Gencer Ergünay’ın Bir Günü

O gün kafamda bir tuhaflıkla uyanmıştım. Kafam hafiflemişti. Bir gün önceki ağırlığı tarif etmem çok zor. O ağırlık yok olduğu için kendimi ve kafamı tuhaf buluyordum. Sanki yaşadığım süre boyunca o ağırlığı kaldırmıştım ve de yaşayacağım süre boyunca da kaldıracaktım. Yunan mitolojosindeki ebedi cezalara çarptırılmış karakterler gibi hissediyordum kendimi. Seçenek sunsalar kafamdaki ağırlığı verir, her öğlen bir kartalın gelip ciğerini yiyen adamın cezasını alırdım yerine. Kartalları hep sevmişimdir.

Bir önceki gece elimde iki seçenek vardı. Uzun süredir uyuyamadığım için ya evdeki bütün şarapları, onlar yetmeyeceği için de rakıları içecektim ya da uyku hapı içecektim. Birinci seçenek daha “sağlıklıydı.” Fakat garantisi yoktu. İkinci seçenek ise mecbur kalınca yaptığım şeylerden biriydi. Aslında hayatım boyunca yaptığım şeylerin çoğu mecbur kaldığım için yaptığım şeylerdi. Tek başına avlanan bir kaplan olmayı ne kadar çok isterdim! Yaptığı her şeyi yapmak istediği için yapıyordu, yapmak istemediği hiçbir şeyi de yapmıyordu. Kaplanın hayatında KPSS, otomatik ödeme talimatı, akraba ziyareti, triger kayışı değiştirmek, spor yapmak, bir romanı bitirmeye çalışmak, yıllık plan, Trendyol’un verdiği iade kodunu not almak, kablosuz mouse’ın düğmesini kapatmak, fikrine katılmadığın arkadaşını kırmamaya çalışmak, bir toplantıyı küfürler ederek terk etmemek için kendini zor tutmak gibi şeyler yoktu. Kaplanları hep sevmişimdir. Tabii ki erkek kaplan olmak isterdim.  

Kafamda bir tuhaflıkla uyandım ve kahvaltı yapmak üzere mutfağa gittim. Bir kaplan değildim ama yediğim şeylerden keyif almaya bayılıyorum. Güzel bir çay demledim. Ekmeği ısıttım. Yumurtayı dört dakika haşladım ve üzerine kekikle beraber zeytinyağı döktüm. Peynirlerim zaten pazardan özenle seçilmişti. Peynir her zaman önemli olmuştur benim için. Zeytinlerim Hatay’dan gelmişti. Domatese o kadar özendim ki anlatamam! Güzelce kahvaltı yaptım.

Kafamı yükle doldurmamalıydım. Düşünmemeliydim. Takmamalıydım. Bu kadar kolaydı işte! Neden daha önce aklıma getiremedim ki ben bunu! Neden kimse bana bu işin bu kadar kolay olduğunu söylememişti! Evde kimse yoktu. Karım ve kızım spora gitmişlerdi. Ben de mi spora gitseydim… O gün kaplan gibi yaşama kararı aldım.

Arabaya bindim ve bir yere gitmeyi planlamadan sürmeye başladım onu. D100’e indim. Ankara ve İstanbul yönleri geldiğinde ne yapacağımı bilemedim. İstanbul’a çok gitmiştim. Oracıkta bu aklıma geldi ve Ankara yönüne doğru yollandım. Makas ata ata ilerlemeye başladım. Makas atmaya bayılırdım. Bundan hep kaçınırdım. Ama içten içe bir şeye zorunlu olsam da makas ata ata gitsem diye geçirirdim. İlk birkaç makasta sinyal verdim, sonra ondan da vazgeçtim. Artık tam anlamıyla bir kaplandım. Bir erkek kaplan olduğumu tekrar belirteyim. Çünkü dişi kaplanın yine bir sürü sorumluluğu vardır. Ben ise o gün tam bir layüseldim.

Bir hafta önce başkanlık sistemi oylamasında benim oy verdiğim seçenek kazanamamıştı. Kafamdaki ağırlığın sebeplerinden biri de bu muydu? Hayır! Ne halleri varsa görsünlerdi! İşçi sınıfı, işçi sınıfı diye dolanmıştım yıllarca, ellerine geçsem beni bir kaşık suda boğarlardı. Kafamdaki ağırlık yaşamak ağırlığıydı, bundan emindim artık. Yaşamak ağır geliyordu. Ağır geliyordu ama yaşamayı sonlandıracak kadar ciddiye de almıyordum yaşamayı. Kafam ağrımasa yeterdi aslında. Kafamdaki sinirleri aldırsa mıydım! O zaman çok güzel yaşardım işte!

Pendik’e varmıştım. Yolun kenarında bir tekel bayi olduğunu gördüm. Sağ aynaya bakmadan yol kenarına yanaştım. Gidip tekel bayisinden bir tombul Efes aldım. En sevdiğim şeylerden biri araba sürerken apış arama bira almaktı. Bira tam istediğim gibiydi yani donmak üzereydi. Bayiyle her zamanki gibi kolayca diyaloga girmiştim. İnsanları sevmiyorken onlarla bu kadar kolay muhabbete girebilmemi düşündüm. Ben bir çelişkiler yumağı olmalıydım. Bayi, dolabı geceden kapatmayı unuttuğunu, o sayede biranın tam istediği gibi yani donmak üzereymiş gibi olduğunu söylemişti. O bira o kadar güzel geldi ki bana anlatamam!

Bayramoğlu tabelasını görünce birden oraya doğru dönüverdim. Orhan Pamuk’un kısa bir süre önce bitirmiş olduğum “Sessiz Ev” romanı orada geçiyordu. Aklıma romanda olanlar gelmişti ve Bayramoğlu’na dönüvermiştim. İnsanlara değil ama mekanlara önem verirdim. O anda Bayramoğlu’na yeryüzündeki herkesten daha çok önem veriyor gibiydim. O meydandaki parkı buldum. Arabadan inip de parka gitmek içimden gelmedi. Az ileride, deniz kenarında bir bar gördüm. Önünde durdum.

Kafam ağırlaşmaya başlamıştı yine. Bu kadar çabuk muydu? Hiç olmazsa birkaç hafta gitseydi bu boşalma. Kafamın yine dolacağını hissediyordum. Bunu hiç ama hiç istemiyordum. Ömür boyu, o birkaç saattir hissettiğim gibi layüsel hissetmek istiyordum kendimi. Garsona bir bira söyledim. Ne istediğimi sormadan bir Tuborg getirdi. Soğukluğuna baktım. Bayinin tombulu kadar soğuk değildi ama yine de soğuktu.

Manzaraya baktım. Deniz çok güzel bir renge sahip değildi. Güneş çok kaliteli değildi çünkü… Elimi çantama attım. Ne gelse ona dalacaktım. Telefon değil de kitap geldi. Charles Bukowski’nin “Komşunun Karısını Düzdüm / I Banged My Neighbour’s Lady” adlı romanıydı kitap. Biraz okudum. 2001 yılında yaşadığım şeye yaklaştığımı hissettim. O zaman da elimde “Yolları Birleştirmek” kitabı varken, birden onu elimden bırakmıştım ve dört yıl elime hiçbir kitap almamıştım. Kitap okumak eyleminin düşüncesine bile katlanamıyordum. 2010 yılında “Kinyas ve Kayra”yı bitirdikten sonra bir, beş yıl elime kitap almamıştım. Çünkü o beş yıl “Kinyas ve Kayra”yla yaşamıştım. Birçok kez o kitabı okumuştum o sürede. Bukowski’yi çok severdim ama kitabı kapattım. O kapatmanın bir komple kapatma olup olmadığını düşünmemek için telefonu elime aldım ve karıştırmaya başladım.

Önce elektronik posta hesabıma baktım. Beni farklı bir ruha haline sokabilecek bir elektronik posta yoktu. Sonra biraz Twitter’a baktım. Kimseye dalaşmadığım için Twitter kullanmanın da bana anlamsız geldiği zamanlardaydım o sıralar. Facebook’tan ise o kadar sıkılmıştım ki anlatamazdım. Bir sürü yaşlı akrabamın saçma sapan paylaşımlarıyla doluydu Facebook. Yine de bakayım dedim. Yukarıdan aşağı indim biraz. Ahmet Culcuoğlu’nun “Dört Olanak ve Türkiye Sosyalist Hareketi” başlıklı yazısını gördüm. Yazı “Baran Doğan’ın dikkatine…” notuyla paylaşılmıştı. “Kim bu Baran Doğan?” diye düşündüm. Yorumlara bakınca kendisini gördüm. Görür görmez kendisine ısındım. Gizemli ve alaycı birine benziyordu. Matrak olduğu da aşinaydı. Biraz sayfasında gezindim. “Dünyanın En İyi Birası” yazısını gördüm. Yazıyı büyük bir zevkle okudum. Kendisinin o biradan çok keyif aldığı yazının her harfinden belli oluyordu. Bir biranın en fazla ne kadar iyi olabileceğini düşündüm. Donmak üzere olan bir tombul Efes beni benden alabilirdi ama bir bira için böyle bir yazı yazabilmek bana tuhaf geldi. Hemen o birayı denemek istedim. İsmini akılda tutmak zordu. Weihenstephaner diye iyice ezberledim ve garsona işaret ettim.

-Buyur abi!

-Weihenstephaner birası var mı?

-Efendim abi?

-Weihenstephaner birası var mı?

-Ha, şu yeni gelen Alman birası. Var abi.

-Bir tane getirir misin bana şefim.

Biraz sonra birayı getirdi. İlk dikkatimi çeken renginin güzelliğiydi. İlginç bardağı de kafamı bir süre meşgul etti. Köpüğü çok güzel salınıyordu bardağın ağzında. Bardağı elime aldım. Buz gibi değildi ama zaten yazıda bu biranın buz gibi içilmemesi gerektiği yazıyordu. Bir yudum aldım biradan. Kafam yine bir tuhaflıkla doldu. Hemen Baran Doğan’a arkadaşlık isteği gönderdim. Kendimi 20 deneme sonunda nihayet bir av yakalamış olan bir kaplan gibi hissediyordum.  

Bu yazı Uncategorized kategorisine gönderilmiş ve ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.