Muhammed Tiryaki röportajı

estarabi.blogspot.com‘un yazarı Muhammed Tiryaki’yle elektronik posta yoluyla bir röportaj yaptık (burada yaptım mı demem gerekiyordu acaba?). Kendisine değerli vaktinden ayırdığı için çok teşekkür ederim. Bu benim röportaj serisinde gerçekleştirdiğim ilk röportajımdı. Daha önce Sinema dergisinin en arkasında yer alan fikis soruları kendime sormuştum. İleride de Agah Özgüç’le, Zeki Demirkubuz’la ve Finlandiya’dan tanıdıklarım aracılığıyla Aki Kaurismaki’yle röportaj yapma planlarım var. Bu arada tanınmış olmayan, sinemayla az ilgilenen kişilerle de röportaj yapmayı planlıyorum; çünkü herkesi dinlemeyi seviyorum. Halkı küçümserim evet ama onları dinlemekten de geri durmam. Herkesin bir hikayesi, söyleyecek bir şeyleri vardır. Fakat bu röportaj işi sanıldığı kadar kolay değilmiş onu öğrendim. Buyrun bakalım:

Sinemayla ilgilenmeye ne zaman, hangi şartlarda başladın?
Sinemaya ne zaman ve nasıl başladığımı anlatabilmem için aslında müzik koleksiyonu yapmaya başladığım vakitlerden bahsetmeliyim. Zira 13 yaşımdayken aldığım, Erkin Koray, Barış Manço, Edip Akbayram gibi isimlerin albümlerinden sonra eski popüler müziklerimizin kullanıldığı filmlere de göz atma isteğim oluştu. Bu sayede çok uzun bir süre Yeşilçam filmlerini ezberleyene kadar izledim. Bugün bile hala o salon filmleri ya da Arzu Film ekolü tüm detaylarıyla aklımdadır. Üniversite son sınıfa kadar da (2003-2004 diyelim) sıkı bir Yeşilçamcı olarak devam ettim. Yabancı sinema izlesem de günlük seyirlik bir sevgiden öteye gidememişti. Ne zaman ki The Godfather’ı izledim o zaman sinemanın her alanı ve her coğrafyasında önemli bir şeyler yakalayabileceğimi gördüm. Bunun dışında arşiv yapmaya başlayalı çok olmadı, 2 yıllık bir mazim var.
O zaman seni bir quize tabi tutayım. “Sev Kardeşim” (1972) filminde Zeki Alasya’nın sünnet olan Halit Akçatepe’ye getirdiği hediye neydi? (şaka şaka)..Hikayemiz birbirine benziyor. Peki blog yazma fikri nasıl oluştu?
:)) Zeki Alasya’nın elinde ördekle içeri girişi unutulur mu hiç. Ama bak, o filmde Tarık Akan’la Hülya Koçyiğit’in sahilde çay içtiği sahnede bir Orhan Gencebay şarkısı çalıyordu arkada, o şarkıyı hatırlayamıyorum şimdi de :))
Blog yazma fikri tamamen diğer site ve interaktif sözlüklerde başkasının/başkalarının koyduğu kurallarla yazma işinden sıkıldığım için çıktı. Aslında 3-4 yıl önce açtığım ve müzik ağırlıklı olan bir blogum daha vardı ama o yarıda kaldı. Şimdiki blogu da yüzde 60 sinema içerikli olsun diye açtım ama o oran yüzde 90’lara çıktı. Sadece kendi blogum değil, seninki de dahil birçok blogda değme köşe yazarlarına ya da dergi yazarlarına taş çıkartacak yazılara rastlıyorum ama maalesef biz alternatif medya gibi bir konumda kalıyoruz.
Blogların alternatif kalması gerçekten kötü bir şey mi? İnsanlar bazen alternatife de ihtiyaç duymazlar mı?
Eğer popüler olan, belli bir kalitenin üzerindeyse o zaman alternatif kalmanın hoş bir imajı vardır ama insanlar/kurumlar sizin ve sizin gibilerin yaptıklarına oranla berbat işler çıkarıp parsayı götürebiliyor ve toplumu yönlendirebiliyorlarsa o zaman pozisyon sorunlu bir konuma düşüyor. Misalen; Hürriyet gazetesinin Kelebek ekinde günlük televizyon akışının yer aldığı sayfanın editörüne bakabilirsin. 1 hafta boyunca tüm filmlere 3 yıldız verdiğini biliyorum ben adamın (Mevlüt Tezel). Ya da Ömür Gedik’in herhangi bir yazısını okumak yeterlidir. Bir baştansavmalık, bir halk nasıl olsa yer anlayışı, beni, bizim gibilerin antrenman sahasından maç sahasına çıkmamız gerektiği konusunda düşündürüyor.
Doğru, sana katılıyorum. Benim asıl kastettiğim, her şey yoluna girmiş gibi görünse dahi alternatif seslere ihtiyaç olmalı gibi bir fikirdi. Sinemaya dönelim. Değişik coğrafyalardan önemli şeyler yakalayabileceğini söyledin. Hangi coğrafyalarda dolaştın şimdiye kadar? Bloğunda en sevdiğin 10 film var fakat genel olarak sinema beğeninden bahseder misin?  
Bir kere her şeye rağmen katıksız bir Hollywood taraftarıyımdır ki günümüzde Hollywood’u diğer sinema alanlarından yukarıda görenler genelde pek hesaba alınmamaya başladı. Ama yine de buna pek kulak asmıyorum. Hollywood içerisinde de mümkün mertebe klasik sinema büyülemiştir beni. Bir Hitchcock filminden daha fazla eğlence ve gerilimi birarada kimse veremez bana. Billy Wilder’ın hikaye anlatıcılığı özel efektlerle asla yakalanamayacak. Ya da hiç kimse Frank Capra kadar sinemasını umudun ve iyiliğin bayrağı haline getirememiştir. Günümüze ait olup da klasik sinemaya dahil ettiğim tek isim de Clint Eastwood’dur. Ama Spielberg-Coppola-Scorsese üçlüsünün yeri elbette ayrıdır. 70’lerin ikinci yarısındaki politik-gerilimler ya da David Fincher’ın filmi kavrama yeteneği yeri ayrı olan mevzular. Açıkçası Hollywood dışına çok özel bir gözle bakmak hiçbir zaman tam tatmin edemedi beni. Bergman-Fellini-Antonioni gibi Hollywooddışı klasikler hiçbir zaman ilgimi çekmedi. Herkesin ayıla bayıla izlediği uzakdoğu filmleri (hele ki Yedi Samuray) bende kalp sıkışmasına falan sebep oluyor:)) Tüm bunların yanında benim için çok özel bir sinema varsa o da son 15 yılın Alman sinemasıdır. Klasik Hollywood’un kalitesine az da olsa yaklaşabilen tek akımdır benim için.
 Bir de yönetmenler, ülkeler ve akımlar haricinde sabit oyuncularım vardır, en kötü filmlerine kadar her işini seyrettiğim ya da seyretmeye çalıştığım. Al Pacino başta gelir mesela. Clint Eastwood’un oyunculuğunu yönetmenliği kadar göklere çıkarmam ama yine de her filmini (1-2 tanesi hariç) defalarca izlemişimdir. Elbette, Marlon Brando, Robert De Niro, Dustin Hoffman, Meryl Streep, Daniel-Day Lewis gibi isimler de vardır listemde. Ama mesela pek kimsenin peşine düşmeyeceği Ed Harris gibi Pete Postletwhite gibi isimlere de büyük hayranlık duyarım. Saçmasapan avantür filmlerini bir kenara alırsak Cüneyt Arkın da bir başka özel ismimdir. 
Ben de senin gibi dünyada en iyi sinemayı Amerikalıların yaptığını düşünüyorum. Bloğuna göz atılınca Eastwood ve Hitchcock hayranlığın hemen göze çarpıyor. Bu ikisi sanat filmleri yönetmeninden ziyade zanaatkar yönetmenler olarak bilinir. “art house” sanat filmlerine bakışın nasıldır peki? 
Şöyle söyleyim; genel anlamda art house etkinliklere içerdiği filmlerin benimle uyuşmayan niteliklerinden ötürü ilgisizimdir ama Türkiye özelinde her büyükşehirde bu türden filmleri gösteren sinemateklerin olmasını isterdim. Bildiğim kadarıyla Ankara’da sinematek yoktur mesela.
Etkinliklerden ziyade senin filmlerini takip ettiğin, beğendiğin bir yönetmen var mı anlamında sormuştum. Veya seni çok etkilemiş bir film, bir performans var mı?
Sudie and Simpson vardı mesela yıllardır yeniden izlemek istediğim ama hiç karşılaşamadığım bir örnek olarak. Colours adında bir kısa deneme hoşuma gitmişti ama dediğim gibi bu yapımlar çok fazla sinema tercihlerime dahil olmadığından belleğimdeki örnekleri azdır.
Peki Türk sinemasındaki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsun? 2000li yıllar 90lara hem nicelik olarak hem de nitelik olarak nal toplattı gibi.
Üzerinde uzun uzun yazılacak bir konu bu. Ama genel hatlarıyla şunları söyleyebilirim. 2000’lerde konusu olmayan, en kötü oyunculuklarla çevrili filmler çekilmiş olsaydı bile yine 90’lara nal toplatırdı gibi. Çünkü ülkemizde 90’lar neredeyse sıfıra yakınlarda seyretti. Nicelik olarak 2000’ler, sinemamızın tüm dönemlerine fark attı; o ortada, ama nitelik olarak pek aynı şeyi düşünmüyorum. Ne 60’lar gibi altın yılların ne de 70’ler gibi aile sineması konusunda dünyanın en iyilerinden biri olan Yeşilçam’ın yanına yaklaşamıyor 2000’ler. Teknik anlamda değil tabii. Sektör artık tekniğe hakim olmaya başladı nihayet. Şu an Türk sinemasının en önemli sorunu filmlerin tamamen ayrışması ve ortalama film şablonunu tutturamaması. Ya sulu zırtlak popüler filmler ve olmayan kaliteleri mevcut ya da toplumun çok az bir kesimi tarafından izlenen (bu tabiri pek sevmem) sanat filmleri ve tartışılır kaliteleri. Ödüllü filmlerle gişe rekortmeni filmler gırla gidiyor ama sinemamıza en az 10 yıllık ivme sağlayacak filmlerin varlığından hala yoksunuz.
Peki arada kalan, popüler sinemanın nitelikli örnekleri diyebileceğimiz hiç mi film yok?
Var elbette. Dünyanın en kötü tür ve akımının bile nadir iyi örnekleri mutlaka vardır. Pardon ve Beynelmilel mesela. Kimi eksikliklerine rağmen son dönemin en kaydadeğer iki filmidir kanımca. Her ikisinin de yönetmenlerinin ilk filmleri olması önemli ayrıca.
Peki bloğuna giren günlük ziyaretçi sayısını biliyor musun? Bu konuda bir hedefin var mı? Takip ettiğin bloglar var mı?
Oscar törenlerinden önce çok yoğun bir mesai yapmıştık 4 arkadaş. O dönem günde 150-200 farklı kişi vardı ama sonra sayı düştü. Yüksek sayıda bir okuyucu kitlem yok açıkçası. Yazdığım yazıları hemen hemen hiçbir yerde duyurmuyorum, haliyle ne kadar reklam o kadar rating durumu vaki. Belirli bir hedefilm de yok. Takip ettiğim sadece 3 blog var: Kadri Karahan’ın kişisel notları, senin ve Stardust’ın blogları.
Yazılarından anlaşılacağı üzere benim gibi 70ler Amerikan sineması hayranısın. Sence neden bu dönem bu kadar parıltılı?
70’lerin önemi bence 60’ların zayıflığıyla alakalı gibi. 1971’de Hollywood batmak üzereyken, artık sinemalara kimse gitmezken, yılda neredeyse 1-2 kaliteli film yapılırken eski sinemacıların perdeyi terk edip yerini yenilere bırakmasıyla bir anda olağanüstü işler çıkıverdi ve hem ekonomik hem de kalite bakımından kötü gidiş sona erdi. Tek başlarına Love Story, The Godfather ve Jaws’ın enflasyondan arındırılmamış gişe rakamlarının 65-70 arası toplam gişeden The Sound of Music’i çıkardığımızda oluşan rakamın yarısını teşkil ettiğini biliyoruz mesela. Aynı parıldama 90’lar için de geçerli kanımca. 80’ler günümüzde iyice moda haline gelmiş olmasından dolayı pek kimse bu yorumuma katılmaz ama bana kalırsa 80’ler sineması da pek yenilikçi ve kalabalık değildi. Elbette istisnalar hariç. 90’lar yeni oyuncularla sıçrama yaptı.
70’lerin yerinin ayrı olmasının bir nedeni de şüphesiz Vietnam ve Nixon olayları. 2000’ler Hollywood’unun bir türlü tam olarak yararlanmayı beceremediği 11 Eylül Olayları’na nazaran 70’lerin yönetmenleri Vietnam ve Nixon olaylarından evrensel doğrular çıkarıp müthiş hikayeler yarattılar. Tek başına Apocalypse Now bile bu farkı yaratmaya yetti.
Başka bir unsur da 60’larda Avrupalıların Amerikalı sinemacılara her açıdan fark atmalarından çıkardıkları dersti. Dünyaya neyi satacaklarını iyi bilen bir endüstriyel sinemacılar grubu oluştu. Hele de Gulf & Western şirketinin sinemayla ilgilenmeye başlamasıyla finans sorununu da çözen Hollywood 90’lardaki konvansiyonel sinemaya giden yolu açtı.
 Bu konuda daha çok maddeler açılır ama bu kadarı yeterli sanırım:))
Erzincan Kemah’ta yaşıyorsun. Daha önce gitmediğim bir yer. Dolayısıyla pek bilgim yok o yüzden soruyorum. Bir sinemasever olarak bu ilçede yaşamanın dezavantajları var mı?
Kemah’ı bu konuda direkt konuşma-dışı bırakıyorum, çünkü sinema ürünlerine ulaşılabilirlik açısından kesinlikle hiçbir özelliği yok. Zaten yaklaşık 2000 kişinin yaşadığı dağlık bir ilçeden de bir şey beklemiyorum ama Erzincan bir il merkezi olarak bu konuda fazlasıyla sinir bozucu. DVD terimini film marketleri bile kullanmıyorlar. Hala VCD kiralama dönemi devam ediyor Erzincan’da. Korsan DVD zaten yok da yasal DVD satan tek bir dükkan bile yok. Bu konuda çok çok az da olsa işime yarayan tek yer Migros. O da 30 çeşit filmi 6 ayda zor çeviriyor. Sinema dergisi geçen aya kadar 4 dükkanda varken artık sadece Migros’ta. 2 salonlu sineması neredeyse haftanın en kötü filmlerini getiriyor. Yahşi Batı gibi, Ankara’da olsam asla sinemada izlemeyeceğim bir film için sinemaya gittim burada. Yoksa sinemaya gitme alışkanlığımı kaybetmek üzereydim neredeyse. Dolayısıyla film arşivim ve internet de olmasa Erzincan’da bir sinemasever olarak asla yaşayamazdım.
İngilizce biliyor musun? Bilmiyorsan, bu konu film izlemeye engel teşkil ediyor mu?
Bir İngilizce öğretmeni meslektaşım vardı. Bir yabancı dili ya hiç bilmezsin ya da tam bilirsin derdi. Bu durumda ben hiç bilmiyorum:)) Altyazı olmadan film izleyebilecek duruma gelemedim henüz, ama izlerken de çok karışık bir cümle yoksa genelde altyazıya bakmadan izleyebiliyorum.
Bağımsız sinema hakkında ne düşünüyorsun?
Bağımsız sinemacıların tek sorunu kendilerini seyirciden de “bağımsız” tutmaları. Konvansiyonel sinema içerisinde popülerliği az olması doğal ama ayrıksılık dengesini de tutturabilmekte fayda var. Little Miss Sunshine gibi Oscar’a aday olabilecek duruma gelmiş örneklerin daha da çoğalması gerekiyor. İşleri de zor oysa. Bağımsız sinema için Kardemir Karabükspor örneğini verebilirim mesela. Çok çok iyi futbol oynamalarına rağmen üç büyüklerle olan maçları dışında TV’de izleyemiyoruz bu futbolu. Bağımsız filmler biraz da böyle. İlgiyi arttırabilmek lazım.
İyi bir filmin tarifini nasıl yaparsın?
Benden önce Billy Wilder yapmış bile. Malum, sinemanın 10 kuralından ilk 9’u seyirciyi sıkmamaktır lafı. Tabii ki bu yetmez. Transformers filmleri de seyirciyi sıkmıyor ama iyi bir film değiller. İyi film için en önemli kural, kendi amacıyla çelişmemesi. Vaadettiğini yerine getirebilmesi. Bir korku filmi, korkutmuyorsa iyi bir film değildir. Bunun gibi. Oyunculukların ve hatta figürasyonun en azından işlerini doğru yapabilmeleri. Son olarak, mutlaka ve mutlaka izleyiciye yeni bir şey sunabilmeleri. Bazen bir filmin tamamı yolunda gitmez ama 1 dakikalığına öyle bir sahne içerir ki bu bütün filmi kurtarabilir. Bunların yanısıra kişisel beğenim sembolik anlamlar taşıyan filmlerden yanadır.
Peki içerik veya biçim, bunlardan birine daha fazla önem veriyor musun? Ne bileyim NBC mi Zeki Demirkubuz mu gibi yani?
Ben bir filmi bir bütün olarak görüyorum. Her yönüyle harika olan bir filmin müzikleri filmin dokusuna uymuyorsa o film kusursuz olamaz. Belki iyi bir film olur ama bir şekilde eksik kalır. Biçim ise iyi kullanamayan bir yönetmenin elinde bombadır, patlamadan filmi bitirebilmek gerekir. Sanırım bunu bugüne kadar hatasız getirebilen tek yönetmen vardı o da Hitchcock. Bu açıdan örneğini şu şekilde değiştireyim: James Cameron, biçime o kadar takıldı ki Avatar’ın içini doldurabilmeyi ihmal etti. Öte yandan Kathryn Bigelow içeriği zengin tutup biçime önem vermeyince The Hurt Locker eksik kaldı. Neyse ki ikisini birden başarabilen Inglourious Basterds vardı da 2009 tamamen boş geçmedi:))
Peki son soru, sinemada farklı bir kariyer hedefin var mı?
Sinemanın herhangi bir meslek kolunda aktif bir iş yapmak gibi bir hedefim olmadı hiç. Zaten bunun için gereken yetenek vs… bende mevcut değil. Eleştirmen/yazar olarak da üzerinde çalıştığım ve uzun süredir pek üstüne düşemediğim Al Pacino kitabımı bitirip bir “kitaplı yazar” olmak istiyorum sadece. Gerisini zaman gösterir zaten.
Bu yazı agah özgüç, Aki Kaurismaki, Muhammed Tiryaki, röportaj, Sinema dergisi, Zeki Demirkubuz kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Muhammed Tiryaki röportajı için 3 cevap

  1. Kadri Karahan der ki:

    Keyifle okuduğum bir söyleşi olmuş öncelikle tebrik ederim.

    Muhammed Tiryaki ile müzikten sinemaya veya hayatın sıkıcı anlarından keyifli anlarına birçok şeyi paylaşabilmek özel bir keyiftir, güzel bir renktir; dünyasını seviyorum ve bu yolda birlikte yürüdüğümüz için kendimi mutlu hissediyorum.

    Bloğunuzu ayrıca takip etmeme de vesile oldu söyleşi, kolaylıklar diliyorum …

  2. Ben çok keyif aldım. Bu keyif için ayrıca teşekkür ederim. Sonraki röportajlarını da sabırla bekliyorum.

  3. marlonbarando der ki:

    Sağolun dostlarım. Eylemlerim devam edecek.

Kadri Karahan için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.