Nasıl Sinemasever “Movie-buff) Oldum?

robert-de-niro-gulusu_197032

Bugün 14 Kasım Dünya Sinema Günü’ymüş. Özel günlerden sadece 1 Mayıs benim ilgimi çekmektedir. Ne benim ne başkasının doğum günü veya başka herhangi bir gün ilgimi çekmemektedir (sempatik öküz stayla.) Böyle biri olmayı isterdim. ..

14 Kasım da bir şeyler kıpraştırmadı ama bu konu üzerine yazı yazmam için beni dürttü. Zaten uzun süredir planlıyordum.

Movie-buff’lıktan önce Yeşilçam-buff’lık kariyerim vardır. En erken hatırladığım etkinlik ü. yaşımdayken katıldığım teyzemin oğlunun sünnet düğünüdür. O tarihten sonra izleyebildiğim bütün Türk filmlerini izledim.

TRT’de Cumartesi günleri Türk filmi kuşağı vardı. Onları heyecanla beklerdim. Sonra 1991’de Star1 adlı televizyonun herkesçe izlenilebilir olması, bir sene sonra Show TV’nin açılması Türk filmlerine erişim konusunda elimizi bayağı bir rahatlatmıştı. Bu esnada Amerikan sinemasının örneklerini de izlemiyor değildim.

Ama olay Türk filmlerinde bitiyordu. Agah Özgüç’ün “Türk Filmleri Sözlüğü” adlı bir kitabı vardır. 2010 yılına kadar olan filmleri kapsıyordu galiba. Üşenmeden üç cildi de tek tek gözden geçirmiştim ve 400 civarında Türk filmi izlediğimi anlamıştım. 400 farklı film, bu arada. Bu 400 farklı filmi 1500 kere izlemişimdir bu arada. Sırf “Banker Bilo”yu her seferinde izlemişimdir. Geçenlerde yine izledim. ..

Sonra 2004 yılına geliyoruz. O sene bir şey oldu. KPDS sınavına girmek istedim. Yani dil sınavına. Vocabulary çalışmam gerekiyordu. Filmleri İngilizce alt yazıyla izlemeye başladım. Klavye kısayolları sayesinde bilmediğim kelimeye beş saniyede bakabiliyordum. Aynı dönemlerde şu anda olmayan “Sinema” isimli dergiyi de okumaya başladım. Bu dergiyi 2011 yılına kadar okudum.

Sonra “manyak süreç” başladı. Yaklaşık sekiz sene boyunca sadece ama sadece film izledim. Devlette öğretmenliğin sosyalizm koşullarında olduğunu iddia edince öğretmen arkadaşlarım itiraz ediyorlar ama bu olay sayesinde o kadar boş vaktim vardı ki (boş vakit insan hayatındaki en önemli şeylerden biridir) bu manyak süreci işletebildim. Genelde de “sevgilisiz”dim. Sevgilili biri de böyle bir tempoya giremez. Hele hele evli-kadın biri mümkün değil böyle bir tempoya giremez. Evli-erkek de zor girer.

2012’de bu süreci bitirip daha çok okumalara yöneldim. Bence çok da iyi yaptım.

Bu süreçte 1400 tane film izledim. Hepsi Excel dosyamda kayıtlıdır.

1400 arşivde, 400 Agah Özgüç’ün kitabında, 200 tane de sinemada videoda şurda burda izlediğim yabancı filmler desek, toplamda 2000 film izlemişimdir. Benden daha çok film izlemiş birisiyle bir kere tanıştım.

İyi mi oldu? Açıkçası pişmanım. “Yaşadığım hiçbir şeyden pişman olmam” düşüncesine nasıl kafa göz girdiğimi takipçilerim hatırlar. İnsan bazen mal mal işler yapar ve oturup eşşek gibi ağlaması lazımdır. Kaçırdıklarına yanmalıdır. ..

Örneğin bir yönetmen keşfediyordum, sonra oturup onun bütün filmlerini izliyordum. Buna gerek yoktu. Imdb’de yedi altı puan almış filmlerini izlememeliydim.

O kadar çok film izlemek yerine tarih, mimari ve gezme merakımı daha erken başlatabilirdim. Tabi bunu bilinçli bir şekilde yapamazsınız, keşke böyle olsaydı diyordum.

Şöyle bir anım var: 2008 yılında İngiltere’ye gittim. Ve British Museum’u ziyaret etmedim!!! Ne yaptım? Gidip stadyum turları yaptım ve korku filmi festivaline gittim. Aklımı seveyim. ..

Movie-buff’lık bir virüs gibidir. Bir kere bulaştı mı atılmaz ve her yere sirayet eder. Hiç olmasaydı demiyorum kesinlikle, keşke insani ölçülerde olsaydı.

2008 yılında yazılar da yazmaya başladım. marlonbarando.blogspot.comadresinde sinema yazıları yazmaya başladım. 23 takipçim vardı. O gün bugündür toplam 700 tane falan sinema yazısı yazmışımdır.

Ölene kadar toplam 3000 film izleyeceğimi tahmin ediyorum. Artık yeni filmlerden, sadece favori yönetmenlerimin filmlerini ve ses getiren filmleri izliyorum. Popüler sinemanın ABV! Eski filmlerden ise merak ettiğim bir 400, 500 tane vardır en fazla.

Şu andaki durumum budur.

Sinema en “etkili” sanat dalıdır. Bunu politikacılar da görmüşler ve sinemayı en fazla yatırım yaptıkları sanat dalı yapmışlardır. En fazla ideolojik anlam yüklenen sanat dalı da sinemadır. Popüler sinema tüketmem ama ona karşı da değilim çünkü o gelişkin olduğu oranda sanat sineması da kendisine alan bulur.

Top 10’larım da vardır. Uzun yıllar en sevdiğim filmler olarak dört film arasında kalmışımdır. Rear Window, Taxi Driver, Pulp Fiction ve The Big Lebowski. ..

2008 Top 10’um şu şekildeymiş:

1-Rear Window (Arka Pencere), Alfred Hitchcock, 1954.
2-Taxi Driver (Taksi Şoförü), Martin Scorsese, 1976.
3-Psycho (Sapık), Alfred Hitchcock, 1960.
4-Il Buono, il Brutto, il Cattivo (İyi, Kötü, Çirkin), Sergio Leone, 1966.
5-Se7en (Yedi), David Fincher, 1995.
6-Kill Bill Vol:1, Quentin Tarantino, 2003.
7-The Big Lebowski (Büyük Lebowski), Joel Coen, 1998.
8-The Texas Chainsaw Massacre (Teksas Katliamı), Tobe Hooper, 1974.
9-Rope (Ölüm Kararı), Alfred Hitchcock, 1948.
10-Dressed to Kill (Öldürmeye Hazır), Brian de Palma, 1980.

Geçen sene yazdığım Top 39 film listemi de yorum bölümünde paylaşacağım. O listeye daha sonra Yeşim Ustaoğlu’nun “Tereddüt”ü de girdi.

Böyle. ..

Bye!

Sinema, Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Bunların Ne Olduklarını Biliyorsan Orta Yaşlısın

*E herılt yani.

*Şampiyon belli, ikinci kim.

*Kolonyalı mendil.

*Samsun’u büyükşehir yapalım mı?

*325 14 20 (Bu madde Ankara nahiyesinde yaşayanlar içindi.)

*Bırak gitsin / Gitsin artık / Götürsün mektup leri leri leri

*Yapma Hayrettin, daha kadroları saymadim.

*Nişabürek.

*Tarih affetmez, trafik hiç affetmez.

*Bir alışveriş bir fiş.

*Skib bıraktı.

*56 k Apache modem.

*Lavuk.

*Waggenhaus.

*asl?

*Ülker Dido üzerindeki jelatinli kaat.

*Yıldo.

*Eşşekler adam olur, bu Fener adam olmaz.

*Hurdacı Muharrem.

*BMX.

*Aylin Livaneli.

*Fazla bileti olan var mı?

*Ne dedin sen (çat!)

*Show TV jeneriği.

Bunların hepsinin ne olduğunu sadece Şefim bilebilir diye düşünüyorum. Ankara nahiyesine özgü maddeler hariç.

nitelikli goygoy, Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Harika Bir Gündü 23 – İzmir, Manisa

İki ay önce 55 TL’ye İzmir uçak bileti bulunca zıplamıştım.

Daha önce üç kere İzmir’e gitmiştim ama orayı hiç “bilinçli adam” gibi gezmemiştim. Hazır gitmişken bir de “şehzadeler diyarı” Manisa’yı göreyim dedim çünkü daha önce gördüğüm başka bir “şehzadeler diyarını” çok sevmiştim (Amasya.)

Her zamanki gibi geceden havalanına yollandım. Bu ucuz biletler gece uçuşu oluyor genelde. Konformizmi mutfağa çay koymaya göndermezseniz ucuz seyahat edemezsiniz.

Sabiha Gökçen iç hatlar gidiş’in üst katında bir Starbucks var ve oranın yayla gibi geniş, rahat koltukları var. Orada çok rahat uyuyabilirsiniz. Somya gibi. Somyanın da ne olduğunu biliyorsan orta yaşlısın…

50 dakika diyorlar ama en bir saat 10 dakika. Yine de hiçbir şey değil tabi. O sürede bazen Taksim’e gittiğimiz oluyor. Havaş’a atladım ve Basmane’de indim. Aslında stratejik bir hata yaptım. O ilk gün havalanından Selçuk’a gidip, üçüncü günkü planımı gerçekleştirmem daha iyi olurdu. Selçuk’a geleceğiz…

50 liraya Güzel İzmir Oteli diye bir otel buldum, internetten. Banyosu tuvaleti ayrı, tek kişilik oda işte. Merkezi yerde. Daha ne olsun! Otelin pavyonlar bölgesinde olmasını kim takar? Otelin yanında yer alan pavyonun önünde vitrinde mal sergiler gibi çıplak kadın sergilemelerini ve beni Arap zannedip “halaall” diye içeri çekmeye çalışmalarını kim takar! Nasıl “halal” oluyor lan! Şu çok meşhur, içinde skandal hiçbir şey barındırmayan “gerçek” İslam’da pavyonda mı var yoksa?

Otele giriş 12’den önce olamayacağından dolayı, vaktimi boş geçirmeyeyim diye çok yakında buluanan İzmir Fuar Alanı’na şimdiki adıyla Kent Park’a yollandım. Buraya 2004 yılında gelmiştim ve o zaman bir fil vardı burada. Şimdi Çiğli bölgesinde bir hayvanat bahçesi açılmış. Muhtmelen oraya götürmüşlerdir. Not: Hayvanat bahçelerine karşıyım, anti-propogandasını yaparım ama gidip, görürüm oraları.

Kentin göbeğinde bu kadar büyük bir yeşil alan olması büyük bir şans İzmirliler için. Bu arada üçüncü gün Şirince’ye gittiğim için döndüğümde Sevan Nişanyan’ın otobiyografisini tekrar karıştırdım. İzmir için “İstanbullulara şehir gibi görünür ama aslında köydür” yazıyordu. Benim Ankara için düşündüklerimi Nişanyan İzmir için düşünüyormuş. Evet gerçekten de güzel ve nitelikli bir kent gibi geldi bana İzmir.

Otele yerleştikten sonra, dolaşmaya başladım. İlk durak Agora oldu…

Nefis bir yer…İzmir’in göbeğinde, Smyrna antik kentinin agorası (geniş meydan, pazar) bulunuyor. Antik dünyanın en büyük ve en iyi korunmuş olan agorası olduğu yazıyor broşürlerde ancak bu tür şeylerde şehirler reklam yapmak için bazen abartılı ifadeler kullanırlar. Hierapolis için de aynı şey yazıyordu ki oranın agorası Smyrna agorasının dört katı var. Sırf bu yüzden hiçbir antik kentte göremediğimiz akülü araba kiralama olayı var Hierapolis’te. Efes’in agorası da çok büyük be iyi durumdadır. Çok antik kent gezdim ayakta kalmış bir stoa (önü açık, üstü kapalı sütunlu yapı) görmedim.

Agoranın iki tarafında bazilikanın izleri var. Hatta bu bazilikalar iki katlı ve zemin katları ilk günkü gibi muhafaza edilmiş. İşte bu mucize bir şey ve büyülüyor. Bazilika üstü kapalı, sütünlu kamu yapısı demek. Daha sonra bu mimari form kiliselerde uygulanmış ve kelime yavaş yavaş bir ibadethane tipi olarak kullanılmaya başlanmış. Selpak, kola, jilet gibi yani…Bir galeride beşik tonozlar görülüyor ki o dönem çok nadir kullanılan bir formdur. Görünce şok oldum.

Büyük oranda agorayı görmek için İzmir’e gitmiştim ve son derece memnun kaldım.

SÖĞÜŞ

Agoranın karşınsında söğüş yedim. Yani İzmir’de yaşıyor olsaydım haftada üç kere bunu yerdim. İçinde ne olduğunu yazıyorum: Yanak, beyin, göz, dil, yanağın tersi…Not: Her şeyi severim ve her şeyi gömerim nokta

EGE BÖLGESİ İNSANI

Olumlu ön yargılar listesi yazmıştım bir keresinde ve orada “Ege bölgesi insanı”nı da anmıştım. TR’de Ege insanının çok iyi, düzgün, şeker gibi insanlar olduğu düşünülür. Yobazlık çok baskın değildir ama milliyetçiliği çok sevimsizdir. Şerefsizlik ise bence ekonomik faaliyetlerle doğru orantılıdır. Her yerde böyledir bu…Hele hele turistik bölgeler şerefsizliğin şampiyonlar ligine çıktığı yerlerdir. Kadifekale’ye çıkmak için taksi dolmuşları kullanmak istedim. Dacia Sandero’nun önüne iki kişi almak istedi şerefsiz. Protesto edip indim arabadan. BİMER’e şikayet edecektim de sonra uğraşmamaya karar verdim. Halil Selim haftada iki BİMER şikayeti yapar…

Sonra Konak’a geldim. İzmir Saat Kulesi en güzeli mi? Bence hala Dolmabahçe saat kulesi daha başarılı bir çalışma ama İzmir Saat Kulesi kadar şehirle iyi örtüşmüş, şehre kişilik katmış, şehri arkasına dizip yürümüş başka bir saat kulesi yoktur. Kulenin hemen arkasında yer alan Yalı Cami’si de meydanla iyi bütünleşen bir yapıdır. İçi sırdandır ama dışındaki çiniler çok iyidir. Buraları iyice bir gözlemledim.

Unuttum, bir de buraya varmadan Kemeraltı çarşısını, Kızlarağası Hanı ve Hisar Camisi’ni gezdim. İzmir’de selatin camisi yok. İyi okunmalı…

Sonra kordon boyu yürüdüm. Gereçkten Selanik’e çok benziyor. Aynısı hatta. Selanik’teki Aristo Meydanı’yla kordonda Atatürk heykelinin olduğu meydan da çok benziyor birbirlerine. Yalnız o Hilton Oteli hiç olmamış. Bursa’daki TOKİ’ler gibi. Şehir silüetini katleden bir yapı.

Kordon boyu yürümek çok iyi geldi. Gerçekten çok güzel bir etkinlik. Baktım herkes bira içiyor, ben de bir tane yuvarladım. Kulaklıkla müzik dinledim. Sonra bir çaycı geldi. Biranı iç çay vereyim dedi. Ben de ben bira içerken de çay içebilirm, ver bir tane dedim. 20 TL verdim, bozuk yoktu. “İyi al götür, bozdurur getirirsin” dedim. Sonra biraz daha kurcaladı ceplerini ve beş lira eksiğiyle üstünü verdi. Hemen geliyorum dedi. Gidiş o gidiş…Sonra elemanı pelikanın orada yakaladım. “Seni gördüğüm iyi oldu” dedi…Ve parayı verdi. Nasıl yani! Herif bizi ayakta kazıklıyor hem de pişkinlik yapıyor…Pelikan mı? Alsancak taraflarında denizde pelikan gördüm. Çok ilginçti. Çok da güzeldi. Her zaman görülmeyen hayvan görmeye bayılırım.

Sonra Fevzi Çakmak Bulvarı’ndan otele doğru yollandım. 1950 yılına kadar adı Voroşilov Bulvarı olan cadde üzerinden…Taksim Atatürk Anıtı’nda Voroşilov’un hikayesini anlatmıştım.

Ertesi gün sabah erkenden otogara yollandım. Önce otelde bir kahvaltı yaptım. Kahvaltı salonunda genelde bedenini satan kadınlar, pezevenkler ve Suriyeliler vardı. Bir de ben…Bu kadınlara acilen bir isim bulunması gerekir. Seks işçisi tabiri bence çok saçma bir tabir. Orospu, fahişe de olmuyor. Bir şey bulamıyorum.

İzmir otogarı aslında bir “yeni garajlar” olmasına rağmen çok kasvetli, bunaltıcı ve nahoş bir yapı. Manisa’ya yollandım.

Sağcılar, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü padişahların şehzade olarak görevlendirme uygulamsının kaldırlımasına bağlarlar. Dün yazdım, Türkler sadece üç konuda dünyanın en iyisi olmuşlardır. İlkçağda okçuluk ve at yetiştiriciliği, 1600’lere kadar da topçuluk…Bu sayede ilerlemiş, ilerlemiş ve ilerlemişlerdir. Tabi ilerledikleri yerlerdeki hiçbir ama hiçbir halk onları kabullenmemiş, mecburen onlara boyun eğmişlerdir. İlk fırsatta da ayrılmışlardır. Topun üstünlüğü bitince Osmanlı Devleti de bitmiştir. Yani şehzadelerle alakası yok. Amasya, Trabzon, Niğde, Diyarbakır ve Manisa önemli şehzadeler çıkarmıştır. Bu yüzden Manisa’ya yollandım. Önce valilik binası çıktı karşıma. Birinci akımın tipik bir örneği ama şehirle iyi bütünleşmiş.

Valiliğin tam karşısında Hatuniye Camisi var. Duruşu etkileyici. Sonra müzeye yollandım. İlginç bir şey duydum. Müze 14 yıldır kapalıymış! Demek ki tekrar açılması düşünüyor. Bu, bir rekor olabilir. Müzeden sonra Muradiye Külleyesi geliyor. Mimar Sinan’ın Ege bölgesindeki tek eseri yazıyor. Yine şehir uyanıklığına bir örnek. Sadece planlarını çizmiş ama binayı başka bir mimar yapmış. Tam olarak onun eseri sayılmaz. Ama reklam yapmak, bir yerlere bir şeyler bağlamak oldukça politik ve rasyonel bir şeydir. Tıpkı Selçukluların kendilerini Oğuz Han’a bağlama hamleleri gibi. Bir yüze unsura bağlayacaksın ki halk etkilensin…

Sonra Ulu Cami’ye gittim. Anıt kapısı çok büyüktü. Bu kadar büyüğünü görmemiştim. İçi ve çevresi ise oldukça sıradandı ancak ahşam minberi olağanüstüydü. 1377 tarihli bu eser Anadolu’daki en eski ve en iyi sanat eserlerinden biri kabul ediliyor. Gerçekten de inanılmaz etkileyici ayrıntıları var.

Sonra döndüm. Otobüste bir hikayeye kulak misafiri oldum. Adamın biri dağda namaz kılmaya başlamış ve ayı gelmiş onu öldürmüş. Ne hikaye ama…

İzmir’ e gelince hemen otobüsle Kadifekale’ye çıktım. Kaleye toplu taşıma olması çok iyi bir şeydir. Bunu değerini gezmeyenler bilemez. Manzara müthiş. İzmir’i en güzel oradan görüyorsunuz. Bu arada Karşıyaka’dan Kadifekale’ye bir gökkuşağı da vardı ki manzarayı müthiş kılıyordu.

Bu arada unuttum, ilk gün arkeoloji müzesine de gittim. Pek bir şey yoktu. Doğaldır. Yalnız İzmir sınırları içerisinde yer alan Bergama ve Selçuk müzeleri çok iyidirler. Çok çok iyidirler hem de…Selçuk’a geleceğiz…

KAdifekale’deki Bizans sarnıcı da mutlaka görülmeli. Devasa bir şey.

Sonra vapurla Karşıyaka’ya yollandım. İzmir’in en zengin bölgesi herhalde. Ekonomik anlamda diyorum. Manzara müthiş. yürüyüş yolu çok iyi. Zübeyde Hanım evlendirme dairesinin karşısındaki köşk, benim çok sevdiğimi bir filmde geçer. 1975 tarihli “Ateş Böceği” filminde Tarık Akan ve Necla Nazır İzmir’e giderler. NEcla Nazır’ın dedesinin köşküdür burası. Filmdeki haliyle duruyor. Her zaman hissettiğim şeyi hissettim ve hüzün boyut daha ağır basan bir ruh haline büründüm. Bu tür yapıları görünce %70 hüzünlü, %30 mutlu oluyorum. Sonra Hergele Meydanı’na geldim. Bir mekanda Weihenstephaner fıçı 19 TL’ye satılıyordu.

Bu arada o gün kumru da yedim. Yemesi çok zahmetliydi. O kadar malzemeye o ekmek az geliyordu. Sonra bir pastaneden Halep tatlısı yedim ki çok iyiydi.

İzmir Opera Binası’ndan da bahsetmek gerek. Yani onun mutlaka görülmesi gerekn bir yapı olduğunu söylemek gerek.

ŞİRİNCE

Üçüncü gün hedefim Şirince’ydi. Daha önce Selçuk’a kadar gelip Şirince’ye gitmemiştim. Çünkü sıra ta Efes’in önünden başlıyordu. Sevan Nişanyan’ın otobiyografisini de okuduğum için hikayeyi biliyordum.

İzmir’de Macar sanat filmi yönetmeni ismi gibi bir toplu taşıma sistemi adı var. Stefan mıydı, Swan mıydı, Mizdan mıydı neydi, neyse ona bindim ve Selçuk’a gitmek üzere Torbalı / Tekeköy’de indim. Fakat Selçuk’a olan İzban iki saat sonraymış. Otostop yapmak üzere otobana çıktım. Yarım saat kimse durmadı ama sonra bir Efes minibüsü durdu. Yarım saat sonra Selçuk’ta, oradan 10 dakika sonra da Şirince’deydim. Bir Rum köyü. Doğayla bu kadar iyi bütünleşmiş bir yerleşim yeri zor bulunur herhalde.

Sadece sokaklarında gezdim. Kendimi ayakta kazıklatmadım çünkü tıpkı Bursa, Cumalıkızık’ta olduğu gibi uyanık kesilmişler ve gelenleri yoluyorlar. Şu “köylülükten” uyuz gittiğim kadar çok az şeyden uyuz giderim. Sadece bir ayva satın aldım ki çok iyiydi.

Sevan Nişanyan Şirince şarabının hikayesini de kitabında anlatır. Bir uyanığın vole vurma teşebbüsü olarak başlamış ama şu anda neredeyse bir efsane olmuş durumda. Meyve şaraplarını sevmem.

Gerçekten tenha bir mevsimde gidip orayı görmek lazım.

Sonra Tiyatro Medresesi’ne gittim. Mehmet Turgut için bir Ahmet Tarık Tekçe, bir Joe Pesci, bir Toy Story’deki Ayı Latso olan Ali Nesin’in çok iyi bir çalışması…Medrese formatında inşa edilmiş bir yapı. Nereden bakarsan bak sıra dışı bir yapı. Sadece yapı da değil, TM ve onunla beraber Matematik Köyü ve Felsefe Köyü de TR’deki temel anlayışla hiç buluşmayan sıra dışı mekanlar. Sevan’a göre zaten bu yüzden ömür boyu hapiste tutulmak istendi. Kendi yargısıdır ama umarım bu yerler yıkılmazlar.

Matematik Köyü’nde dünyanın en aptal adamıyla karşılaştım. Nişanyan Hodri Meydan kulesine (isme bak) çıktım. Manzara mükemmelldi. Kulenin tepesinde üç kişi vardı. Biri kadın ikisi erkekti. Bu yapının tarihte hangi işlevle yapıldıkalrını tartışıyorlardı. Olaya dahil oldum ve hikayeyi anlattım. Adam sorduğu sorularla tam bir ahmak olduğunu hissettiriyordu. Sonra nihayet çok rüzgar olduğunu ve kulenin sağlam olup olmadığını sordu…Bilemiyorum. İnsanlar ve bazen ben de yabancısı olduğum ortamlarda mala bağlarız da bu kadar da değil, olmamalı diye düşünüyorum.

Neyse sonra aşağıya indim. Selçuk ne ilginç bir yer? Ufacık bir ilçe ama her tarafı paha biçilemez değerde tarihi eser dolu. Artemis Tapınağı’nın kalıntılar, Efes, Meryem Ana, Ayasuluk Tepesi, St John kilisesi…İnanılır gibi değil.

Sonra biraz daha vaktim vardı ve Efes’e bir kez daha gittim. Bu sefer hızlı bir tur oldu. Roma İmparatorluğu’nun Asya başkenti Efes’i hala görmediniz mi? Bir hafta sonu otobüse atlayıp, günü birlik bir gezide bile görülebilir ve görülmelidir de…

Sonra havaalanına doğru yollandım ve bu harika gezi de bitti.

Akılda kalanlar, yani unutulmayacaklar; Agora ve bir bütün olarak Şirince’ydi. Diğer elemanlar da iyi vakit geçirtti…

Bu yazıyı hiç durmadan yazdım. Yazım yanlışlarına bakamayacağım.

Bu yazıyı kendim için, arşiv amaçlı yazdım.

Bye.

mimari, nitelikli goygoy, Seyahat, Tarih, Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Harika Bir Gündü 22 – Malatya, Nemrut, Harput

Fotoğraf albümü ve izlenimler için tıklayınız.

mimari, nitelikli goygoy, Seyahat, Tarih, Uncategorized kategorisine gönderildi | , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Harika Bir Gündü 21 – Kars, Ardahan

Kars, Ardahan’a yaptığım gezinin fotoğrafları ve izlenimleri için tıklayınız.

mimari, Seyahat, Tarih, Uncategorized, Yiyecek İçecek kategorisine gönderildi | , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Bira İle İlgili Her Şey

Man-Drinking-Beer-Funny-Picture

*”Fermantasyon ile uygarlık birbirinden ayrılamaz.” John Ciardi, Amerikalı şair.

*Bira küçümsenen bir içkidir. Diğer star içkilerin (şarap, viski, rakı) aksine üzerinde durulmayı pek hak etmediği düşünülür.

*Biradan beklenen, güzel bir lezzet sunması değil, yazın ferahlatmasıdır.

*Dünya dillerinin yarısında adı B ve R harflerini barındırır. Avrupa’da, slav dilleri haricinde, sadece İspanyolca ve Portekizce’de “cerveza” diye bir ismi vardır.

*Biranın Mezopotamya’da icat edildiği değil de keşfedildiği kesin gibidir. M.Ö 10 binlerden önce biraya rastlanılmıyor. Göbeklitepe’nin ne olduğuyla ilgili fikir birliği yoktur. M:Ö 4000’lerde Bereketli Hilal’de yaygın olduğu anlaşılmaktadır. M.Ö 3000’lerin yazılı metinlerinde 20 çeşit biradan bahsedilmektedir.

*Bira tesadüfen bulunmuştur. İnsanlar, Bereketli Hilal’de yabani tahılları gördüler. Bunların suyla karıştırılınca lezzetli yiyeceklere dönüştüğünü gördüler. Bu tahılların uzun süre dayandığını anlayınca, bunların çevrelerindeki bölgelerde yerleşik hayata geçtiler. Daha sonra, suyla çimlendirilmiş ve kurutulmuş tahılların “daha lezzetli” olduğunu keşfettiler. Ve nihayet, bir süre bekleyen bu materyallerin büyüleyici bir özelliği olduğunu fark ettiler ve medeniyet de aşağı yukarı o zamanlarda başladı.

*Üretim fazlası tahılların bir yerde depolanması ve bunların kayıtlarının tutulması gerekti. Depo (sillo) bekçileri kendilerine kutsallık ve metafizik bazı özellikler ithaf ettiler ve din de böyle başladı. Daha doğrusu zaten var olan metafizik, soyut düşünceler siyasallaştı. Sonra bürokrasi, yazı, matematik ve devlet örgütlenmeleri de ortaya çıkmaya başladı. Yani ekmek ve “sıvı ekmek” bira, her şeyin sorumlusu olarak görülebilir J

*İnsanlar birayı büyük teknelerden, kamışla içiyorlardı (yorum bölümündeki çok eski resimlere bakınız) çünkü içinde iri taneler vardı.

*Bira özellikle Ortaçağ’da veba salgınları esnasında bir çeşit “garanti” suydu. Fermantasyon sayesinde içinde mikrop barındırmıyordu.

*Mezopotamya aşamasında içerisine bir takım tatlandırıcılar, yani bal, meyve özleri falan katıldığı da oluyordu.

*Yani insanlığın ürettiği ilk alkollü içkiydi. Şarap çok daha sonraları bulunmuştur. İlk kayıtlar Ermenistan’dadır ama şarabı şarap yapan Yunanlardır.

*Yunanlar ve ardılları Romalılar, şaraba bir “kişilik” de kattılar ve düşman olan Doğu ve Kuzey halklarının içkisi olan birayı küçümsediler. Onlar barbardı (Latince bilmediği için bar bar bar diye konuşan topluluklar) üzüm yetiştiremedikleri için bira gibi ilkel, renksiz bir içki içiyorlardır. Bugün bu politika hala devam ediyor.

*Birayı Mezopotamyalılar buldu ama Batı uygarlığının şaraba kişilik katması gibi, ona kişiliğini de Avrupalılar armağan etti.

*Bohemya denilen bölge birayı şampiyonlar ligine çıkarmıştır. Çoğu Almanya’da kalan, Çekya ve Polonya’nın da bir bölgesini kapsayan bölge…

*Çekyalılar biraya şerbetçiotu katarak ona en büyük katkıyı yaptılar. İngilizcesi “hop” olan bu ot sayesinde bira o acımtırak tada ulaştı. Ondan önce bozaya benzeyen, yavan bir içkiydi bira.

*19. yüzyılda soğutma teknolojisinin geliştirilmesi ve Pasteur’ün mayalanmayı keşfetmesiyle, bira şerbetçiotundan sonraki en önemli iki katkısını aldı.

*Bugün dünya üzerinde 140 temel tür ve 40 bin çeşit marka vardır.

*Ortadoğu’daki birkaç ülke hariç her ülkenin kendi birası vardır çünkü bira seyahat etmeyi sevmez. Bozulur.

*Kişi başı yıllık tüketimde birinci ülke Çekya’dır. İkinci İrlanda, üçüncü Almanya’dır.

*Biraya en fazla emek vermiş, ona en fazla kişilik katmış ülke Almanya’dır. Öznel bir yargı…

*Belçika, İngiltere, ABD ve Polonya’yı da birer “bira ülkesi” olarak sayabiliriz. Bunların dışında “bira ülkesi” yoktur.

*Anadolu’daki tarihini bozacılıkla ve dolayısıyla çook eskilerden başlatabiliriz. Bozayı ah bir içince / Size verir güzel bir neşe…

*Biranın TR’ye gelişi, diğer birçok şey gibi Tanzimat’tan sonra oldu. Bu arada kişisel düşüncem, insanlığın ikinci en ilginç yüzyılı 19. yüzyıldır. Birincisi 20. yüzyıl.

*1846’da İzmir’in Alsancak semtinde Prokopp birahanesi kuruluyor.

*Asıl ciddi üretim ise İsveçli Bomonti kardeşlerin, Şişli’deki Bomonti Bira Fabrikası’nda başlamıştır. 1890. II. Abdülhamit zamanı…Bu bira fabrikası bugün hala ayaktadır ve bir müze gibi gezilebilir. Çok hoş, estetik bir binadır, ayrıca hikâye koklamak isteyenler için bire birdir. Bir gün yolunuz düşürünüz…

*Atatürk, rakıcıdır ama biraya da ilgi duymaktadır. Onun bu ilgisi, Türkiye’de biranın seyrini değiştirmiştir. Ayrıca dindar değil de Batılı gibi yaşayan bir toplum arzu ettiği için birayı teşvik edici işler yapmıştır. Ankara’da AOÇ’de bira fabrikası açmıştır, sonra da Bomonti’yi kamulaştırmıştır. Kendisinin bu ilgisi, gençliğinde Selanik’te sürekli bira içmesi ve Vahdettin’in Almanya ziyareti ekibinde yer almasıyla alakalıdır.

*Biranın devlet tekelinden çıkması için 1969 yılı beklenecektir. O sene önce Türk Tuborg’un, birkaç ay sonra da Efes’in İzmir, Bornova, Pınarbaşı’nda fabrikaları açıldı. Kısa sürede Efes, ezici bir üstülüğe kavuştu ve bu durum hala devam ediyor.

*1969 yılında çıkan bir kanunla bira, alkollü içki statüsünden çıkarıldı ve “her yerde” bulunmaya başlandı. Ta ki 1983 yılına kadar Özal’ın muhafazakar kesime yaptığı kıyakla tekrar alkollü içki statüsüne “düşürüldü” ve erişimine kısıtlamalar getirildi. Yani 14 senelik bir asr-ı saadet yaşandı.

*TR’de yıllık kişi başı bira tüketimi 25 litredir. Bu rakam birinci Çekya’da 156 litredir.

*Bira TR’de çok pahalıdır ve bu, politik bir şeydir. Yurtdışında su ile biranın fiyatı bazen eşittir, bira en fazla iki katı olur suyun ama TR’de bira, suyun sekiz katıdır.

*Vedat Milor’a göre TR’de doğru dürüst bira yoktur. Tuborg ve Marmara’nın gideri olduğunu düşünür. O yazısını okumadan önce ben de öyle düşünüyordum.

*Türkiye’de tıpkı dünyada olduğu gibi “pilsener” (bir çeşit lager) dayatması, giderek faşizmi vardır.

*Aslında iki temel bira türü vardır. Ale ve lager…Ale’da maya tankın üstünden verilir ve su biraz daha yüksek ısılarda tutulur. Lager’da ise maya tankın altından verilir ve su derece olarak daha soğuk tutulur.

*İlk lager Çekya’nın Plzen şehrinde yapıldığı için (futbol takımı Viktorya Plzen’i hatırlayın) bu şehrin birası, yani aslında bir çeşit lager olan pilsen türü bira, soğuk içildiği için dünyada yaygınlaşmıştır. Sonra işin boku çıkmıştır. Dediğim gibi “ana akım içici”,  biradan kendisine güzel bir lezzet sunmasını değil de onu sıcakta serinletmesini bekler.

*Gelelim birayla ilgili doğru bilinen yanlışlar ve yanlış bilinen doğrulara: Türkiye’ye özgü “%100 malt” tabiriyle başlamak istiyorum. Malt, su ile çimlendirilmiş tahıl demektir. Böyle yapılınca, tahıldaki nişasta maltoz şekerine yani o büyüleyici şeye dönüşüyor. Adı buradan geliyor. %100 malt denilince “ne maltı” olduğu belirtilmeli. Arpa mı buğday mı pirinç mi mısır çavdar mı?…Efes formülünde pirinç maltı da barındırır. Pazardan pay kapmak isteyen Tuborg, beş 10 sene önce bu tabiri ortaya attı ve kafaları karıştırdı. Payını da arttırdı. Efes de bazı ürünlerine “%100 malt” tabirini ekliyor. Birayı %100 arpadan maltından yapmanın şart, diğer seçenekleri yapanların şerefsiz olduğunu iddia etmek müthiş bir cahillik örneğidir ama Türkiye’de tuttu işte…

*Sonra biranın buz gibi içilmesi gerektiği gelebilir. Böyle bir şey de yoktur. Ciddi bira markalarının şişelerinin üzerinde tüketilmesi gereken sıcaklık dereceleri yazar. Ratebeer.com sitesinde 100 üzerinde 100 almış olan St. Bernardus Apt 12, oda sıcaklığında tüketilmesi gereken bir biradır örneğin.

*Yine Tuborg’un bir “saf siken” iddiası, biraya şeker katılmasının şerefsizlik olması da yanlış bir şeydir. Dünyada birçok biraya şeker katılır. Bir önceki maddede ismi anılan ve 100 puan alan birada şeker vardır. Dahası, zaten birayı bira yapan o büyüleyici şey nişastanın şekere dönüşmesidir.

*Biranın şişeden içilmesi de çok büyük bir yanlıştır. Biranın en güzel yanı aromalarıdır. Bira şişeden içilirse bu aromalar açığa çıkamaz. Bütün ciddi bira markalarının kendilerine özel bardakları vardır ve bunlar ayrıca satılır. Bu bardaklar uzun denemeler sonucunda bulunmuştur. Ayrıca birayı şişeden içerseniz içinize bol bol karbondioksit çekersiniz ve çok sık duyulan “bira şişkinlik yaratıyor” şikayetinin temeli budur. Sanırım olaya hafif bir “serseri” yan kattığı için biranın şişeden içilmesi seviliyor ama açıkladığım gibi çok yanlış bir harekettir.

*Şişenin kutudan daha iyi olduğu da bir efsanedir. Biranın güneş ışığıyla minimum temas etmesi gerekir. Şişeler bu konuda olumsuz durum yaratabilirler.

*Şişe mi fıçı mı? Hiç tartışmasız fıçı…Bira bir canlı organizmadır aynı zamanda. Mayalanması devam eden bir içkidir. Şişelenen bira, sıcak su banyosuna tutulur ki içindeki zararlı organizmalar ölsün diye ancak fıçı bira çabuk tüketildiği için bu uygulamaya maruz kalmaz ve dolayısıyla bazı lezzet kayıplarına uğramaz. “Draught Beer” veya “Draft Beer” veya “Fıçı” ibaresini görünce içeriye dalınız…

*Bira alırken son kullanma tarihine dikkat ediniz. Ne kadar yeni o kadar güzeldir…Bazı biralar arasında lezzet farkları olması bu yüzdendir.

*Bir efsane de köpükle ilgilidir. Köpük iyi bir şeydir, unutmayın…TR’de mekanlarda garsonla kavga ediyorlar, köpük yüzünden biradan çalındığıyla ilgili. Bir kere kitle biralarının köpüğü çok dandiktir, hemen yok olur…Asıl mesele de köpük iyi bir şeydir çünkü aromaları muhafaza eder. Bira not verme etkinliklerinde, sitelerinde köpük diye ayrı bir madde bile bulunur…

*Biranın göbek yaptığı da bir efsanedir. Bira yüksek kalorili bir içecektir. Bütün içkiler gibi…Ve insanların genlerinde kiloyu nereye alacakları daha doğrusu gö- ile başlayan hangi bölgelerine alacakları yazılıdır. Biranın direkt gidip göbekte biriktiği düşüncesi bilim katliamıdır. Fazla kaloriler kiminin göbeğinde, kiminin götünde, kiminin de göğsünde birikir. Bira burada oy hakkına sahip değildir, hiçbir yiyecek-içecek oy hakkına sahip değildir.

*İlk birayı ya 13 ya da 14 yaşımda, yılbaşında içtim.

*En fazla dört tane içebilirim. Genelde iki tane olmak üzere haftada iki tane içerim.

*Yüzden fazla bira denediğimi tahmin ediyorum.

*Kişisel Top 11’um: Weihenstephaner, Schneider Tap 6, Franziskaner, Scheneider Tap 5, Guiness, Paulaner, St. Bernardus Apt 12, Chimay Red, Heineken, Paulaner Salvatore, Efes Rel Ale…

*TR’de satılan kitle birası Top 10’um: Becks, Marmara, Tuborg, Bomonti Filtresiz, Tuborg Amber, Miller…10 Tane yokmuş lan!

*Buğday birası hastasıyım. Buğday biraları en fazla %50 buğdaydan olur bu arada. Gerisi arpa maltı olmak zorundadır. TR’de kitle buğday birası yok.

*Bir Alman atasözü: Bira satın alınamaz, kiralanır…Sık sık tuvalete gitmeye istinaden üretilmiş bir atasözüdür.

 

*Bazı bira şişelerinin üzerindeki çizimler çok güzel. Şişe tasarımı da önemli bir kriter.

*Renk açısından Tuborg gold kötüdür. Bomonti Filtresiz en güzel renge sahiptir. Öznel bir değerlendirme.

*Metro Grossmarketler bu konuda en iyisidir. Oralarda sayısız çeşit bira bulabilirsiniz. Tabi TR’de olabilecek en ucuz fiyatla…Schneider mekanda 35 TL’dir Metro’da 19 TL.

*Schnedier Tap 6’nın da ratebeer.com sitesinde puanı 100 üzerinden 100’dür.

*Weihenstephaner benim için bir tutkudur. Henüz tanışalı bir sene bile olmadı. Zaten üç senedir TR’de bulunuyor. Hele fıçısı enfesto…Kadıköy’de ismini unuttuğum bir barda (Eğitim-Sen’in tam karşısı) 16 TL’ye var. Daha ucuzunu görmedim. “Greatness” tabelasına sahip her mekan Weihenstaphaner’i ve Guiness’i fıçı olarak satar.

*Top 10’umdaki sadece Franziskaner TR’de yok. Yurtdışında içtim onu ve aşık oldum. Weihenstephaner’i Ekşi Sözlük’te araştırırken birisi “Franziskaner içmeden peşinen konuşmayın” yazmıştı. Kore’de görüp hemen almıştım ve bayılmıştırm. Wie’yi ithal eden Tuborg’ a nazire edercesine Efes, ithal etse ya…

*Trappist diye biralar vardır. Yedi tane vardır bunlardan. Manastırda üretilen biralardır. En bilindiği Chimay’dir ve yine oda sıcaklığında tüketilmesi gerekmektedir.

*Paulaner, Alplerin 200 metre derinlerinden çıkarttığı suyla yapar biralarını.

*Guiness, beğendiği su kaynağına olan bölgeye fabrika kurmuş ve bu yeri 9000 yıllığına kiralamıştır.

*Becks de suya çok önem verir.

*Schneider Tap 5, “dünyanın en aromalı birası” unvanına sahiptir. Kaliteli Fransız kanyakları masa üzerinde sizi etkiler. Aynı etkiyi Tap 5’te de hissedebilirsiniz. Masanın üstünden odaya bir “güzellik” salgılar. Şişede bu güzelliği hissedemezsiniz elbette. İnce uzun bir bardağa koymanız lazım.

*Belçika’da bazı biralar hala mevsiminde, açık havada mayalanır.

*Belçika’da Top 10’umda yer alan Apt 12’yi evinize muslukla bağlatabilirsiniz.

*Koyu renkli biraların daha yüksek alkol oranına sahip olduğu da bir efsanedir. Biralar genelde %5 alkol oranına sahiptir. Apt 12 %10 alkol oranıyla bu anlamda birincidir. Bazı fantastik biraları saymazsak. Bu arada sınırlı sayıda fantastik biralar da üretilir. İçinde altın olan biralar falan vardır…

*2011 yılında Efes, Tuborg karşısında %87 pazar payınsa sahipken, bu oran şu anda %69’dur.

*Almanya’nın Oktoberfest’leri dünyaca ünlüdür. Bir gün katılacağım.

*Evde bira yapımıyla ilgili şöyle düşünüyorum: Hiçbir ev üreticisi, Weihenstephan’ın, Schneider’ın veya diğer ciddi markaların seviyesine yaklaşamaz. Bunlar binlerce yılın birikimiyle ve yüzlerce uzmanın aracılığıyla bira üretiyorlar…

*Prag’daki U Fleku 1449’dan beridir hizmet veren bir birahanedir.

*Weihenstaphaner 1040’dan beri aynı yerde bira üretmektedir (Brewery yani biranın üretildiği yer.)

*Belçika’daki Delirium adlı birahanenin menüsünde 2000 farklı eleman vardır.

*Dublin nüfusu 1 milyon, 7000 pub var…

*Almanya’nın Bamberg şehrinde kişi başı yıllık tüketim 288 litre.

*Efes’in 38 tane “brewmaster”ı vardır yani formülleri bilen kişi…

*Dünyadaki en büyük bira otoritesi Michael Jackson adından bir adamdır. Ölmüştür. Birçok kitap yazmıştır. TR’deki otoriteler Teoman Hünal, Mehmet Yalçın ve birasevdası.net bloğun sahibidir fakat bilgi birikimi ve tadım skoru iyi olan çok eleman vardır.

*Münih yakınlarındaki Andech manastırında aileler atalarının bira içtikleri metal kupaları manastırda muhafaza ederler ve bunlarla bira tüketirler. Yüzlerce yıllık kupalardır bunlar.

*Bira aç karınla içilmelidir. Bir yemek gibi bile düşünülebilir bira. Biranın üstüne etli bir şey yemek çok keyiflidir. Rakının soğuk kebapla tüketilmesi ve onun verdiği zevki anlayamıyorum.

*Samuel Adams’ın çıkarttığı “Utopia” adlı fantastik biranın şişesi 200 dolardır.

*1814’te Londra’da bir “bira seli” yaşanmıştır. 1,5 milyon litre biralar kazayla fıçılardan yollara akmıştır ve 8 insan, 3 at boğulmuştur.

*Bugün dünyanın her yerinde Mariachi birası şişenin ağzında bir limonla gelir. Bir Amerikalı barmen arkadaşıyla iddiaya girer: Bunu götünden uyduracağını ve bunun dünya çapında bir trende döneceğini iddia eder. İddiayı kazanır.

*İçtiğim en kötü bira Efes Malt. Berbat bir bira. Yüksek alkollü Efes Extra ve Tuborg Kırmızı da berbat biralar…

*Evde bira yapmayı hiç düşünmüyorum. Birincisi uğraşamam zaten çok iyileri var, ikincisi yaparsam içerim…

*Biranın en ucuz olduğu yer Sofya idi. Sonra Madrid…

*Fıstığı genel olarak çok tutmam. Sadece biranın yanında değil. Biranın yanında baskın tatlar tadılmamalı. Bazen kendime ödül veririm ve iki tane Tap 6, Tap 5 falan alırım ama bunları içerken yanında cips falan hiçbir şey yemem. Biranın tadına varmayı severim…

*Bomonti bira fabrikasında kendi biralarını üreten İstanbul’daki iki, üç mekandan biri var. The Populist. Bir karışık deneme yaptım. Karışık denemeler olmuyor. Tek tek denemek lazım ama çok başarılı bulmadım yüzeysel bir şekilde…

*Bir bira içme rekor denemesinde, İspanya’dan bir mal değneği, 20 dakikada 6 litre bira içerek ölmüştür.

*İnternette Andre isiminde bir güreşçinin 156 şişe içtiği şeklinde bir rekor haberi var ama ne kadar sürede içtiği bilinmiyor. 24 saatte bir kasa içenleri duydum.

*Sonuç niyetine, açık ara en sevdiğim sıvıdır. Çok uzun ve ilginç bir hikayesi vardır.

*Bu yazıyı arşiv amaçlı yazdım. Yazım yanlışlarına bakamayacağım. İyi günler…

 

 

 

 

 

 

Uncategorized, Yiyecek İçecek kategorisine gönderildi | , , , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Bana Göre Net Olan Bazı Şeyler 1

*Kaçak çay kötüdür. Net!

*Marx kötü bir yazardır. Net!

*Kadınlar duygusaldırlar (ne demekse) ama salak değillerdir. Net!

*Brokoli sevmeyenin damak zevki yoktur.

*Messi gelmiş geçmiş en iyi “sporculardan” biridir.

*Bir kitle örgütü; sinemaya, film gösterimlerine fazla güvenmemelidir.

*Tiyatro sanatı kendisini gözden geçirmelidir.

*Efes heyecansız bir biradır.

*Şiir çevrilemez.

*Attention whore’lar (ilgi orospusu, k e diye ayırmıyorum) idam edilmelidir.

*Yabancı dil öğrenmek artık bir insanlık görevidir. Yabancı dilden kasıt da İngilizce.

*Biz erkeklerin Allah belamızı versin! Net!

*Tarih, edebiyattan daha heyecan verici ve sürükleyicidir.

*Kapitalizm başarılıdır. İnsanlara ölüm ve açlıktan başka bir şey vermiyor diyemeyiz.

*Kedilerle uğraşamam.

*Hiçbir hayvandan tiksinmemek gerekir.

*Koyun eti dana etine bin basar.

Alakasız ve saçma girdi: Sekiz yaşımdan beridir şunu düşünüyorum: Asansör düşse, içerideki de tam yere çakılma anında zıplasa yaralanmaz.

Cu

nitelikli goygoy kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Türklerin Tarihi

20171012_210332

Türklerle ilgilenirim. Onları sever ve sempatik bulurum ama itiraf etmem gerekirse beğenmem onları, eleştiririm. Tarihsel durumları ve günümüzdeki halleri çok parlak değildir bana göre…

Daha önce başka tarih kitaplarında ve dergilerinde Türklerle ilgili bölümler okumuştum da bu başlıkta, başlı başına bir kitap okumamıştım. Ayşe Hür’ün “Türklerin Öteki Tarihi” diye bir kitabı çıktığını görmüştüm. O kitabı okumayı arzu ettim fakat Ayşe Hür bazen abartılı bazen de dahil olduğu siyasi kampın ihtiyaçlarına göre yazıyordu. Bu arada yanlış anlaşılmasın, kendisinin beğendiğim yanları da var. ABV demiyorum, kalemi çok iyi, çok iyi ayrıntılar veriyor. Yazarlığı ve bilgi birikimi ona ABV diyenlerin hepsinden daha iyi ayrıca.

Ayşe Hür okumadan önce daha bilimsel kabul edilen bir kitap okuma derdine düştüm. Ünlü tarihçi Kadir Taşdelen bu kitabı tavsiye etti. Hem hap bilgi (küçümseyenin ABV) sunuyor hem de objektif, bilimsel bir insan olduğu kabul ediliyor.

Lakin kitabı hiç beğenmedim ve zoraki okudum. Hatta Osmanlılarda bıraktım çünkü o konuda kitaplar okumuştum yeterince.

Elbette önemli bilgiler elde ettim ama üslup berbat. Çok dağınık. Çeviri kötü, büyük ihtimalle dil de kötüdür. Başka bir kitap daha okumam lazım. Sanırım milliyetçi yayınevlerine bakacağım biraz. Bütün milliyetçiler mankafa değildir. İçlerinde objektif ve bilimsel tarih yazan insanlar da vardır.

Türklerle ilgili kısa not: Maalesef durum iyi değil. Orta Asya bozkırlarında göçebe yaşayan ve hayvan otlatmakla geçinen insanlardı. Sık sık federasyonlar kurar, dağılırlardı. Yağmacılık de en önemli faaliyetlerinden biriydi ve bu yağmaların en büyük motivasyon kaynağı “kadın” idi. Göçebelerin kültür inşa etmeleri çok zayıftır. İslam onlara ihtiyaç duydukları kent kültürünü verdi ama onlar o kültürü “kasaba” kültürüne evrilttiler ve hala o şekilde devam ediyor. Enerjik ve dinamik bir halk. Sadece iki konuda dünyanın en iyisi oldular. İlkçağda süvarilik ve okçuluk, 17. yüzyıla kadar da topçuluk. Dünya siyasetinde iki kere evrensel düzeyde iz bıraktılar: İlk olarak Cengiz Han’ın ordusunun yüzden seksenini oluşturarak yaptılar bunu. Bu etkiyi yazar atom bombasının etkisine benzetiyor. İkinci olarak da 16. yüzyılda dünyanın en büyük süper gücü oldular. Askeri anlamda elbette. Kendilerinden pek bir umudum yoktur.

İyi günler.

Not: Bu yazıda goygoy ögeleri de bulunmaktadır.

nitelikli goygoy, siyaset, Tarih, Uncategorized kategorisine gönderildi | , ile etiketlendi | Yorum yapın

Allah Belanızı Versin 5

*Sattığı en önemli şey çay olduğu halde onu çok kötü yapanlar…Ve arkadaşlar kaave çayları genelde berbat oluyor. 20 sene aynı işi yapıp da o işi nasıl beceremiyorlar anlamıyorum. Aslında anlıyorum, TR’de gittiği mekanda yediğine içtiğine değil de ambiansa bakıyor insanlar.

*Kapri giyen kıllı bacaklıyı süzenler…Belki o insan kapri sendromunu beş senede ancak aşabildi ama siz onun bacaklarını süzerek onu yedi sene geriye atıyorsunuz. Allah belanızı versin 

nitelikli goygoy, Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Harika Bir Gündü 20 – Erzurum, Bayburt

Erzurum ve Bayburt’a yaptığım gezinin fotoları ve ayrıntıları için tıklayınız.

mimari, Seyahat, Tarih, Uncategorized, Yiyecek İçecek kategorisine gönderildi | , , , , ile etiketlendi | Yorum yapın