TRT’de yayınlanmış olan röportajını da izledim. Gerçekten duyarsız, hissiz, nihilist bir havası vardı. Atılgan için intihar etmemiş Selim Işık diyebiliriz. O iki romanla (“Canistan”la değil) inanılmaz şeyler yazan bu adamın Oğuz Atay’a ilham vermiş olması sürpriz olmamalı. Gorki Okuryazar, “Aylak Adam” da hiçbir şeye benzemiyor ve bu da bilmediğin bir şey değil…
Topluma yabancılaşma konusunda Selim Işık’ın performansının Bay C.’den “iyi” olduğunu düşünmüyorum… Selim Işık’la Turgut Özben’i toplasak üzerine de biraz “Yeni Hayat” Osman’ı koysak olur bu iş…
KİMDİR TUTUNAMAYAN?
Kimdir bu tipoloji? Disconnectus Erectus… Adı üstünde. Toplumsal ön kabulleri kabul etmekte zorlanmış ve giderek bunları reddetmiş kişi… Bununla birlikte bütün “kurumları” da reddeden kişi. Tabii, “Tutunamayanlar”a göre iki tane tutunamayan vardır: birincisi Selim Işık gibi bilerek kırmızı kart görerek oyun dışı kalanlar, ikinci olarak da Turgut Özben gibi olan bitenin farkında olup oyunda kalmaya devam edenler… Selim Işık önermesi oldukça radikal bir önermedir ve etik açıdan tartışmaya açıktır. Turgut Özben tarzı ise biliriz ki Oğuz Atay tarafından etik olarak mahkûm edilmiş bir tarzdır. Turgut Özben’in oyunu daha ılımlı bir şekilde reddetmesi yani sahip olduğu şeyleri geride bırakarak modern bir dervişe dönmesi nasıl okunmalıdır? Tıpkı “Yeni Hayat”ın Osman’ı gibi trenlerle belirsiz bir arayışa çıkıyor. Osman zamanında artık daha gelişkin bir otobüs ağı olduğu için o, aradığı şeyi otobüs yolculuklarıyla arıyor. İntihar edip etmediğini bilmiyoruz. Peki Oğuz Atay her şeyin saçma olduğunu ve dolayısıyla yapılacak en yerinde ve onurlu davranışın intihar etmek olduğunu mu öne sürüyor. Kendi hayatında bunu yapmadığını internetten okuduğumuzu yazılardan biliyoruz ama romanı okuyan bir kişi bunu öne sürse kimse “Neler saçmalıyorsun sen?” demez herhalde. Selim Işık fazlasıyla olumlanan bir karakterdir. Teşhir edilen bütün arızalarına rağmen okuyucuda hayranlık duygusunu uyandıracak bir yapısı vardır. Turgut Özben’in sır olmasından önceki hayatı ise zaman zaman bizzat kendisi tarafından bile itibarsızlaştırılır. Madem tutunamıyoruz o zaman düşelim… Kitap açıkça bunu önermese de KPSS’ye hazırlanıp devlet memur olarak atanmayı, evlenmeyi, ev kredisi çekmeyi ve sosyal biri olmayı (hepsini yaptım) önermiyor kesinlikle… İnsanı bütün hayatını sorgulatacak bir şekilde sarsan bu roman, sonrasında ne yapması gerektiğini önermiyor. Ortalık yerde bırakıp kaçıyor. “Subversive” işte adı üstünde. Sarsıyor ve yıkıyor…
KÜÇÜK BURJUVA YAŞAM ALIŞKANLIKLARI
Birçok yerde kitabın küçük burjuva yaşam alışkanlıklarını sert bir şekilde eleştirdiği yazıyor. Bu küçük burjuva meselesine “Eskici ve Oğulları” romanıyla ilgili yazdığım yazıda değinmiştim. Küçük burjuva demek sahip olduğu üretim aracında yalnız başına veya aile bireyleriyle veya çok az sayıda emekçiyle üretim yapan demektir ancak bu kavramın Türkiye’de neyi işaret ettiği da gayet açıktır. Tıpkı orta sınıf kavramı gibi. Küçük burjuva derken iyi bir geliri olan, az ya da çok edebiyat, felsefe, siyaset, tarih okumuş olan, toplumun ortalamasının ilerisinde beğenileri olan insanlar kastedilmektedir. Oğuz Atay’ın hedef tahtasında o okumaları yapmamış olan ama B sınıfı insanlar da vardır. Bu yüzden normalde “aydın” kavramını kullanmayı arzu ederken, Dostoyevksi okuyup okumadığını bilmediğimiz devlet dairesi genel müdürü gibi tipler de paylanmadan payını aldıkları için ben de küçük burjuva kavramını kullanmayı tercih ediyorum. Fakat çoğunlukla “aydınlar” hedef tahtasında, bu da bir gerçektir. Bunların düşünsel anlamda içinde bulundukları durum kadar pratik yaşamdaki alışkanlıkları da alaya alınıyor. Okudukları, yazdıkları, izledikleri, düşündükleri kadar yedikleri, içtikleri, giydikleri, satın aldıkları da alaya alınıyor. Bu pasajlar içerisinde “benzersiz”, “olağanüstü” diyebileceğimiz tahliller var. Yalan mı? Elinde kadehle ayakta dikilen ve zevzeklik yapan küçük burjuva o kadar çok ki… Peşinde olduğu yegane şey de “prim”. Prime de geleceğiz. Bu arada yazının başında geleceğiz diye altını çizdiğimizi birçok şeye satır aralarında gelmiş bulunuyoruz.
KADIN
“Kadınla erkeğin fıtratı farklıdır.” diyen Tayyip Erdoğan’ı haklı bulurum. Gerçekten farklılar. Olayları ve olguları ele alış şekilleri, hareket tarzları oldukça farklı. Erdoğan buna fıtrat der, bilim evrim der. Milyonlarca yıllık hikâyesinde kadınla erkek arasında, avcı toplayıcılık dönemin esnasında doğal bir iş bölümü oluştu. Fiziksel dayanıklılık isteyen işleri yapan erkek prestij sahibi oldu. Bütün memelilerde dişiler yavruyla ilgilenir. İnsan türünün kadını da en çok bununla ilgilendi doğal olarak. Milyonlarca yıldır böyle devam ediyor bu işler. 10 bin yıllık modern yaşam henüz bunu önemli ölçüde değiştirmedi. Günümüzde yaşamak için gerekli şeylere erişim konusunda ölümcül tehlikeler olmamasında rağmen erkekler hala prestijli/önemli işlerde kadınları görmek istemiyorlar. Özellikle 20. yüzyılda kadın hareketi bu konularda çok şey değiştirdi ve çok kazanım elde etti ama kadınlar hala erkekler tarafından küçümsenmeye devam ediyorlar. 1970’li yılların insanı olan Oğuz Atay’dan aksini beklemiyorum. O da kadınları küçümsüyor. Satır aralarında kadınlarla daha doğrusu kadınca davranışlarla özel olarak haşır neşir oluyor. Bu konunun altının çizilip çizilmediğini bilmiyorum. Benim değerlendirmemdir bu… Tutunamayanlık bir erdemse Oğuz Atay’a göre bunu başarabilecek bir kadın yok gibidir.
MİZANTROPİ
Yani insan türünü sevmemek… Bu tartışılır da dinlerin veya bazı ortalamacı düşünsel akımların öne sürdüğü gibi insanın çok yüce bir varlık olması, bu dünyaya iyilik, güzellik getirmek için var olması kabul edilebilir değildir benim açımdan. İnsan her şeyden önce bir hayvandır ama bilişsel devrimi sayesinde fiziksel olarak handikaplı olmasına rağmen gezegenin efendisi olmuştur. Bunu yaparken de sadece kendi çıkarını düşünmüştür. Kültür adlı karmaşık yapıyı ortaya çıkarmıştır ve bu yapı diğer türler bir yana kendi türüne de çok acılar çektirmiştir. Dolayısıyla burada bir idealize etmekten uzak durmak lazımdır. Nefret etmek gerekir mi? Bir reddiye, onun yok olmasını arzu etmek bence doğru değildir. Eğer mizantropi buysa ben mizantrop değilim ancak ayağını denk alması gerektiğini düşünmek daha doğrusu bu konuda umutsuz olmaksa mizantropi ben mizantropum. İstediği kadar uygun yaşam koşulları oluştursun kötülük yapma potansiyelini tamamen yok edeceğine inanmıyorum. Neyse onu da gelecek nesiller düşünsün… Biz mevcut haliyle ve tarihine bakarak insanın ne kadar şerefsiz olduğunu net bir şekilde görüyoruz. Bu konuda opus magnum “Aylak Adam”dır. Ondan esinlenerek yazılan “Tutunamayanlar” da madalya kürsüsüne çıkar sanırız…
ANLAMSIZLIK
“Meaninglessness of life”… Bu tabir üniversitede post-modernizmi ele alırken çok karşıma çıkmıştı. “Angry Young Man”ler böyle düşünüyordu. Hayatın anlamsız olduğuna inanıyorlardı. Kandırıldıklarına inanıyorlardı. Allahından başbakanına, romancısından tüccarına herkes onları aldatmıştı… Anlamsız nesneler dünyasına fırlatılmış olan insan çok da şey etmemeliydi… Hayatın anlamsız olduğunu düşünmüyorum. Bunu düşünseydim intihar ederdim. O halde Selim Işık tutarlı birisi. Dünyayı kurtaramayacağını anlayınca yaşamına son vermişti. Roman boyunca övgülere mazhar oluyor. Ona bakıp da utanmamız talep ediliyor. O halde Oğuz Atay da hayatın anlamsız olduğunu düşünüyor.
MÜNZEVİ OLMAK, SOSYAL OLMAK, MUTLULUK
Böyle düşünüyor ama “ilgi”nin büyüsünden kaçamıyor. Böyle düşünen bir insanın roman yazıp TRT yarışmasına göndermesi büyük bir tutarsızlıktır. İnternette yaşamdan keyif aldığı, ilgi odağı olmaktan hoşlandığı, uzun boylu olmaktan memnun olduğu, parayı sevdiği falan yazıyor. Romanını Atılgan’a göndermesi, bahsettiğim gibi TRT yarışmasına katılması, ansiklopedi yazma komisyonunda görev alması aslında “tutunmaya” çalışan biri olduğu anlamına mı geliyor? “İlgi” kötü bir şey değildir ve de herkes ilgi görmek ister. Göremeyen hayal kırıklığına uğrar ve ilgi reddiyesi işine soyunduğu yanılsaması işine girer sıklıkla… İnsanların ilgisini çekecek nitelikleri olan birisi (fizik, zeka, zenginlik, yaratıcılık, etkin birey olma, yetenekli olma) münzevi olursa (bir nebzeye kadar Atılgan veya Salinger ki ikisi de genç ve güzel hayranıyla birlikte olmuştur) tutarlıdır derim. Alexander Supertramp’in yaptığını onaylamasam da böyle biridir ama o bile dağ başında bir selfie çekmiştir… O zaman böyle olup da intihar edenlere bakmalı… Şimdi onların listesini çıkarmak için uğraşamayacağım… Yani insanları reddetmek, münzeviliği önermek doğru bir şey olmasa gerektir. Bu şekilde dizayn (fıtrat) edilmemiştir insanoğlu. Mutluluk münzevilikte değildir. Kimsenin münzevilikten keyif alacağını düşünmüyorum. Mal bellidir. Bir parti insanı, bir zübük, bir Mehmet Ali Erbil de olmasın yalnız…
İNTİHAR
Kitap intiharı özendiriyor mu? Eğer böyleyse bu etik açıdan sakıncalıdır. İnsanın dünyada cenneti inşa edebileceğine olan inancım yok ama olmuyorsa kendisini öldürmeli şeklinde bir şey önermek de doğru olmasa gerek. Zaten bu hiçbir zaman bir trende dönmez. O yüzden rahat olalım. Oğuz Atay bir röportajında buna değiniyor zaten. TR’de kitap okuyan, nitelikli kitap okuyan insan sayısının çok çok az olduğunu dolayısıyla yazdığı romanın toplumsal bir infial yaratma riski taşımadığını belirtiyor. Milyonlarca kişi “Tutunamayanlar” okuyup intihar etmeyecektir hiçbir zaman. Bu toplum bu kadar insanın bu kitabı okuyabilecek seviyeye çıkartsa bile insanın hayatta kalma içgüdüsü o kadar güçlüdür ki bir şekilde tutunmasını bilir o… On milyonlarca insana ulaşmayı başarabilen Murat Kekilli bile işleri tehlikeye atamadı.
ÖZDEŞLEŞME
Romanda Turgut Özben ve Selim Işık arasında nasıl bir bağlantı var? “Beyaz Kale” romanındaki Hoca ve Venedikli gibi bir özdeşleşme mi vardır? Bu kişiler birbirlerinin anti’leri midir? Turgut, Selim’in tahlilleri kavrayabilecek, aynı hissiyata sahip ancak reddiye içine girebilecek cesareti olmayan birisidir. Yani tutunmuş bir tutunamayandır… Fakat Hoca ile Venedikli gibi bir dönüşüm sürecine de girmiştir. Giderek Selim Işıklaşmaya başlamaktadır. Ölüp ölmediğini bilmiyoruz sadece Osmanlaştığını biliyoruz. O zaman Selim’in böyle bir amacı olup olmadığını bilmememize rağmen Turgut’u radikal düzeyde değiştirdiğini ve kendisine benzettiğini söyleyebiliriz. Bunun Selim’in umurunda olmadığını da biliyoruz yalnız… Hayattan hiçbir beklentisi olmayan birisi için başka birisinin ona benzemesi hiçbir şey ifade etmez. İntiharını engellemez en başta… O zaman bu konu üzerinde çok da durmaya gerek yok…
Yavaş yavaş toparlayalım…
Başlıkta hayatın güzel olup olmadığını sordum? Bence güzel… Yaşamı güzelleştiren çok şey var. İnsan nadiren de olsa hayatı güzelleştiren şeylerden birisi. Sıklıkla onu çekilmez yapıyor ama… bence tarihsel anlamda bir kırılma noktasındayız veya oraya çok yakınız… Somut yaşam koşulları yakın bir gelecekte oldukça iyi bir duruma gelecek. O zaman neler olacağını gerçekten çok merak ediyorum. Lenin devrim sonrasında Kremlin Sarayı’ndaki bir hizmetçiye Bolşevik Devrimi’nden memnun olup olmadığını sormuştur. O da sadece ekmeğiyle ilgilendiğini söylemiştir, gerisinin kendisi için fark etmediğini… Ekmek yakın gelecekte (insanlık tarihi düşünüldüğünde yakın gelecekte, yoksa bu yazıyı okuyanların önemli bir bölümü 80 yaşına gelip de hala bunu görmemişlerse benden hesap sormasınlar) bir sorun olmaktan çıkacak. Dediğim gibi o zaman neler olacağını çok merak ediyorum…