Hayatın Anlamı Nedir?

Hayatın anlamı nedir?

Hayatın anlamı var mıdır?

Bir gün bakmışlar ki topal karınca yola çıkmış, “Hayırdır karınca, nereye gidiyorsun?” demişler. O da “Hacca gidiyorum,” demiş. “Ama oraya varamazsın ki, varamadan ölürsün.” demişler. O da “Olsun, en azından hac yolunda ölürüm.” demiş…

Ben de diyorum ki senin kafanı seveyim karınca!

Bu hikâyeden etkilenecek insan sayısı çoktur ama bana etkileyici gelmiyor. Karıncanın tutumu doğru da gelmiyor. Hayatın anlamıyla ilgili düşüncelerimi yazmak istedim…

Neden yazmak istedim? Çünkü bir sohbetimiz esnasında hayatın anlamsız olduğunu ve de umutsuz biri olduğumu söylediğim bir arkadaşım (sağ olsun) bana bir kitap verdi. Nazi kamplarından sağ çıkan, Yahudi bir psikiyatr olan Viktor Frankl’ın çok satan kitabı “İnsanın Anlam Arayışı” adlı kitabını bana verdi arkadaşım. Ben de kitabı okudum. Düşüncelerim değişmedi. Sonra düşündüm de aslında umutsuzluk ve anlamsızlık konusunda kendimi iyi ifade edemediğime kanaat getirdim.

Genel olarak şöyle belirtmek istiyorum: İnsanı natürel durumlar çerçevesinde ele almak ve değerlendirmek eğilimi içerisindeyim. Ona ve yaşantısına yüce, ruhani, ne bileyim mitoslarla şekillenmiş “anlamlar” yüklememek eğilimindeyim. Onu, diğerleri gibi bir hayvan türü olarak kabul edip, onun sadece yüksek bilinç düzeyi sayesinde bu yollara girdiğini düşünmek eğilimindeyim. Yani tam bir “hayvan” gibi düşünüyorum!

Umutsuzluk mevzusu daha kısa bir şekilde ele alınabilir. Umutsuzum derken hayatımın önemli bir bölümüne etki etmiş olan sosyalizm, komünizm mevzularında umutsuzum! Bu umutsuzluk hem bunların gerçekleşme ihtimallerinin düşüklüğünden (yokluğundan) kaynaklanıyor hem de gerçekleşirlerse bile bunların insanın doğasına tam olarak uymadıklarını düşündüğümden kaynaklanıyor. Bu başka bir yazının konusu. Yazmaya gerek var mı ondan da emin değilim. Çünkü bunlara inanan insanların fikirlerini değiştirmek imkânsızdır. Onun dışında umut vardır. Yani bir şeyler yapılmasa bile, bazı mücadeleler verilmese bile dünya daha iyi bir yer olmaya doğru gitmektedir, gidecektir. Tarihsel bakmak lazım. Evet, son bir yılda Gazze’de binlerce çocuk öldü. Ama çok değil 100 yıl önce milyonlarcası ölüyordu. Eskiden, çok eskiden dünya çok daha güvensiz, vahşi ve yorucu bir yerdi. Gelecekte şimdikinden de daha güvenli, konforlu ve sakin bir yer olacak. Ama soru şöyle gelirse “Peki, insanlar gelecekte, şimdiki zamanın dünyasını düşünüp kendilerini şanslı hissedecekler mi?” Cevabım hayır olurdu. Rahmetli Volkan Konak ne demiş: Herkesin bir derdi var, durur içerisinde. Kimisi kaplana av olmamak derdindedir, kimisi ev kredisini bitirmek derdindedir, kimisi de boşluktan ne yapacağını şaşırmış vaziyettedir. Her şeye rağmen burada yükselen bir çizgiden bahsedebiliriz.

Gelelim anlama.

Viktor Frankl hayatın anlamının sevgide olduğunu düşünüyor. Ben sevgiye din ve ideolojiye de katmak istiyorum. Evet, kabul ediyorum, insanlar normalde hayatlarında bir anlam, bir amaç ararlar. Bu işin genel geçer durumu budur. Ve araştırmalar göstermektedir ki hayatlarında bir anlam ve/veya bir amaç olduğuna inanan insanlar daha mutlu olmaktadırlar. Belki de beynimizin bize bir oyunudur anlam arayışı.

Sevgi, din ve ideoloji…

Tek tek bakalım:

Aslında burada şunu belirtmek isterim: Hayatın anlamı gibi iddialı bir şeyin peşine düşmek, bulunmayınca telaş yapmak, bu iddialı şeyin mutlaka olması, tanımlanması gerektiğine inanarak olur olmaz şeylere bu anlamı yüklemek yanlıştır diye düşünüyorum ben! Yani insan etrafına sürekli bakarak hayatın anlamı gibi bütün şifreleri çözecek bir şey araması yanlıştır diye düşünüyorum. Kitapta yazarın eleştirdiği bir tutum vardı. O şey bir tutum muydu bir filozofun cümlesi miydi tam olarak hatırlamıyorum. Yazar o şeyin işte çok yanlış bir şey olduğunu iddia ediyordu. O şeyde “Hayata illa bir anlam atamanın beyhude bir çaba olduğunu, belki de veya muhtemelen hayat öyle olduğu için vardı!!!” Yazarın eleştirdiği o tutum tam da benim bakış açımı, “hayvani” bakış açımı yansıtıyor. Hayat “öyle olduğu için” öyledir. Biz ona bir anlam atasak da atamasak da hayat devam edecektir. Belki de bir patlama falan olacaktır ve bütün canlılar yok olacaktır ve o patlamadan 20 milyar yıl sonra tekrar tek hücreli canlılar oluşmaya başlayacaktır. Evrim kendisini tekrar edecek; Bulutsuzluk Özlemi yine “Bir Şey Yapmalı” şarkısını her kasetlerine ekleyecek, birileri yine çikolatalı baklava yapacak, Fenerbahçe yine ikinci olacak, Erdoğan yine seçim kazanacak, Asya yine Cemşit’i tercih edecektir…

Sevgiye dönelim geri! Ben sevgi kelimesinin önüne “abartılı” sıfatını eklemek istiyorum. Hayatın anlamı varsa bile “abartılı” sevgi (gösterileri) o şey olamaz! O benim her şeyim! Ondan başka kimseyi sevemem! Ona bir şey olursa yaşayamam! Bunlar bana inandırıcı gelmez! Gerçeklerse bile bunların yanlış olduğunu düşünüyorum. Tabii burada evlat meselesinin altını çizmeliyiz. Bunu baba olunca daha iyi anladım. Yukarıda yazdığım ve saçma bulduğum cümleleri evlat için kurmanın absürt olmadığını düşünüyorum. Ve bu düşüncem de hayata “hayvani” yaklaşma tutumumu destekliyor. Hayvan türleri için genlerini aktarmak, üremek gerçekten de hayattaki en önemli şeylerden biri. İçgüdüsel olarak zaten birincisi, biz insanlar yüksek kültür seviyemiz sayesinde bunu dile getirmemeyi başarıyoruz, onun yanına başka şeyleri de ekleyebiliyoruz.  Bunu yapmak isteyip de yapamayanlar varsa onlar için gerçekten üzgün olduğumu belirtmek istiyorum. Onları rencide etmek istemem ama evlat sahibi olamamış insanların örneğin bir Lenin, bir Devlet Bahçeli, bir Ajda Pekkan falan değillerse içlerinde mutlaka bir eksiklik hissedeceklerini düşünüyorum. Evladımızı koşulsuz ve fedakârca severiz. Başka hiçbir şeyi o şekilde sevmeyiz. Çok severiz elbette. Bu paragrafta eşimize, dostumuza, allahımıza, kitabımıza, vatanım(n)ıza, milletim(n)ize olan sevgilerim(n)iz küçümsenmemiştir. Ama sıklıkta abartıldığı ve hayatın anlamı pozisyonuna atanamayacakları iddia edilmiştir.

Din? Kabul ediyorum çok etkili. İnsanlara iyi de geliyor. Özellikle zor anlarda umut aşılamak için veya katlanılan acıların etkilerini hafifletmek için oldukça işlevsel. Bunların mitos olduklarını gayet iyi bilen insanlarda bile din duygusunun yok olmadığı sık görülür. Öbür dünya vaadiyle de masaya gayet iddialı oturuyor dinler. Fakat günümüzde ortaçağ alışkanlıklarını dayatmaya çalışan İslam gibi dinlerin modern insan (genç) üzerinde bıraktığı olumsuz etki o dinlerin kuvvetinden epeyce götürüyor. O halde tarihte hep olduğu gibi yeni döneme uyum sağlayacak dinler. Hiç öyle bir yapısı olmayan İslam dininin bu sorunun altından nasıl kalkacağını hep beraber göreceğiz. Peki, İslam’ın katı kurallarını uygulamakta isteksiz olan ama onu reddedecek cesareti de kendilerinde bulamayanlar ne yapıyor? Deizm, agnostisizm, enerji, burçlar, altıncı his vs. gibi şeylere kayıyorlar. Yani insanın metafizik ihtiyacı var diyebilir miyiz? Mevcut insanın vardır kesinlikle. Ben ve yakın çevremdeki bazı insanlar onlardan değiliz ama gelecekte biz artacağız, siz azalacaksınız. Araştırmalar sosyo ekonomik seviye düştükçe dini pratikleri uygulama oranının arttığını gösteriyor. Sosyo ekonomik seviye de her şeye rağmen yükselecek bir şeyse ki ben öyle olduğuna inanıyorum dini pratikleri uygulama oranı da azalacaktır. KONDA’nın araştırmalarına bakarsanız zaten onu göreceksiniz. Ama din hayatın anlamı apoletini taşıyabiliyor mu? Babalar gibi taşıyor. Ben tersini düşünüyorum ama!

İdeoloji? Hangi ideoloji? Hayatın anlamı olarak nitelendirilebilecek ideolojilerin daha çok radikal ideolojiler olduklarını düşünüyorum. Ve öylelerdir de. Türkiye için örnek vereceksek komünizm, şeriatçılık ve Kürt ayrılıkçılığını radikal ideolojiler olarak tarif edebiliriz. Ve bu ideolojiler, onlara canı gönülden hizmet eden insanların hayatlarının anlamı ihtiyacını karşılarlar. Umut çok az olsa da olsundur. En azından hac yolunda ölen karınca gibidirler onlar. Şu aralar yükselmiş olan CHP ideolojisi veya onun karşısında son 20 yıldır AKP suretinde görünen ama ondan önce de türlü türlü isimlerle boy gösteren muhafazakâr ideoloji hayatın anlamı olma konusunda radikal ideolojiler kadar başarılı olamazlar. Öff ne uzun bir cümle oldu! Yani ana akım ideolojiler sık sık kazandıkları ve o sebeple büyülerini kaybettikleri için hayatın anlamı olmak konusunda yetersizdirler. Fakat o ideolojilerde profesyonel yönetici olanlar için o ideolojiler sıradan takipçilerden daha önemli olsa gerektir.

Sonuç niyetine: İlla hayatın bir anlamı olmalı ve onu mutlaka arayıp bulmalı şiarıyla hareket edip yukarıda bahsettiğim şu şeyleri hayatın anlamı olarak atamanın doğru olmadığına inanıyorum. Sonuç olarak bir hayvan türüyüz. Diğerlerinden farkımız gelişmiş beynimiz sayesinde soyut düşünme yeteneğine sahibiz ve bu bazen bizi yanlış yönlere sürükleyebiliyoruz. Öleceğimizi idrak edip onun üstüne çok düşünsel faaliyet gerçekleştirdiğimiz için bazı bazı savrulmalar yaşıyoruz. “Hayatın Anlam Arayışı” kitabında yazarın ayıpladığı üzere, hayatı “öyle olduğu için” öyledir. Biz öldükten kısa bir süre sonra bizi iki, üç kişi hariç kimse anımsamayacak. Ünlü bir sanatçı olsak bile eserimizi biz öldükten 100 sene sonra birilerinin beğenmesinin de hiçbir anlamı olmayacak çünkü biz o zamanlarda “var” olmayacağız. Dedim ya ben “hayvani” bakıyorum.    

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Sosyal Medya Devrimi

İnsanlık tarihini kesitlere ayıranlar katılırlar mı bilmiyorum ama bana göre yaklaşık 10 yıldır insanlık tarihi için çok önemli olan bir devrim yaşanmakta…

Devrimler daha kısa sürede olurlar genelde ama 10 sene de kötü bir süre değil bir şeye devrim diyebilmek için.

Klasik Marksist terminolojiye göre devrim, iktidarın bir sınıftan diğer bir sınıfa geçmesidir ama bence bir iktidar değişikliği olmasa bile çok büyük gelişmelere de devrim demekte bir sakınca yoktur.

Nedir bu devrim?

Tabii ki Sosyal Medya Devrimi veya 2014 Sosyal Medya Devrimi!

Evet, aşağı yukarı o yıllarda başladı sosyal medya devrimi. Belki bunun farkında değiliz, belki hiç aklımıza gelmedi ama çok büyük dönüşümlere sebep oldu, olmakta. Elbette bazı insanlar öyle bir şeyin olmadığını da düşüneceklerdir…

 Sosyal medya ne demektir? Sıradan insanların, yani ünlü ve önemli olmayan insanların ünlü ve önemli insanlar gibi seslerini diğerlerine duyurmaya yarayan internet araçlarıdır. Veya diğerlerine, çok geniş kesimlere duyurduğu yanılsamasını yaratan araçlar… Bazıları şansları yaver giderse epeyce geniş kesimlere de seslerini duyuruyorlar elbette. Ama akıştaki inanılmaz hız yine de bu ses duyurmanın bir yanılsama olmasına sebep oluyor.

2014’te ne oldu? 2014 yılında smart/akıllı mobil telefonlar yaygınlaşmaya başladı. Herkes bunları alabilmeye başladı. Yaşları 40 ve üstü olanlar, ” (sabit veya mobil) “telefon sahibi olabilmenin” ne kadar da zor şeyler olduğu dönemleri hatırlıyorlar, oysa 30, 20 yaşında olanlar için telefon sahibi olmak ekmek, su gibi bir şey… Sanırım bu yüzdendir ki sokak röportajlarında yaşlılar, genel tutumlarını beğenmedikleri gençleri telefon aracılığıyla vurmaya çalışıyorlar. “Çıkar telefonunu?” Yani ona göre o telefon “bilmem kaç milyar!” ve o sebepledir ki o telefona sahip olan bir insan kaypak, sözüne güvenilmez, şeref yoksunu bir insan! Hayır, öyle değil işte. 2013, 2014’lerden beridir cep telefonu sahibi olmak çok ucuzladı ve kolaylaştı. İnternet bağlantısı çok daha kolay, ucuz ve erişilebilir oldu. Ve dananın kuyruğu da koptu!

Ondan önce de sosyal medya vardı. Hatta sıradan insanların bir şeyler yazıp tanımadığı insanlara bunları ulaştırabilmesiyse sosyal medya, ilk yazıları 1999 yılına kadar giden Ekşi Sözlük sitesi bunun dünyadaki ilk örneklerinden biri olmalı. Smart telefonlar yaygınlaşmadan önce sosyal medya, evinde internet bağlantısı ve bilgisayar olan insanların kullanabildiği bir mecraydı ve o ikisi de ucuz değildi. Kesinlikle çok farklı şeylerdi o dönemlerdeki sosyal medya ile şimdiki sosyal medya. Zaten o dönemlerin ruhuna sahip olan Facebook’un milyar kullanıcıya rağmen, Instagram ve Twitter karşısındaki çöküşü başka bir şeyle açıklanamaz kanımca.

Mobil cihazlar herkesçe kullanılmaya başlandı ve dananın kuyruğu koptu.

Peki, nedir devrim? Sosyal medya kullanımının (çığ gibi) artmasının ne gibi toplumsal sonuçları oldu?

Bence en büyük toplumsal sonucu insanların birbirlerine benzemeye başlamasıdır. Türkiye toplumu birbirine benzemeyen iki büyük, hatta iki buçuk büyük (Kürtler) toplumsal yığından oluşur. Bu yığınların temsilcileri arasındaki ideolojik savaş Türkiye’nin 100, 150 yıllık tarihinin özetidir. Vahşi kırsal kesimleri mesken tutmuş milyonlarca insan ve o insanların şehirlere göç etmiş ama yaşam tarzlarını değiştirmeden yaşamaya devam eden akrabaları merkez sağ partilerinin oy deposu. Bu insanların düşünce ve davranış kalıplarının şekillenmesinde vahşi kırsal kesim belirleyici olmaya devam ediyordu. O yüzden hep onlar kazanıyordu. Kapalı toplum yapıları renksiz ve sığdı. Bu kesim sosyal medya kullanımı sayesinde çok ciddi kan kaybı yaşamaktadır. Burada bahsettiğim kan kaybı entelektüel bir aşama kaydetme değildir. Bunu kast etmiyorum. Bu kesimlerin gençlerinin sosyal medya sayesinde tanık olduğu yaşamlar, bu ideolojik kampın kafasındaki yaşam tarzıyla, toplumsal alışkanlıklarla çelişmektedir. İşte bu yüzdendir ki seçimler söz konusu olduğunda hala (?) istediğini alan bu ideolojik kamp, arzulanan yaşam tarzına cevap verememektedir ve onunla savaşmaya gücü yetmemektedir.

Diğer kamp ise daha çok şehirlerde yaşayan, Cumhuriyet ideolojisinin etkisi altına çoktandır girmiş olan diğerlerine göre yaşamayı, eğlenmeyi, gezmeyi, tozmayı, ne bileyim flört etmeyi daha iyi bilen insanlar… Bu kesim için de diğerlerine nazaran entelektüel anlamda arada uçurum olduğunu iddia etmiyorum. Lümpenlik ve bayağılık bunlara da sirayet etmiş ama diğerlerinden bir adım ileride oldukları da bir gerçek. Sosyal medya sayesinde bu kesimlerin yaşam tarzları diğerlerince görülmektedir ve hatta o “ışıltılı hayatı seçmek için” illa zengin olmak gerekmediği de açıkça ortaya çıkmaktadır. 21 yaşındaki Ordu Aybastılı genç kendisiyle aynı ekonomik gelire sahip olan bir akranının Aydın’da “ışıltılı” bir hayat yaşadığını; gezdiğini, tozduğunu, kızlara takıldığını, daha enteresan diziler seyrettiğini, farklı kıyafetler giydiğini görüyor ve dönüşüm sürecine giriyor. Belki Ak Parti’ye oy vermeye devam ediyor ama aklında gülmek, eğlenmek, dans etmek, denize girmek, içki içmek, kızlara özgürce dokunmak, oruç tutmamak, boy abdesti almamak var. İşte bir gün gelecek ve Ak Parti’ye oy vermemeye de başlayacak. Cak Parti ona daha çok hitap edecek.

Bence iki buçuğuncu toplumsal kesim olan Kürtler de burada kaybeden durumundalar. Çünkü eskiden Kürtler daha homojen bir halktı ama son 10 yılda artık o kadar da homojen olmadıklarını görüyoruz. Önemli konularda, hayattaki en önemli şeylerin neler oldukları konusunda Kürtlerin “çoğunluğu”, eskiden Kürt siyasi harekâtının arzu ettiği gibi düşünürlerdi. Fakat şimdi bana öyle geliyor ki artık o “çoğunluk” içerisinde, hayattaki en önemli şeylerin neler olduğu konusunda önemli oranlarda fikir ayrılıkları var. Bu oran henüz diğer oranı yenebilecek düzeyde değildir diye düşünüyorum ama giderek güçlenmektedir. Ve bu dönüşümün arkasında sosyal medya üzerinden farklı insanlarla ve farklı hayatlarla girilen etkileşimlerinin etkisi olsa gerek. Bir de şu var: Işıltılı hayatlar hem de erişmek için zengin olmanın şart olmadığı ışıltılı hayatlar bu kadar göz önündeyken, insanları gençleri büyük ve acılarla dolu mücadeleler vermeye ikna etmek ne kadar kolay? Kolay mı? Bu mücadeleyi verenlere sorarsak eminim sıkıntı olmadığını söyleyeceklerdir ama ben öyle olmadığına inanıyorum.

Aslında bu yazıyı değil de KONDA araştırma şirketinin 2008’den beri yaptığı yaşam tarzı çalışmalarının son raporunu yorumlayan bir yazı yazmayı planlıyordum ben. Ve orada yıllardır gözlemlediğim bu dönüşümün gerçekleşmekte olduğunu gördüm. Bu dönüşümlerin arkasındaki en önemli itici gücün iletişim olanaklarının eskiye nazaran çığ gibi artması olduğunu düşündüğümden dolayı sosyal medya devrimini ele almaya karar verdim.

Bu gerçekleşenler iyi şeyler mi kötü şeyler mi? Salt birisi değil. Elbette yeni durumun olumsuz yanları da var. İnsanların gerçeklik algılarının kayması, ilgi görmek için olmadık sakatlıklara başvurmaları, şeylerin değerlerinin ucuzlaması, aciliyetin yaşamın neredeyse normali haline gelmesi gibi olumsuz sonuçlar da listelenebilir. Ama ben astar ve yüze baktığımda her şeye rağmen yüzün daha pahalı olduğuna inanıyorum. Her şey çok güzel olacak! Veya olmayacak ama değişik olacak. Bunu da  engellemeye kimsenin gücü yetmeyecek. 

İnsanlar arasındaki sorunları çözmenin şifresi o insanların birbirlerine benzemeleridir. Batı dünyasının uzun zaman önce atmış olduğu bu adımları, bir Doğu toplumu olarak bizler yeni yeni atıyoruz ve o adımların sancılarını yaşıyoruz. Her şey çok güzel olacak. Bir de ekonomi biraz daha iyi olursa Şam’da kayısı. Neyse Şam olmasın…      

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Yeşil Peri Gecesi

Edebiyat dünyasındaki üçlemelere ihtiyatlı yaklaşırım. Çünkü bazen yazarın “üçleme” olarak düşünmediği eserler topluluğuna üçleme deniyor. Bazen de ilk eser tutunca, yazar garanti yoldan yürümeyi seçiyor ve eserin devamını kaleme alıyor. İlk roman çıktığında o romana “Bir” ibaresi ekleyen var mıdır? İşte o yazar bana daha tutarlı gelir.

Neyse…

Üçlemeler genelde iyidirler aslında. Ayfer Tunç’un da bir üçlemesi var. Üçleme olarak planlanmadığı kesin bence. Hatta yazar, ilk roman umulduğu kadar sansasyonel olmayınca sanki işi inada bindirmiş gibi. Çok da iyi yapmış! Zira üçlemenin ikinci romanı olan ve bugün değineceğim “Yeşil Peri Gecesi” çok çok iyi bir roman! Yazar sansayonel bir kitap yazmayı başarmış.

Aslında ben üçlemeyi okumadım. “Yeşil Peri Gecesi”ni okudum. Şu anda da ilk kitap olan “Kapak Kızı”nın yarısındayım. Üçüncü kitap “Osman”ı ise yakın zamanda okumayı planlamıyorum ki tavsiyelerine önem verdiğim insanlar o kitabın da çok iyi olduğunu söylediler.

Ayfer Tunç okumak uzun zamandır aklımdaydı. Bazı yazarların sadece isimleri bile sizi, onlar hakkında pek bir şey bilmeseniz de etkiliyor. AT, benim için öyle biriydi. Kendisinden okuyacağım ilk kitap için “Deliler Evi” (ismi normalde daha uzun bir roman) adlı roman önerildi. “Yüz Yıllık Yalnızlık” gibi sayısız karakter barındırdığı yazıyordu yorumlarda. Herkesin çok sevdiği “Yüz Yıllık Yalnızlık”ı ben çok tutmamıştım. Bazen öyle oluyor. Hepimize olur. Herkesin ayılıp bayıldığı bazı eserler bize hitap etmeyebilir. Okurken iyi bir psikolojide olmayabiliriz mesela. Doğru seçim olacağından neredeyse emin olduğum Ayfer Tunç’tan okuduğum ilk roman beni çok etkiledi.

Gelelim romana…

Nasıl bir roman? Bu soru benim için çok önemli. Birçok yazımda bahsetmiştim. Bir romandan bahsederken “Konusu ne?” diye sormak yerine “Nasıl bir roman?” diye sorulması gerektiğini düşünüyorum.

Bir kere mizantropik bir roman. Bunu ilginç buldum çünkü kadınlar pek mizantropik olmazlar. Veya erkekler kadar olmazlar diyelim. Mizantropi yani insandan nefret etmek. Onun ortaya çıkardığı yaşamdan ve toplumsal ilişkilerden nefret etmek… Nefret edilmiyorsa bile bunların türlü türlü arızalar barındırdığını ve hümanist hülyaların birer safsatadan ibaret olduklarını düşünmek…

Kadınlar erkeklerden daha “duygusal”, daha sevgi dolu olurlar. Ayfer Tunç bu romanda insan üzerine atılmış, simli parıldak şeyleri silkeliyor. Genel olarak insanoğluna, özel olarak da onun toplumuna, onun ailesine, onun erkek egemen yapısına, ayrıca onun kadın saflığına da (olumsuz anlamda saflık) cepheden saldırıyor. Bu saldırı gerçekleşirken en kötü sahneler, en kötü tecrübeler, en mide bulandırıcı ayrıntılar okuyucuya sunulmadan geçilmiyor. Roman kahramanı Şermin, en kötü şeyleri yaşıyor. En kalitesiz ortamlarda bulunuyor. En büyük hakaretlere maruz kalıyor. Kendisi de fena fena şeyler yapıyor.

Bayılırım! Mizantropik romanlara bayılırım. Çünkü ben de onlar gibi düşünüyorum. Daha doğrusu şöyle: İnsanoğlu denilen sefil mahluk, idealize edildiği yerden oldukça uzakta bana göre. Aslında onun yapısını ben doğal buluyorum ama onu idealize eden felsefeler veya ideolojiler veya öğretilerle derdim var benim. Biraz da bu idealize edilme olayı kaçınılmaz gibi de bakıyorum. Sabah akşam arızalarımızı tespit edip birbirimize anlatsak iyi kötü bir düzen içerisinde akıp giden bu yaşam nasıl bir hal alırdı acaba diye düşünmekten de kendimi alamıyorum.

Ayfer Tunç benzerlerinden milyonlarca olan Anadolu aile yapısını da hedef tahtasına yerleştiriyor. Aslında hepimiz onun ne olduğunu biliyoruz. Onları sevdiğimiz, sevmek zorunda olduğumuz bize belletildiği için belki bu düşünceler bizi rahatsız ediyor veya belki de bunların fena aileler olduğu, bizimkinin öyle olmadığını düşünüyoruz ama aslında çok azımız bunlardan azadeyiz. Mevcut durumda dayanışmacı, korumacı, sevgi dolu gibi görünen Anadolu aile yapısı aslında küçük birer hapishaneden ibaret. Normalde asla yan yana gelmeyeceğimiz insanlarla, başka seçenek olmadığından dolayı can yoldaşı oluyoruz. Mevcut Anadolu aile yapısı fazla iç içedir ve aslında kişi farkında olmasa bile o kişiye sevgi vermekten daha çok, ona yük yükler. Ben aslında Türkiye’deki arkadaşlıkların da yük yükleme özelliklerinin daha fazla olduğunu düşünüyorum ama bu romanda öyle bir şey yok tabii.

Feminist bir roman mı? Sanırım değil. Feminizmi tarif edebilecek kadar iyi bilmiyorum. Ve çeşit çeşit feminizmler olduğunu da biliyorum. Ama eğer şu şey olanıysa, yani kadınlar aslında bu durumda olmazlar, onlara toplumsal cinsiyet rolleri dayatıldığı için böyleler feminizmiyse kitap için feministtir diyemem. Kitaptaki bazı kadınlar da yılan kadın rolünü çok doğal, çok canı gönülden oynuyorlar. Evet, bazı dayatmalar vardır. Bazı kadınlar olmak istedikleri insanı bu dayatmalar yüzünden olamıyorlar ama kadın doğası denilen bir şey de vardır ve ona hiçbir şey dayatmasanız bile bazı şeyleri ısrarla yapmaya devam edecektir o. Bazı şeyler hiç değişmeyecektir. Mesela genç ve güzel bir kadın hele ki Şebnem gibi bayağı güzel bir kadın, hangi zamana ve hangi mekana giderseniz gidin mutlaka öncelikle güzelliğiyle değerlendirilecektir. Ve aslında kendisi de bundan hoşlanacaktır. İki tane doktora yapmış olsa bile, bir kadını güzel bulunmak kadar hiçbir şey mutlu edemez. Kadın içgüdüsel olarak o sermayenin ne kadar önemli ve değerli olduğunu hissedecek ve hayatını ona göre konumlandıracaktır. Konumlandırabilecektir daha doğrusu. Bazen Şebnem gibi şansı yaver gitmeyebilir de…

SPOILER

Kitabın sonu sanki mizantropiyi yürürlükten kaldırıp onun yerine umut ve dayanışmayı koyuyor gibi. Katılır mısınız? Şebnem’in hayatı boyunca yaşadıkları münferit şeyler değil ama kitabın sonunda yaşadıkları münferit. Çünkü o bir roman kahramanı. İnsanlar romanlardaki gibi yaşamazlar. Şebnem gibi bireysel ve oldukça cesur olan bir isyan bayrağını çekmezler. Şans da o kadar yanlarında olmaz. Romanda kafamı karıştıran tek şey bu ani ve keskin dönüş oldu. Eğer bir romanı başarılı bulmuşsam şurası neden şöyle oldu diye sorma hakkını kendimde bulmam. Sormuyorum o yüzden!    

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.  

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Ferdi Tayfur Türkiye’dir!

“Ben Orhan’la çalıştım; Müslüm’le, İbrahim’le de çalıştım. Ferdi Tayfur’un hayran kitlesi kadar kalabalık ve fanatik bir hayran kitlesi görmedim.” Oya Aydoğan

“1977 tarihli Çeşme filmini 12 milyon insan seyretmiştir.” İnternet

A: Batan Güneş filminde Ferdi Tayfur’un sevgilisine tecavüz ettiğiniz için sokakta tepki gördünüz mü?

Tecavüzcü Coşkun: Tepki mi! Can güvenliğim sebebiyle yurt dışına kaçmayı bile düşündüm. Bütün Adanalılar sokaklarda beni arıyordu.

“1993 yılında Gülhane Parkı’nda verdiği konsere 200 bin kişi katılmıştır.” İnternet

“Türkiye’nin en büyük şöhreti Ferdi Tayfur’dur.” Hakan Altun

“Ben böyle bir fanatizm görmedim.” Ebru Gündeş

“Ferdi Tayfur’la filmim, bir yılda Banu Alkan’ı korkunç bir star yaptı.” Banu Alkan

“Bende vatan ve millet gibi olgular çok gelişkin değildir ama seve seve bir vatanımız ve bir milletimiz var diye düşünüyorum. Oranın kültürel dokusu da bizi sarmalıyor.” Baran Doğan

Ferdi Tayfur!

Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük şöhreti!

Sanat veya spor camiasında benzer şöhretler var mıdır? Şimdilerde “yaşamamış” olduğu farz edilen Hakan Şükür geliyor aklıma. Veya Tanju Çolak, Rıdvan Dilmen… Fatih Terim, Mustafa Denizli… Yılmaz Güney, Türkan Şoray, Müjde Ar, Sezen Aksu, Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses… Kadir İnanır, Tarık Akan, Cüneyt Arkın… Safiye Ayla, Arif Sağ… Bunlar büyük şöhretler ama hiçbiri Ferdi Tayfur kadar büyük şöhret olmadı bu ülkede. Siyasette kendi şöhretleri onun şöhretiyle kıyaslanabilecek olanlar bence yok değil yalnız! Örneğin Tayyip Erdoğan’ın kitleler üzerinde benzer bir etkinliği var bana göre. Muhalefet bunu yok saysa da, ciddiye almasa da Erdoğan 10 milyonlar nazarında gerçek bir star. Veya Atatürk de öyle bir olgu. O, her ne kadar ideolojik bir sürecin sonucunda var olduğu konuma gelmiş/getirilmiş olsa da Türkiye’de aşılamaz ve yenilemezdir.

Ferdi Tayfur ile ilgili bir şeyler yazmaya yukarıda alıntıladığım Oya Aydoğan beyanatını gördükten sonra karar verdim. Hak verdim kadına. Biraz araştırma yapınca da Ferdi Tayfur’un Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük şöhreti olduğu iddiasının temelinin sağlam olduğunu gördüm. Bunun sebepleri üzerine düşünmeye başladım. Neden O? Bunun bir sebebi olmalıydı…

Ferdi Tayfur’un “Türkiye” olduğu iddiası bir anekdota dayanıyor. Jean Paul Sartre ile ilgili bir dava açmışlar ve ünlü bir politikacı da “Sartre Fransa’dır!” demiş. Olay ile ilgili bildiğim ve hatırladığım yegane şeyler bunlar. Sartre Fransa ise Ferdi Tayfur da Türkiye’dir. Yani Türkiye’nin en büyük starına bakarak Türkiye’nin tüm defolarını, tüm yetersizliklerini teşhis edebiliriz. Veya tersinde gideriz (solcu tartışmalarında bu tersinden gitmek deyimi çok kullanılırdı, dikkatimi çekerdi!)

Yani Ferdi Tayfur’a bakarak halkımızın bir fotoğrafını çekebiliriz. Buna gerek var mıdır, kaç kişi bununla ilgilenir, onlar ayrı konular. Ben severim böyle işleri ve de işsiz bir insanım! Daha önce star toplum ilişkilerini inceleyen yazılar yazmıştım. Yılmaz Güney, Türkan Şoray, Müjde Ar, Arif Sağ, Neşet Ertaş ve Kemal Sunal ile ilgili yazılar yazmıştım. Son ikisini yukarıdaki paragrafta unutmuş olduğumu fark ediyorum. Oysa onlar da en büyük beş star arasına girerler…

Ferdi Tayfur’a bakmadan önce bahsetmek istediğim bir şey var: Bana göre insanın çocukluk ve de ilk gençlik yıllarında hayatına bir şekilde giren müzikler ömür boyu onun yakasını bırakmıyor. En azından benim için kesinlikle böyle diyebilirim. Arabesk müziğe o yıllarda maruz kaldım. Orhan Gencebay müziğinden ayrı bir paragraf olarak bahsedeceğim ama şunu diyebilirim ki arabesk müziğin bütün yanlışlıklarının farkında olmama rağmen onu hayatımdan aforoz edemiyorum. Çünkü ona maruz kalmışım. Veya pop müziği! Veya maruz kalmanın ötesine geçerek onunla ilgilendiğim halk müziğinin de bütün –doğru kelime seçmeliyim- “naifliğine” rağmen (diyelim) ondan vazgeçemiyorum. Dünyadaki en gelişkin müzikler olduklarından adım kadar emin olduğum klasik batı müziğini veya klasik rock müziğini –tüm çabalarıma rağmen- müzik dinleyiciliğimin orta yerine koyamıyorum. Çünkü onlara maruz kalmamışım!

En azından benim için böyle olduğunu yazdım ama geçenler de Twitter üzerinden okuduğum bir şeyler bende bu düşünceleri iyice pekiştirdi. Psiko Bilim adlı hesap bir araştırmadan bahsetti. Orada insanın en çok aklında kalan müziklerin insanın 15 yaşına ait olduklarından bahsediyordu. Ve o yaşlar civarlarına… İşte bu dedim. O yıllarda maruz kaldığım müzikler işte ömür boyu yakamı bırakmıyor. Bu deyim hoş değil biliyorum. Ve ben o müzikleri dinleyerek beynime çok mutluluk hormonu yani endorfin sağlattım. Hala da arabada giderken Ferdi Tayfur’dan son ses “Bana Sor”u dinlemeye varım…

15 yaşımda, benim için bir süper star olmasa da yeteri kadar Ferdi Tayfur dinlemişliğim vardı.

Neden Ferdi Tayfur?

Tekrar bu soruya dönelim. Şu iki şey mutlaka olmalı diye düşünüyorum: bu müzik “iyi” bir müzik olmalı ve de bu toplum Ferdi Tayfur ile özdeşleşme kurabilmiş olmalı. Hatta en çok onunla kurmuş olmalı ki daha başka “iyi” müzikleri icra edenleri Türkiye’nin en büyük şöhreti yapmamışlar.

İyi bir müzik midir bu müzik? Elbette öyledir. Ferdi Tayfur’un şarkıları kolay, akılda kalıcı melodilere sahiptir. Türkü formuna oldukça yakındırlar. Türk milletinin kolaylıkla benimseyeceği müzikal forma sahip 10’larca hit şarkısı vardır Tayfur’un. Arabesk müziğin kendisine yaşam alanı bulduğu 1970’ler şehirleşmesi (gettolaşması) Ferdi Tayfur’un 25’li, 30’lu yaşlarına denk gelmiş ve her star-toplum ilişkisinde gördüğümüz “tesadüfi kaçınılmazlık” ortaya çıkmıştır. Sözler dönemin psikolojisine çok iyi hitap eder. Acılarla yoğrulmuş olan sanatçı, çaresizlik içerisinde “Feryat” eder. E, herkes öyle gibidir zaten. Solculuk sağlam bir ideolojik temelden yoksun bir şekilde yükselmektedir ama solculuğun tabanını oluşturan insanların çoğu devrim marşlarından daha çok Ferdi, Orhan müziklerine maruz kalmaktadırlar ve o şarkıları çok sevmektedirler.    

Burada Orhan Gencebay paragrafını sıkıştırayım. Saz çalan bir insanım. Ferdi Tayfur şarkılarını bir kere dinlesem sazda çıkarabiliyorum. Hatta şarkı devam ederken bile ne geleceğini kestirebiliyorum çünkü o melodi yapısına sahip şarkıları, türküleri daha önce defalarca çalmışım… Ancak Orhan Gencebay şarkılarını, sahibinin onları elinde bağlamayla bestelemiş olmasına rağmen kulaktan çalamıyorum. İddiam odur ki Gencebay kadar müziği bilen, onun kadar yetenekli müzisyen Türkiye’de çok azdır, belki de yoktur. Yaptıkları birer devrim niteliğindedir. Müziği teknik olarak değerlendirmeyi bilmeyen insanlar bu değerin farkına varamıyorlar ve onu evet sosyo-politik olarak oturduğu yerle değerlendiriyorlar. Ben değerlendirmemi tamamen teknik olarak yapıyorum. Eşsizdir! Sosyo-kültürel olarak oturduğu yere kefil olamam. Kişilik olarak sergilediği performansa da kefil olamam. Müzikalite olarak, teknik olarak Gencebay müziği erişilemezdir, eşsizdir! Gencebay müzikalitesi 100 üzerinde 95’se Ferdi Tayfur müzikalitesi 72 falan olmalıdır. Peki, o halde neden Gencebay değil de Tayfur Türkiye’nin en büyük şöhreti oldu? Minibüsçüler arasında veya daha doğrusu eğitimsiz işçi kesimleri arasında Ferdicilik, Orhancılık rekabeti olmasına rağmen neden Ferdi? Sanırım özdeşleşmeyi daha iyi başardı…

Özdeşleşmeye gireceksek sesinden başlamalıyız diye düşünüyorum. Aslında ses yukarıdaki paragrafa yani müzikalite bölümüne ait bir özellik ama Ferdi Tayfur’un sesi, şarkı söyleme tarzı onun özdeşlemeyi diğerlerinden çok daha iyi yapmasının arkasındaki en önemli sebeplerden biridir diye düşünüyorum. Yani hepinizin bildiği üzere o ağlak, o feryat eder gibi olan ses halkımızın gönlüne dokunmuştur. Onu samimi bulmuş olmalılar bu yüzden. Kendilerinden biri gibi kabul etmişlerdir. Mesela Orhan Gencebay’da o halk adamı imajı yoktur. O yıllarda filmler de çok önemliydi. Gencebay’ın filmlerinde şamar oğlanı olduğunu hiç hatırlamıyorum. Gencebay’ı hep Abdurrahman Palay konuşmuştur örneğin. Yani Yılmaz Güney’i, Cüneyt Arkın’ı konuşan şu nayır, nolamaz diyen adam… Ferdi Tayfur’u ise Esen Günay konuşmuştur hep. Kadir İnanır’ı konuşan adam, o ses yani… Palay kadar bir alfa erkek sesi değildir Günay. Garibana da gider.

Şarkılarında resmen ağlayan, filmlerinde ağadan kırbaçla dayak yiyen (Çeşme, 1977) Ferdi Tayfur’un tipi, siyah saçları, kara gözleri de özdeşleşme için biçilmiş kaftandı bana göre. Tip önemlidir, her şeyde önemlidir! Gencebay’ın da uzun olmayan bir boyu vardı ama kaslı, formda yapısı veya zorlasan Avrupai olabilecek tipi onu yine farklı bir mertebeye koyuyordu. Kara, kuru Ferdi; halkımıza daha çok benziyordu. Ve ağlıyordu! Ve feryat ediyordu!

Türkan Şoray’ın oynadığı “Sultan” (1978) filmini hatırlayın. O film “güncel” bir filmdir. İkinci Boğaz köprüsünün geçeceği gecekondu mahallesindeki evler birer birer arsa simsarlarına satılırken güncellik kendisini gösteriyordu. Güncellik bir de mahalleye gelen Ferdi Tayfur filminde gösteriyordu. Cümbür cemaat herkes filme gidiyordu. İnsanlar perdeye tezahürat yapıyordu. Şarkıyla kendilerinden geçiyorlardı. Kavga ediyorlardı. Ağlıyorlardı. Bağırıyorlardı. Çocuk doğuruyorlardı. 40 milyonun, 12 milyonunun “Çeşme” filmine gittiği yazıyor internette. Hepsi “Sultan” filmindeki gibi izledi filmi ve çıkınca dediler ki “Tamam işte! Aradığımız adam bu! Kaşı gözü boyu bosu aynı bize benziyor. Ayrıca bağırıyor, ağlıyor. Şarkıları bizim köylerde duyduğumuz türkülerimize benziyor. Marabalık yapıyor. Dayak yiyor falan. İşte Marmaris’te koy satın alacak kadar şöhret yapacağımız adam bu!”

Bence bu şekilde Ferdi Tayfur Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük şöhreti oldu. Kimse onun sınırlarına erişemedi. Sonra hem kendisinin devri bitti hem de ülkenin yarısını peşinden sürükleyen şöhretler dönemi bitti.

Kimini yakıp gitti

Kimini yıkıp gitti

Seni de alıp gitti

Bu şehrin geceleri

Ferdi Tayfur Türkiye’dir!  

Seve seve bir vatanımız ve bir milletimiz var. Onlardan kaçış yok. Bizi sarıp sarmalıyorlar. Az öteye gidin kardeşim ya, arkada boş yer var!

Türkiye Ferdi Tayfur’dur!      

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Toza Sor

Neyi soracağız?

Hayatın anlamını mı? İnsanoğlunun geleceğini mi? Evrenin sırrını mı? Tanrının var olup olmadığını mı? Kolanın formülünü mü? Nişabürekin ne olduğunu mu? Mourinho’nun Fenerbahçe’yi bu sene şampiyon yapıp yapamayacağını mı?

Neyi sorarsak soralım cevap alamayacağız.

Bunların ve diğer başka kritik soruların cevaplarını bilmek güzel olurdu, evet! Bu arada ben bazılarının hatta çoğunun cevabını biliyorum. Ama benim de ölesiye merak ettiğim sorular yok değil.

Neyse, “Toza Sor” bir kitabın adı.

Amerikalı yazar John Fante’nin en bilindik romanının adı.

Kimdir John Fante?

Kirli-gerçekçiliğin kurucusudur!

80’li yıllarda, Amerika’da bir edebiyat dergisi yazarı bu tabiri ortaya atmıştır ve Charles Bukowski bu türün “Godfather”ı yani “vaftiz babası/manevi babası” olarak kabul edilmiştir. “Toza Sor”u okuyunca Bukowski’nin neyden etkilendiğini direkt olarak anlayabilirsiniz. Zaten kendisi de bunu gizlemiyor. Kitaba bir ön söz yazmış. Orada Fante’nin kendisinin tanrısı olduğunu söylüyor. Kitabı keşfetme, ardından da yazarlık yolunu keşfetme serüveninden bahsediyor. “Kadınlar” kitabında da “Toza Sor”un en sevdiği kitap olduğunu söylüyordu yanlış hatırlamıyorsam. Ve Bukowski gibi bir serseriden beklenmeyecek bir şekilde, Fante’nin yaşlılığında ona yardım ediyor…

Bukowski’den bahsetmiştim. Bence kapıdan, avludan içeri sokulmaması gereken bir serseri. Ananıza, bacınıza fena şeyler yapabilir. Ama romanları ilgi çekici. Çok iyi, büyük bir yaratıcılıkla yazılmış metinler değiller ama ilgi çekiciler işte. O halde birisi; ilgi çekicilerse, iyi olmaları gerektiğini iddia ederse itiraz etmem. Erdem, dürüstlük, iyilik, ahlak, güzel, doğru gibi şeylerin mevcut halleriyle olduğu gibi kabul edilmemeleri gerektiğine inanıyorum. O halde bunları karşısına alan Bukowski’ye ilgi duymam benim adıma tutarlı olur. Onun vardığı noktayı da beğenmiyorum ama çıkış noktamız aynı sanırım.

Fante de iyilik, güzellik, ahlak, çalışkanlık gibi şeyleri olduğu gibi kabul etmiyor. Nasıl desem, Bukowski’den daha sofistike bir yanı var fakat! Daha bir üzerine düşünülmüş, daha bir rafine edilmiş, daha bir felsefeyle harmanlanmış bir serserilik Fante’ninki. Fante’yi kapıdan, avludan içeri sokar mıyım? Sanırım sokarım!

Kirli-gerçekçiliğin nasıl bir şey olduğu sanırım anlaşıldı. Fazla laf ebeliği yapmadan, dil oyunlarına girmeden hayatın kirli, acı veren taraflarını ele alan bir edebiyat akımı. Roman sanatının hep olağanüstü şeyleri ele alması ve aktarması gerektiğine inanmışımdır. Daha doğrusu en çok öyle romanları severim. Ama bu akımda hiç de öyle olağanüstü bir üslup yoktur. Sanki sokaklarda dolaşan serseriler kendi kendilerine konuşuyor gibidirler. Parasızdırlar. Evleri ve arabaları pejmürdedir. Karşı cinsle olan ilişkileri… Buna ilişki denir mi emin değilim. Ama denir elbette. Her şey yaşanır ve biter saygısızca. Kötü yiyecekler anlatılır sık sık. Keyif verici maddeler hayatın anlamı olmaya en yakın şeylerdir bu evrende. Onlar eleştirilemez, sorgulanamaz şeylerdir. Bence de öyledir bu arada… Keyif verici maddelerden uzak durmaya çalışan bir insan yaşamıyor demektir. Kölesi olmamayı başarmak lazımdır yalnız! Öyle de zor bir şeydir bu durum. Hem hayattaki en güzel şeylerden biri hem de en tehlikeli şeylerden biri.

Arturo Bandini, yazarın alter-ego’sudur (‘Gibi’ dizisinde yapılan espriye göre, halter ego’sudur.) Bütün (?) romanlarında aynı karakter vardır. Tıpkı Bukowski’nin tüm (?) romanlarında Henry Chinaski’nin olması gibi. Yazar olmaya çalışan bir genç çulsuzdur Bandini. 30’lu yılların Büyük Depresyon döneminde geçer roman. Ekonomik çöküş yaşanmaktadır. Toplumsal çöküşler de eşlik eder aslında bu döneme. “Dandik” eserler yazan Bandini, sefil bir hayat yaşamaktadır ve bize o hayatı aktarmaktadır. Tanrıyı, dini, aileyi ve toplumu direkt hedef alması 30’lu yıllar için bir devrimdir. Bukowski’nin aksine sadece bir kadınla yetinir. Pardon, iki. O kadınla yaşadığı saçma sapan ilişkiyi okuruz. 30’lu yıllar hesaba katıldığında bu anlatım dirty’nin de dirty’sidir. Camilla Lopez unutulmaz bir karakterdir. Bir an bile insana çekici gelmez ama ilgi çekicidir. Trajik sonu insanı hüzne boğar.

Çok beğendim kitabı. Sahte partiyi basıp, ortamı sarsan ilk romanlardan olsa gerek. Okumamışsanız mutlaka okuyun.       

Uncategorized kategorisine gönderildi | , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

“Güven”

Bitti, bitti, bitmedi!

Vedat Türkali’nin “Güven” romanını bitirdim!

Birinci cildi okuyunca “Bu Romanı Yazmalıydım” başlıklı bir yazı yazmıştım. Romandan etkilendiğimi, ikinci cildi okumadan da o yazıyı yazmamın yerinde olacağını düşündüğümü yazmıştım. İkinci ciltte olacaklar ve olmayacaklar belliydi. Tabu deviren bir roman değil “Güven”. Yazarın “Bir Gün Tek Başına” romanı o tanıma daha uygun sanki. Bir tarihi okuyorsunuz ve yarısında, eserin geri kalanının birinci bölümle aynı misyonda yazılmış olduğunu anlıyorsunuz.

Evet, birinci ciltte bıraktığımız tarih ikinci ciltte de devam ediyor. İlk yazıda belirtmiştim, Vedat Türkali çok şey bildiği gizli komünist örgüt tarihi hakkında bildiklerini yazmayı kendisine bir görev olarak atfetmiş ve o görev bilinciyle bu romanı yazmış. Yani yazmış olmuş olmak için yazılmış bir roman “Güven”. Ama bu yönüyle de benim sanata biçmiş olduğum misyonla çelişmiyor: Sanat “sanatçı” içindir. Sanatçı beklediği şeyi/ilgiyi/övgüyü/duygusal tatmini/misyon tamamlamış olma duygusunu eseri aracılığıyla elde ediyorsa ve o eser beğeni düzeyi yüksek kişiler tarafından beğeniliyorsa sorun ve de tartışılacak bir şey yoktur! Yazmış olmak için yazılmış bir roman olan “Güven” çok iyi bir roman!

Birinci ciltle ikinci cilt arasında misyon ortaklığı olsa da ikinci cildin biraz daha sarsıcı olduğunu belirtmek isterim. Neden?

Çünkü bir eserin; “Güven” adında, 1800 sayfaya sahip olan ve yeraltı komünist örgütünü arayan insanların maceralarını anlatan bir roman olduğunu biliyorsanız o roman sizde merak uyandırır, hafif tedirginlik yaratır, size bağımlısı olunası bir gerginlik yükler… Bir şekilde işkence sahnelerini okuyacağınızı bilirsiniz. Cinayetler de işlenebilir. Romandaki kişilerin en yakınlarından bile şüpheye düştüğü anların geleceğini hissedersiniz. Birinci ciltte bunları çok görmedik açıkçası. Ama ikinci ciltte…

İkinci ciltte işkenceler de yaşanıyor, cinayetler de işleniyor… Roman için çözülme, sonuca bağlanma bölümü… Yaşanılanlar insanı etkiliyor. Sarsıyor. Erdal Öz’ün “Yaralısın” romanı gibi insanı paramparça eden bir roman değil “Güven”. O romanın yaptığını yapan başka bir roman var mıdır emin değilim. Ama yine de bin parçaya bölünmeseniz de 100 parçaya bölünüyorsunuz. Polislerin emir kulu olup olmadığını düşünmüyorsunuz.

Türkali bu romanı yazdı. Romanda yaşanılanların birçoğunu yaşadı. İşkence gördü, sürgün yedi. Kendisinin hemen hemen bütün romanlarını okudum ve kendisinin bu işte yani bu halka devrim götürme işinde umutsuz olduğunu ve hayal kırıklığı duygusuyla dolu olduğunu her romanında hissettim. Dahası insanın doğasıyla bu yüce devrim olgusunun bağdaşmadığını düşündüğünü bütün romanlarında hissettim. Ben de öyle düşüyorum. “Her Şey Sınıfsal Mı?” başlıklı yazımda belirttiğim üzere liberal düşüncede olan insanların daha yüksek IQ!ya sahip olduklarını ortaya koyan bir araştırma var. 1940’lı yıllarda hepi topu 100, 150 “şehirli” (yani şehirde yaşayan anlamında) enteresan tipin, 15 milyonluk bu üçkâğıtçı köylü toplumuna devrim yaptırabileceğini düşünmek için hakikaten ya aptal ya deli olmak lazım. Özür dileyerek söylüyorum, o 150 kişinin yarısı aptal yarısı da deliydi zaten! Ben de bir dönem –aptal olduğum için- bu düşünceye kapıldım. Sonra IQ seviyem o kadar da kötü değilmiş ki radikal, ütopik siyasi düşüncelerden uzaklaşıp daha liberal düşüncelere yöneldim. Devrimle olmasa bile tarihin doğal akışı içerisinde bütün toplumlar gibi TR toplumu da daha iyi hale gelecek, daha gelişecek. Marksist tarihçi Hobsbawm’a göre TR toplumu dünyada değişime en dirençli toplumlardan biridir. Ben de ekliyorum ki değişime karar verdiği zaman da bunu en hızlı gerçekleştiren toplumlardan biridir. Dengesiz yani. Öngörülemez bir toplum.

Vedat Türkali de devrimin olmayacağını çok net biliyordu ama gençliğinde onun hayatına büyük anlam ve heyecan katmış bu olayın etkisinden ömür boyu kurtulamadı. Her romanında bu konuyu işledi. Arızalı insan doğasını ortaya koymaya çalıştı her romanında. Nihayet “Güven”le de son noktayı koydu. Ölenler öldü. İstanbul şiirinde “Boşuna çekilmedi bunca acılar” diyordu ama sanki boşuna çekildi der gibiydi her romanında.

(ANADOLU) CİNSELLİ(Ğİ)K

Her romanında işlediği bir diğer konu da cinselliktir. Benim Anadolu cinselliği dediğim şeydir biraz da. Nedir Anadolu cinselliği? 31, kerane, eşek, Aydemir Akbaş’ın mavi slip donu, oğlancılık, kayınço elti görümce kaynana dörtgeni gibi dörtgenler ve ömür boyu devam eden travmalar… Bin bir baskı ve efsaneyle kıstırılmış, maruz olanların hayatlarını oldukça etkileyen bir olgudur Anadolu cinselliği. Kadınlar için ayıp (kendileri de erkekler kadar meraklısı değildirler ya), erkekler için mücadele başlığı, eş cinseller içinse intihar sebebidir “Anadolu” cinselliği. Bu romanda üff üff! Kör tuttuğunu! O yıllarda cinsellik bu kadar serbestçe yaşanmıyordu. Daha doğrusu gizlice yaşanıyordu, insanlık tarihi boyunca yaşandığı gibi. Ama işte bu devrimci insanlar toplumun ön yargılarından “biraz daha” sıyrılmışlardı. Biraz daha ama tamamen değil! Bakire olmadığı için Necla’yla arasına duygusal mesafe koyan anlı şanlı devrimci Turgut’tan hala var. Hobsbawm’ın dediği gibi TR toplumu dünyada değişime en çok direnen toplumlarda biri. Ve benim düşüncemi de tekrarlamak istiyorum: Değişimin kaçınılmaz olduğunu sezdiği anda da inanılmaz bir hızla değişen bir toplum. Yakın zamanda sosyal medya aracılılığıyla yaşanan flört devrimi de bunu kanıtlıyor. Geçen Twitter’da bir türbanlı paylaşımı vardı: “Bekaretimi kaybettim ama onurumu değil!” yazıyordu. Böyle işte. Dünya devrimini kovalayan (özünde köylü) Turgut, devrimci sevgilisine bakire olmadığı için gönül koyuyordu ama 100 yılcık bile geçmeden, Büşra Nur bacı tabuları deviriyordu. En azından dürüstçe… Yakında erkek arkadaşıyla eve çıkan Büşra Nur, ailesini evine iftara çağıracak ve herkes mış gibi yapacak. Bir 50 yıl sonra onu da yapmayacaklar. Büşra Nur’un kızı Alin Su öff öff! Tarih yazacak.

Romanda cinsellik resmen başrollerden birinde. Türkali bu bela konunun o kıstırılmış toplumda ne sorunlara sebep olduğunu çok iyi tahlil etmiş. Peşini bırakmıyor bu konunun. Tıpkı diğer romanlarında bırakmadığı gibi. Fotoğraf çekiyor.

UMUT VAR MI?

Dünkü “Her Şey Sınıfsal Mı?” yazımda bahsettim. Bence eşitsizlik insanın kaderi. Eşitsizlik deyince kötü bir duygu yükleniyor insana. Farklılıklar mı desek? İnsanın da dâhil olduğu bir biyolojik takım olan primatlar doğada fiziksel dezavantajlarının üstesinden gelmek için karmaşık sosyal ilişkiler inşa etme yoluna gitmişlerdir ve de entrikacılığı çok iyi kullanmışlardır. Şimdi insanız, Madagaskar’daki lemur değiliz elbette ama milyonlarca yıllık alışkanlıkları bir anda atmak olmuyor. Eşitlik diye bireylerin öne çıkma güdülerini engellerseniz bu durum şu anda tahmin edemeyeceğimiz sorunlara sebep olur diye düşünüyorum. Dolayısıyla bunun için umutlanmak yersiz. Dolayısıyla da umut var! Anadolu cinselliği gibi isim babası olduğum başka bir şey daha var: Makul orospu çocukluğu… Batı toplumları gibi alt tabakadaki insanlara insanca yaşama koşullarını sağlayacaksınız, bununla birlikte bireylerin öne çıkma dürtülerini de bastırmaya çalışmayacaksınız. Bir düzen tertip olacak. Bence TR bunu başarabilecek olanaklara sahiptir.

Makul orospu çocukluğu, hemen şimdi!      

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.     

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Her Şey Sınıfsal Mı?

Değil!

Birçok şey sınıfsal ama her şey sınıfsal değil!

Sınıfsal derken işçiler ve patronlar arasındaki bir çelişkiden bahsetmiyorum. Hayattaki birçok şey ekonomik çıkarı gözeterek yapılır evet, ama her şey bunun için yapılmaz. Tarihte ilk kez enikonu Karl Marx tarafından ortaya atılan sınıflar mücadelesi olgusunun insanlık tarihi boyunca doğru dürüst sorgulanmadığını ve eşitsizliğin içselleştirildiğini görüyoruz. O halde Marx yanılmış olabilir mi? Eşitsizlik acaba insan doğasının bir çıktısı olabilir mi?

 Marksizme tıpkı bir dine bağlı gibi olan solcuların tüylerinin diken diken olduğunu hissediyorum. Çünkü bunu yapmasalar 10 yıllar boyunca yanlış bir hayat yaşamış olacaklar. Tıpkı 2015 yılında sudan çıkmış balığa dönen “bir kısım” MHP’li gibi…

Bir Twitter hesabı keşfettim: Psiko Bilim adlı bu hesap yayınlanmış ciddi makaleleri, araştırmaları okuyor ve yorumluyor. Araştırmanın vurucu yanını ve özünü paylaşıyor. Orada ateizm ve liberalizm gibi düşüncelere meyil veren insanların IQ’larının daha yüksek olduğunu ortaya çıkan bir araştırma gördüm. Hak verdim. Liberal demek TR solu için küfür gibi bir şeydir. Oysa radikal, ütopik düşüncelere, siyasi akımlara kapılmaktan ziyade toplumun tarih içerisinde doğal olarak daha iyiye gideceğini görmek bence daha akıllıca. 30, 40 yaşında olanlar doğru dürüst bir mücadele olmamasına rağmen gündelik hayatın nasıl da eskiye nazaran daha iyi olduğunu, toplumların nasıl da ileriye doğru geliştiğini görebilirler. Tabii bunun için ön yargılardan uzak bir şekilde bakabilmek gereklidir. Erdoğan’ın “Biz geldiğimizde bulaşık makinesi yoktu” şeklindeki cümlesi doğrudur. Şimdi her evde bulaşık makinesi olması Erdoğan’ın özel başarısı değildir elbette ama kabul edelim ki bu doğrudur. 1900’leri başında bir kadının ev işlerine ayırdığı vakitle şimdi ayırdığı vakit arasında uçurum vardır. Bunu erkekler mi bahşetmiştir? Feministler mücadeleyle mi bunu kazanmıştır? İkisine de hayır. Toplumlar doğal olarak gelişmektedir. Ha, TR kadınları hala 1900’lerin başındaki kadar ev işlerine vakit ayırmaktadırlar, buna bayılmaktadırlar ama o da onların kerizliğidir kesinlikle!

Soruya tekrar dönelim… Her şey sınıfsal mıdır? Tekrarlayalım: Değildir!

Kısa bir süre önce Twitter’da birisi bir hamburger görseli paylaştı. Denizden çıkmışsındır… Annen hamburgerin hazır olduğunu söyleyerek seni çağırmaktadır… Halk plajlarında satılan kalitesiz bir hamburger ve daha önce çokça kez kullanılmış olan yağda kızartılmış kötü patates kızartması vardı görselde. Kullanıcı “sinifsaldir mesela” notuyla paylaşmış görseli.

O kötü hamburgeri yiyebilmek “sınıfsal” mıdır? Benim de içinde bulunduğum epeyce bir insan ilk kez denize 15, 16 yaşlarında girdi. Çoğu o hamburgeri yiyemedi, evden getirilen atıştırmalıkları yedi. Benim dâhil olduğum grubun dışında yer alan epeyce kişi ise denize hiç gidemedi. Bu iki grubun içerisinde denize gitmek için yanıp tutuşan ama parası olamadığı için gidemeyenler kadar parası olduğu halde o vizyona sahip olmayan insanlar da vardı. O kültüre dahil olmayan, o kültüre ilgi göstermeyenler de vardı. 20 milyonluk İstanbul’da deniz girmek için yanıp tutuşan insanlar bunu mutlaka başarabilirler. Üsküdar’dan kalkan Şile otobüslerine binerler, metrekareye 8 insan düşen alanda denize girerler, karınlarını da doyururlar ve tekrar evlerine dönerler.

Görseli paylaşan kişinin baktığı yer yanlıştı. O şey ilk olarak sınıfsal değildi. Kültüreldi. 70’li yılların solcularının imkânları varken Birinci sigarası içmeleri gibi bir şeydi o paylaşım. Muhafazakar bir tutumdu yani. O görsele yorum yapan birisinin iletisi de çok tartışıldı. 90’lı yılların bir memur çocuğunun paylaşımında olay doğru yerden yakalanıyordu. Aradaki kültürel farkın altı çiziliyordu. 80’lerin, 90’ların orta sınıfları şimdiki orta sınıflardan daha kalabalıktılar. Bir şeyleri elde etmek olanakları daha fazlaydı. En alt kesim yine en alttaydı ama altın üstü orta sınıflar biraz daha oransal olarak fazlaydılar. Ama işte bu iki kesim arasında aşılmaz gibi görünen kültürel farklılıklar var.

Klasik Marksist önermeyle, maaşla çalışan herkesin işçi sınıfına dahil olduğu ve dolayısıyla siyaset yaparken birleşip ortak çıkar için mücadele etmeleri gerektiği tezinin Türkiye’de karşılığı yok. Yani bu uygulanamaz.

Çünkü Türkiye’de siyaset ekonomik çıkarlardan önce kültürel bölünmüşlükler üzerinde yapılıyor. Şu son seçim sonuçları herkesi ters köşe yapmış olsa da ben bunu savunuyorum. Veya 22 yıl çok uzun bir süre ve dolayısıyla tarih aktığı için insanlar kültürel olarak da birbirlerine benzemeye başlıyorlar… Asgari ücretli ortalama bir sünni muhafazakar insan, 150 k maaş alan bir “emekçi” Aleviden tiksinir burada! Onu adamdan saymaz. Onu çevresinde istemez. Ona kesinlikle ülke yönetiminin verilmemesi gerektiğini düşünür. Ne ortak çıkarı, ne tarihsel birlikteliği! 150 k maaş alan Alevi emekçi (yazılımcı) veya asgari ücretli Kürt veya 150 k maaş alan sünni ama tiyatroya giden, kitap okuyan insan… Keraneye giden, içki içen ama modern yaşam süren o kesimlere küfredip, açıktan onlara düşmanlık yapan atölye sahibi Duran Abi ona daha yakın gelir… Duran Abi nereyi işaret ederse ona oy verir bizim asgari ücretli vizyonsuz “emekçi” kardeşimiz! Yakalasa sizi siker maazallah! Uzak durun!

Mesele o emekçiyle ekonomik olarak aşağıda veya yukarıda eşitlenmek değildir! Mesele onunla kültürel olarak eşitlenmektir. O zaman sorunlar çözülecektir. Ve bence bu da mücadeleyle olmayacaktır. Tarihin doğal akışı içerisinde, kendiliğinden gerçekleşecektir. Belki de şu seçim sürecinde olan biten budur. Bu arada mesele demişken, ben bunu mesele olarak görmüyorum. Hepsinin köküne kibrit suyu! Mesele olarak göreniniz varsa diye diyorum. Duran Abi veya o Selman Usta için yapılabilecek bir şey yoktur. Rakımızı içeceğiz, flörtümüzü edeceğiz, konserlere gideceğiz, tatillere gideceğiz ve onların dönüşmesini bekleyeceğiz. Hiç mücadeleye gerek kalmadan, en fazla 40 yıl içerisinde onlarla kültürel olarak eşitleneceğiz. CHP iktidarı o zaman gelecek veya işte o, isim babası olduğum CAK Parti iktidarı! Yani hiç mücadeleye gerek kalmadan 40 yıl içerisinde CAK Parti iktidarı kendiliğinden gelecek! Oh mis!

Her şey sınıfsal mı sorusuna üçünce kez ve son kez dönüyoruz…

İnsan olarak tam bir provokatör orospu çocuğu olan ama aslında çok büyük bir entelektüel olan Sevan Nişanyan’ın çok doğru bulduğum bir tespiti var:

İnsan bu hayatta en çok ne için yaşadığını sormuştu birisi kendisine. Ünlü provokatör de düşündü ve dedi ki ne hayatta kalmak ne de üremek için yaşar, insan bu hayatta en çok itibar için yaşar! Yıllardır düşündüğüm ve formüle edemediğim şey belki de buydu. Neler yapmadık ki şu itibarı elde etmek için! Bu arada aslında bu formül daha çok erkekler için geçerlidir. Kadınlar güzel bir yuva kurmak ve sonra da o yuvayı çamaşır suyuyla silmek için yaşarlar genelde. Yoğurt kabı biriktirirler, 50 gram zeytini israf olmaktan kurtarırlar, dolapları düzenlerler, zaten düzgünce serilmiş olan yorganın üstüne bir de estetik yatak örtüsü sererler ve mutlu olurlar bunlar için. Sonra da burç yorumlarını okurlar. Ama erkekler itibar isterler. Ortamlarda kendileriyle ilgili övgü dolu sözler gelsin isterler. Hatta bazıları öldükten sonra bile anılmak için roman yazarlar, şarkı bestelerler, devlet/millet kurtarırlar…   

Yani eşitsizlik insan doğasının bir çıktısıdır. Birileri mutlaka birilerinden daha çok ön planda olacaktır. Olmak isteyecektir ve kaçınılmaz olarak olacaktır da… bu öne geçiş daha çok servet toplamak şeklinde olacaktır. Veya bir şekilde işte diğerlerine karşı bir üstünlük koyarak olacaktır. Bırakınız koysunlar! Bunu yapmazsanız insanın (erkeğin) var olma amacıyla oynamış olursunuz. Bu farklılaşma bazı Batı toplumlarının başardığı gibi en altı ve bir üstünü gözeterek, onlara insanca yaşam olanakları sunarak yapılırsa en ideali olur. İşte liberalizm! Devrimle bunun üzerine giderseniz, B planınız var mı? Bağlasan durmayacak olan daha etkili bireyleri nasıl idare edeceksiniz? İşte bu yüzden her şey sınıfsal değil. Bazı şeyler insanın, bireyin tutkuları yüzünden olur! Onun nefret ettiği şeyler vardır, onun hayran olduğu şeyler vardır, onun kutsal olarak gördüğü şeyler vardır ve bu etkili erkek birey milyonlarca kişiyi peşinden sürükleyebilir. Cengiz Han’ın başlattığı Moğol Dünya Savaşı’nın (aslında birinci dünya savaşı o) sınıflar mücadelesiyle alakası yoktur bence. Ailesinin ormanda bilerek bıraktığı ve fare avlayarak hayata tutunmuş bir çocuktan bir psikopat ortaya çıktı ve o piskopat dünyanın gerisinin hem mecazi anlamda hem de gerçek anlamda amına koydu! (1100lü yıllarda yaşamış bir bireyin bugün Asya’da yaşayan milyonlarca kişinin genetik babası olduğu kesinleşti.) Hitler gibi bir manyağın tüm ulusu çılgınca bir projeye zorlaması, bunu başarması sınıflar mücadelesi miydi yoksa kolektif bir çılgınlık mıydı? Hangi makul insan Almanya’nın hem İngiltere, Fransa’yı hem de Rusya’yı yenebileceğine inanır! Ama inandılar işte! İnanmasalar bile inananlar o kadar fazlaydı ki seslerini çıkaramadılar. Tarihte kazanma ihtimali %10’dan az olan nice prens, şehzade, bey, ağa isyanı vardır! Bu insanlar isteseler ömürleri boyunca bir elleri yağda bir elleri balda yaşayabilirlerdi ama itibar için çılgın maceralara girdiler. Çünkü onlara o devasa çiftlik evi ve o kasabanın yönetimi yetmiyordu. Marksizm kazansa tıpkı sıradan insanlara parasız eğitim ve parasın sağlığın yetmeyeceği gibi… Onların hayatlarını bir anlam katamazsınız, bir mitoloji veremezsiniz onları mutlu edemezsiniz. PKK hareketi o yüzden Newroz adlı, 1979 yılında kimsenin bilmediği mitolojileri yaratmaya çalışıyor.

Dünyada, insanlık tarihinde “psikolojik” olan şeyler sınıfsal olan şeylerden katbekat fazladır!

Diyerek yazımı tamamlıyorum.

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.     

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

MUTLULUK NEDİR?

Mutluluk nedir? Bana mutluluğun resmini yapabilir misiniz?

Mutluluğun resmini yapmamışlar fakat yapılan bir bilimsel araştırmayla, ona ulaşmanın bazı püf noktalarını açığa çıkartmışlar. Bu araştırmaya, bugün Psiko Bilim adlı X hesabında rastladım. Uzun süredir üzerinde düşündüğüm bir mevzuydu bu. Araştırma sonuçları, mutluluğa erişmek için aşağı yukarı benim düşündüğüm şeyleri işaret ediyor.

Bunları yorumlamak istedim…

Akıllara hemen mutluluğun göreceli bir şey olup olmadığı sorusu gelecektir. Kime göredir, neye göredir! Bazı şeylerin göreceli olduğu mevzusunun, kime göre neye göre olayının bazı durumlarda maniple edildiğini düşünüyorum. O kadar görelilik iyi bir şey olmasa gerek. Kesin şeyler de var şu hayatta. Mutluluk konusunda mesela, yoksul olmak ve onun getireceği mutsuzluk göreceli bir şey olmasa gerek… Veya fiziksel olarak beğenilmemek oldukça somut bir mutsuzluk kaynağı olmalıdır.

Bahsetmemiz gereken bir şey daha vardır ki insanoğlunun her şeye alışacağına inanıyorum. Çok büyük trajedilere hariç insanoğlu her şeye alışır! Bir de “derdini sikeyim” mevzusundan bahsetmeliyiz sanırım. Bazı insanlar ortalamaya göre çok iyi koşullara sahipler ama türlü türlü sebeplerden dolayı mutsuz oluyorlar. Bu sebeplerini bir bölümü insana hadi oradan dedirtecek cinsten. Terbiyeniz müsaade ediyorsa hadi oradan yerine diğerini de söyleyebilirsiniz.

Gelelim mi şu maddelere?

Psiko Bilim hesabından öğreniyoruz:

Bir araştırmaya göre bir kişinin yaşam memnuniyetini en çok etkileyen faktörler:

*Sağlıklı olmak,

*Dış görünümünden memnun olmak,

*Kendine ayırabileceğin boş zamanın olması,

*Bir topluluğa ait olmak,

*Aileyle vakit geçirmek,

*Üst-orta sınıfta yer almak.

Bunlar arasında bir önem sırası verilmiyor. Bence en önemli şeyden başlamak istiyorum:

ÜST-ORTA SINIFTA YER ALMAK

Yani yoksul olmamak. Yaşamayan bilmez. Yoksulluk ve onun yükleyeceği mutsuzluk da yaşanmadan bilinmeyecek şeylere örnektir. Yoksul olmak ve bir ailesi olmak… Çocuklarının isteklerini yerine getirememek… Onların gelecekleriyle ilgili kaygı duymak… Yoksul çocuk olup doğru dürüst hiçbir şeye erişememek… Bunlar fenadır. O yüzden üst-orta sınıfa dahil olmak bence büyük bir mutluluk kaynağıdır. Mesela TR için bu sınıfa dahil olmak, 200 bin TL ve üzeri bir aylık gelire sahip olmak olabilir veya 250 bin… Bu kişi yılda üç, dört kere yurt dışına seyahat edebilir. Ev alabilir, araba alabilir. Güzel bir eş tarafından seçilebilir. Çocuğunu özel okula gönderebilir. Özel psikoloğa ve psikiyatra gidebilir vs. Hiç ağlamamalı ve zırlamamalıdır.   

BİR TOPLULUĞA AİT OLMAK

Bu maddenin nokta atışı bir madde olduğunu düşünüyorum. Yıllardır böyle düşünüyorum zaten. Ben bu konuda istisna olanlardanım. Bir topluluğa ait olmak benim mutluluk katsayım üzerinde etki etmiyor ama kabul ediyorum ki insanların geneli böyle değildir ve bu durum insanoğlunun doğasıdır. Öyle olmasaydı küçücük siyasi partilerde, hiçbir umut belirtisi yokken, yüce ülküler uğruna vakit ve emek harcayan insanlara rastlanılmazdı. Çünkü o topluluğun üyesi olmak, o yüce topluluğun üyesi olmak kişiye kendisini iyi hissettiriyor. Öyle biri olmak hoşuna gidiyor kişinin. Bir nevi vicdanını da aklıyor kişi. Veya vicdan yargıcı önünde kendisini… Din ve milliyet aidiyetleri de böyle bir şey. Devletlerin bunlara yatırım yapmalarını anlamak zor değil. Devlet olmak isteyenler de yapmalı bunlara yatırım. Çünkü insanoğlu biz duygusu içerisine girerse kendisini daha mutlu hissediyor.

AİLEYLE VAKİT GEÇİRMEK

Makro biz kadar önemli olan bir şey de mikro biz’dir. Yani aile… Burada aile bağlarının sağlam olmasını koşulunu hatırlatmalıyız diye düşünüyorum. Çünkü aile var aile var! Bireylerin birbirlerine güvenli bir şekilde bağlandıkları, birbirlerine yanlış yapmadıkları ve sevgilerini hissettirdikleri ailelerde işler iyidir. Ama bunların terslerini düşünün ki vardır öyle aileler de, o tip ailelerde bu madde geçerli değildir. Aile yani çocuk yetiştirmek için sevgi dolu bir ortam hazırlanması da bence insanoğlunun seyri nereye giderse gitsin değişmeyecek, sadece güncellenecek şeylerden biridir. Belki ileride nikahlar, düğünler olmayacak ama çocuğun sevgi ve güven dolu bir ortamda büyümesi ihtiyacı ortadan kalkmayacak.   

BOŞ VAKİT

İnsanın kendisine ayırabileceği boş vaktin olması en önemli mutluluk kaynaklarından sayılmış. Bence kesinlikle doğrudur bu ama bizim toplumumuzda gerçek nedir şüpheliyim. Çünkü bu toplumda çalışmak kutsanmıştır. Çalışmayınca canının sıkıldığına inandırılmıştır insanlar. Doğru dürüst hobileri, ilgi ve alakaları da olmadığı için gerçekten çalışmayınca sıkılır insanlar. Bu davar toplum diyeyim, ne anlar boş vakitte kendisiyle vakit geçirmekten! Önemli bir madde ama biraz ışığa tutulması lazım diye düşünüyorum.

ÖNEMLİ OLAN İÇ GÜZELLİK

Hayır, değil! Önemli olan dış güzellik. Yani dış güzelliğe sahip insanlar birçok avantaja sahip oluyorlar. Kendileri bunları değerlendirmeyebilirler, o onların akılsızlığı! Mesela iri yarı olan bir erkek çocuğunun etkisiz biri olması kendi kabahatidir. Elbette IQ da önemli ama erkek çocukların dünyasında IQ yerlerde değilse, fiziksel üstünlük belirleyici olur. Kızlar için de güzellik bir altın bileziktir. Kızlar/kadınlar neredeyse sadece güzellikleriyle önem arz ederler. Bence bu mevcut durumdur. Olması gerekendir demiyorum. Dış güzellik açısında sıkıntılı bir erkeğin kendisini çekici yapabilecek daha birçok enstrüman vardır ama böyle bir kadını, varsa parası bile kurtaramaz. Genç ve bekar bir kadının erkeklere çekici gelmiyorsa çok ciddi psikolojik sorunlar yaşayacağına inanıyorum. En alttaki %5’lik kesimden eş bulabilir ancak. Bu kadın hele hele akıllı ve okuyan bir kadınsa onun vay haline! Tarih boyunca ürememiş (yani bir erkek tarafından beğenilmemiş) kadın sayısı çok çok çok azdır. Ama erkeklerde yanlış hatırlamıyorsam oran %40larda falan… SMV diye bir kavram vardır yani Sexual Market Value – Cinsel Piyasa Değeri diye çevirebiliriz. Yani bir insan başka bir insanla sevişecekse neye bakar? Elbette tipi güzel olanlar herkesten bir adım öndedir. Ama erkekler için en az tip kadar maddi güç, statü, zeka, renkli olmak gibi şeyler de devreye girebilmektedir. Hele hele maddi güç ve statü ortalığı yıkar geçer. Ama kadınların SMV’sini belirleyen şey, %99 dış güzellikleridir. Yani tip önemlidir. Beğenilmek büyük bir mutluluk kaynağıdır.

SAĞLIKLI OLMAK

Bu maddeyle ilgili de ben bir şeyler eklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Evet, sağlık önemli. Bunu hepimiz biliyoruz. Kendisi veya ailesi sağlık sorunu yaşayanlar ciddi mutsuz oluyorlar. Bu da bir gerçek. Ancak çok ciddi sağlık sorunlarını, genç yaşta kaç kişi yaşıyor? Buna da bakmak lazım. Tıp çok ilerledi. 50, 60 sene önce büyük problem teşkil eden hastalıklar artık kolaylıkla tedavi ediliyor. Ortalama insan ömrü tarihin en iyi seviyesinde. Daha da ileriye gidecek bir durumu kalmadı neredeyse. Yeni doğanlar için “tüm dünyada” beklenen 80 yıllık bir ortalama ömürden daha iyisi nedir, kaçtır? Ailesinde veya kendisinde genç yaşlarda ciddi sağlık sorunları olanları rencide etmek istemem ama şu bahsettiğim genç-yaşta-çok-ciddi-sağlık-sorunları artık istisna oldu… Nezleyi, gribi oluruz, sıkıntı yok. Bazen kolumuzu bacağımızı da kırarız. Endoskopi, kolonoskopi yaptırırız vs. Bunlar için önemli olanın sağlık olduğunu söylemek bence totolojidir.

HAYATA ANLAM YÜKLEMEK

Bu maddeyi ben ekliyorum. Hayata büyük bir anlam yüklemek, hayatta yüce bir amacı olduğuna inanmak da bence mutluluğu pekiştiren şeyler. Ben böyle düşünmüyorum. Tesadüf eseri dünyaya geldik, yaşıyoruz ve sonunda siktir olup gideceğiz. Ünlü ve önemli biri değilsek bizi 5 sene sonra kimse hatırlamayacak. Ünlü ve önemli olsak bile ne yazar! Biz öldükten sonra birileri bizi yapıp ettiklerimizle, yazıp çizdiklerimizle hatırlasa ne olur hatırlamasa ne olur! Hayatın büyük bir anlamı yok. Bu büyük anlamı bulanlar evet daha mutlu olabilirler. Bu büyük anlamı arayıp da bulamayanlar, olmadığına inanmaktan ziyade bulamadıkları için mutsuz oluyorlar. Bence yanlış yapıyorlar.

İmza: Mülayim REST    

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Muhabbet Kasetlerinin Sosyolojik ve Müzikalite Olarak Değerlendirilmesi

Başlık, sıkıcı akademik metinlerin başlığı gibi oldu ama bu yazıyı yazarken eğleneceğim için sizin de eğleneceğinizi tahmin ediyorum…

Herhalde şu hayatta en çok dinlediğim “kaset” Muhabbet 4 olmalı!

En son kaset almamın üzerinden 20 sene geçmiş olmasına rağmen o günleri hala özlüyorum. O dönemlerde müzik, yani halk müziği ve özgün müzik hayatımdaki en önemli şeylerdendi. Şimdi öyle değil. Müzik dinleyecek vakit pek bulamıyorum. Messi, Ronaldo yılları gibi kaset alıcılığı yılları da, yoğun müzik dinleyiciliği de geride kaldı…

Yazıyı başlamadan önce müzikle ilgili iki tezimi tekrarlamak istiyorum:

  1. (Akademik metin gibi olmasın bu yazı, lütfen!) İnsanın çocukluğunda, ergenliğinde hayatına giren müzikler ömür boyu oradan çıkmıyorlar.
  2. İnsanlar müziği iki şekilde dinlerler: duygusal katılımcı olarak ve teknik gözlemci olarak…

Bu iki tezi herkesi de bağlayabilir, sadece beni de bağlayabilir. Emin değilim! Beni bağlıyor ama…

Çocukluğumda hayatıma giren müzikler bir türlü hayatımdan çıkmıyorlar. Onlardan çok daha nitelikli müzikler olduğunu bilmeme rağmen, onları hayatımdan çıkartamıyorum. Müziğin niteliği ve değeri farklı iki şey. Halk müziğinin değeri elbette vardır ama onun tekdüze ve klişelerle dolu bir müzik olduğunu kabul etmemiz gerekir. Veya ne gerek var şimdi buna değinmeye… Konumuza dönelim:

Muhabbet kasetlerini çocukken ve daha sonra üniversite yıllarımda bağlama öğrenmeye çalışan bir genç olarak çok çok dinledim. O serinin zirvesi olarak gördüğüm Muhabbet 4’ü diğerlerinin toplamından daha çok dinlemişimdir.

Nedir Muhabbet serisi?

1982-89 yıllarında yayınlanmış olan bir kaset serisidir. İlk önce üç müzisyen vardır: Arif Sağ, Musa Eroğlu, Muhlis Akarsu. Daha sonra onlara Yavuz Top da dahil olur. 4’te Muhlis Akarsu yoktur, 6 ve 7’de de Arif Sağ. Biraz karışık. Ama bu işin beyni ve sürükleyici gücü olarak Arif Sağ’ı görmeliyiz. Onun olmadığı 6 ve 7 biraz yavan kaçar.

Muhabbet kasetlerini incelemek istiyorsak, yukarıdaki paragrafta yazdığım üzere, bu projenin beyni, sürükleyici gücü, süperstarı Arif Sağ’a biraz bakmamız lazım. 60’lı yıllarda Orhan Gencebay ile iki genç star bağlamacı olarak enstrümantal dinletiler vermeyi başarmış olması onu farklı bir yere koyuyor. 70’lerde arabesk müzikte şansını deneyen Arif Sağ aslında çok baskın Alevi kimliğini hiçbir zaman unutmamıştır. TRT’de ve İstanbul konservatuvarında parlak ve risksiz bir kariyer kendisini bekliyorken, bunları itmiştir ve devlet memurluğunun konforundan sıyrılıp risk almıştır. Bunu ne kadar bilinçli yapmıştır, bunun ne kadarı çıkıntı karakterinden ötürüdür bilemiyorum. Ama yapmıştır.

Ayrı bir yazıyı hak eden 1982 Şan Tiyatrosu konserinde, esasında yavan bir köylü çalgısı olarak görülen bağlamayla, ilk kez bir insan virtüözite gösterisinde bulunuyordu. Artık Arif Sağ bir stardı. Sazı çalarken kendinden geçerek alnına inen saçının perçemlerini sallamasıyla yakışıklı bir figürdü de Arif Sağ. Tip önemlidir!

Yakışıklı star Arif Sağ, hayatının en önemli iki şeyinden biri olan Alevi müziğini (diğeri de rakı) topluma sunmak için olanaklara sahip olmuştu. Araştırmalar toplumun %5’nin Alevi olduğunu gösteriyor. Belki o yıllarda asimile olmamış olanlarıyla birlikte bu oran %10 falandı. Ayrıca 70’li yılların –bana göre moda olan- solculuğu da hala diriydi. Yani o kaseti alacak bir 1 milyon insan vardı. Kaset çıktı.

Kısa zamanda bir fenomene dönüştü ve işte o süreç yedi yıl sürdü. Alevilerin TR genelinde bu kadar görünür, hissedilir, kabul edilebilir olması o tarihe kadar görülmüş bir şey değildi. Herkesin var olduklarını bildiği ama nefret ettiği, küçümsediği; uzak durulması, önemli yerlerden uzak tutulması gereken insanlardı Aleviler. Arif Sağ bu zinciri kırmıştır. Muhabbet serisinin sosyolojik boyutu budur. Yıllar sonra Çarkıfelek’e katılan Arif Sağ’a Mehmet Ali Erbil 80’li yıllardaki bir Almanya turnesinin anısını anlattırır. Alevi deyişleri söyleyen Arif Sağ’ın o turnede, o ekipte yer alması Muhabbet serisi olmasaydı, örneğin 70’li yıllarda mümkün değildi. Aleviler bu kasetlerle kendilerini kabul ettirmişlerdir. Kabul ettirmişler midir? Aslında bu sorunu cevabı halen hayırdır! TR ortalama adamı (homo ortalamus) halen Alevileri sevmez, onları beğenmez, onları çevresinde istemez, onlarla ilgili tuhaf tuhaf iddiaları sorgusuzca kabul eder. Bu kasetlerin sağladığı şey, Aleviler ilk defa “biz buradayız, varız” diye seslerini yükseltmişlerdir.

Bu arada yeri gelmişken burada açıklama ihtiyacı hissediyorum: Ben de Alevi bir ailede doğdum ama kendime Alevi diyemem. Benim için Alevilik, sünni İslam inancından “daha az saçma” bir şey değildir. İnsanoğlunun bütün spiritüel şeyleri geride bırakmasını arzu ederim ama bunun, en azından ben yaşarken, olmayacağını biliyorum. İnsanlar, özellikle de kadınlar spiritüel şeylere bayılıyorlar. İstihareye yatan Niğdeli Fatma teyzenin yaptığı, Hızır lokması dağıtan Sevim teyzenin yaptığından veya Fethiye’deki paralı öz benlik kampına katılan İlayda Su’nun yaptığından daha az saçma değil! Ama herkes Alevi olsa işime gelirdi, bunu da söyleyeyim. Benim sürmek istediğim yaşam tarzı üzerinde Aleviler baskı unsuru kuracak bir topluluk değil!

Kasetlerin müzikalite olarak değerlendirmesine geçelim. Arif Sağ Türkiye’ye bağlamada da virtüözlük olabileceğini kanıtlamış insanların başında gelir. Aslında ondan önce Orhan Gencebay vardır ama insanlar Gencebay’ın şarkılarını şarkı olarak dinlerler, bağlamada tarih yazılan eserler olarak değil! Yavuz Top’un olmadığı Muhabbet 1 ve 2 bana savruk görülür. Zaten bazı röportajlarda Arif Sağ bu kayıtların doğaçlama yapıldığını söyler. Dinlerken bazı hataları fark edersiniz. 70’li yılların muhalif ozanları, örneğin Mahsuni, Ruhi Su, İhsani veya geleneksel ozanları örneğin Davut Sulari, Aşık Veysel falan sazı çok kötü çalarlar. Bu insanlar büyük değerler oldukları için onlara laf söyleyemezsiniz ama gerçek budur. Sazı ilk defa “adam gibi” çalan birileri gelmiştir. Eksiklidir ama diğerlerinden daha iyidir.

Yavuz Top’un 3’te gruba katılmasıyla müzikalitede belirgin bir yükseliş olur. Artık rakı masasındaymış gibi değildir kayıtlar. Daha derli toplu ve teknik olarak bağlamayı konuşturan eserler gelmiştir. Bu işin zirvesi olarak gördüğüm Muhabbet 4’te Muhlis Akarsu yoktur. Merhuma saygım sonsuz, çok güzel türküleri de var ama onu dinlemekten haz aldığımı söyleyemem maalesef. 4’te daha önce pek eşi benzeri görülmemiş güzellikte saz çalar üçlü! 5’te Akarsu yine gelir. 5, 4’ün üzerine çıkamaz. Sonra Arif Sağ iyice star olduğu için, veya SHP milletvekili olduğu için, veya da yüksek egolu ve çıkıntı karakteri artık diğerlerince çekilmez olduğu için 6 ve 7 Sağ’sız çıkar.

Bu kasetlerle bağlamada devrim yapılmıştır. TRT’nin dayattığı bozuk düzen akortlu, uzan sap bağlamalar terk edilmiş onun yerine bağlama düzeni akortlu kısa sap bağlamalar gelmiştir. Alevi deyişlerini çalmak için çok daha iyidir bu kısa sap bağlamalar fakat daha sonra o da bir nevi tahakküme dönüşmüş ve uzun yıllar boyunca sanki uzun sap bağlamalar yokmuş gibi davranılmıştır. Bugün zaten saz çalan, saza ilgi gösteren insan sayısı daha azdır ve onlar da her ikisini kullanıyorlar gibi geliyor bana.

Evet, insanlar (daha doğrusu ben) müziği iki şekilde dinler(im)ler: duygusal katılımcı veya teknik gözlemci olarak… İçinde Ali, Şah, Muhammet, yar, 40’lar, 7’ler gibi kelimeler geçen bir müzik eserini duygusal katılımcı olarak dinleyemiyorum ama teknik gözlemci olarak çook çook dinledim. Hala da arabadaki 1000 parçalık flash diskte varlar bu parçalar. Denk gelince dinliyorum. Müzik, serotonin hormonunu en kısa sürede ve en yoğun salgılatan sanat dalı olabilir. O yüzden dinliyoruz. Biz çocukken oradaydılar, seviyoruz işte, na’apalım!

Uncategorized kategorisine gönderildi | , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Bu Romanı Yazmalıydım

“Çok şey biliyordum. Bunları güzel bir üslupla yazmak istedim.” Vedat Türkali

Fetiş yazarım olarak gördüğüm Vedat Türkali’nin “Güven” adlı romanını nihayet okudum. Aslında birinci cildini okudum, ikinci cildine yeni başladım. Yine de bu yazıyı yazmak istedim…

İkinci cildi de tıpkı birinci cildi gibi belli bir dönemde yaşanılanları ele alıyordur.

Bu romanı okumak yıllardır aklımdaydı ama 1300 sayfa oluşuydu beni engelleyen. Sayfa sayısının çokluğu kadar kitapta kullanılan puntonun küçüklüğü de göz önünde bulundurulmalı. Türk edebiyatının en kalın kitabı olduğu kesin gibi bir şey. Dünya edebiyatında da iyi bir yerlerdedir diye tahmin ediyorum.

Yazarın hemen hemen bütün romanlarını okudum. Müthiş bir kurmaca yaratma becerisine sahip. Dili çok kıvrak kullanıyor. Ele aldığı konuları çok çarpıcı bir şekilde işliyor. Ve de en önemlisi, insanı yüceltme gibi bir derdi yok. Komünist ideallere bağlı bir insan olarak öldüğünü bilsek de (buraya geleceğiz) insanoğlundaki defoları çok iyi analiz etmiş ve eserlerinde bunların üstüne korkusuzca gidiyor. Her zaman söylemişimdir: Ayakkabının içine kaçmış taş gibi romanları severim en çok! Bir roman okumak için günlerimi vereceksem, o kitabın beni sarsmasını beklerim. Sarsacak pek kitap kalmadı ya, o kitaptan en azından bana masal anlatmamasını beklerim. Yazar insanoğluna ve hayata, yaşamaya sahip olmadığı özellikler yüklememeli! Türkali bunu yapıyor. Çok iyi yapıyor hem de! O yüzden fetiş yazar(lar)ım(dan)!

OPUS MAGNUM

Yazarın ilk olarak “Bir Gün Tek Başına” romanıyla tanışmıştım. Hem de o dönemler iyi bir roman okuru değildim. Çok etkilenmiştim. Okuyanlar bilir: Türkçede yazılmış en iyi romanlardan biridir. Peki, bu kitap yazarın “opus magnum”u mudur? Opus magnum yani Latince “en önemli eseri” demektir. “Güven”i okumadan önce, ben öyle düşünüyordum. Ama elbette “Güven”i de okumak gerekir diye düşünüyordum. Çünkü bu kitap yazarın hayatını adadığı projeydi. Çok büyük bir projeydi. O şeyin, yani opus magnum’un “Güven” olduğunu sanıyordum.

“Güven”e başlayınca çok sarsıcı bir romanla karşı karşıya olduğumuzu anladım. Bir sanatçının iki tane opus magnum’u olup olamayacağını düşünmeye başladım. Bu fikre kapılmak üzereydim. Roman ilerledikçe “Güven”in çok güçlü bir roman olduğu fikrinden uzaklaşmayarak, “Bir Gün Tek Başına”dan daha iyi bir roman olmadığına karar verdim.

YAPMIŞ OLMAK İÇİN BİR ŞEY YAPMAK

Bu tür şeylerden genelde hayır gelmez. Ya herru ya merru diye girişilen işlerde genelde merru gelir! Vedat Türkali’nin “Güven”i yazması ya herru ya merru şiarıyla girişilen bir iş değildi elbette ama bu romanı yazması diğer romanlarını yazma motivasyonlarından farklıydı. Bir tarihi kayıt altına almak için yazmış bu romanı. Çok iyi bildiği ve en başlarından beri içinde olduğu TKP tarihini kayıt altına almak istemiş. Bunu da belirtiyor zaten. Bu motivasyon “Güven”i benim nazarımda farklı bir yere oturtuyor. Onun bir kurmaca olarak değerini düşürmüyor elbette de, nasıl anlatsam! Bir sanat eseri tüketmekten daha çok kendimi bir belgesel izliyor gibi hissettim. İlgiyle de izledim. Vedat Türkali’ye “Güven”i yazdığı için kızmayalım! Hakkıydı ve yazdı! Biz de okuruz elbette ama işte roman, sanat, kurmaca daha başka bir şey. Bunları, şu anda bir roman yazan ve yazma motivasyonunun “bir bölümünü” “yapmış olmak için yapmak” şiarı teşkil eden bir insan olarak yazıyorum… Bana da kızmayın! Beni de okuyun!

KOMÜNİST

Aslında Vedat Türkali’nin “Komünist” adında bir anı kitabı var. Orada açıkça yaşadıklarını anlatıyor. Kızacağı kişilere kızıyor, onore edeceği kişileri onore ediyor. Bu kitap yetmez miydi? Kendisine yetmeyeceği açıkça görülüyor, o zaman dediğim gibi koskoca Vedat Türkali’ye 1300 sayfalık belgesel çektiği için kızmayalım. “Bir Gün Tek Başına” gibi insanın en insan yanına dokunan bir eser yazdığı için kendisine minnettarız. “Mavi Karanlık” ve “Tek Kişilik Ölüm” de cabası. İyi ki varsın Vedat Türkali!

DEVRİMCİ ÜTOPYA

Bu konuda çok yazdım. İşçi sınıfının devrimci bir müdahaleyle yeryüzündeki adaletsizlikleri ortadan kaldırarak çocuklara “güzel günler” göstereceğine inanmak ve bunun için işe girişmek insanoğlunun nice hülyalarından birisidir diye düşünüyorum. İnsanlar bu işlere genelde 15, 20 yaşlarında başlarlar. Ben de başlamıştım bu işe. 15 yaşlarında düşük yoğunluklu bir şekilde ve kısa süreliğine yaptım bu işleri. Orada kalmalıydım ama 30 gibi geç bir yaşta plansız bir şekilde, birden ve yoğun bir şekilde tekrar başladım. Kişisel dünyamdaki bazı arızalardan kaynaklandı bu geri dönüş esasında. Tesadüfiydi. Kandırmacası bol bir şeydi. Bir şeylere inandığımdan veya bir şeyleri dert ettiğimden değildi. Ahmaklıktandı, kabul ediyorum. Kitapta tarihi yazılan TKP’nin adını günümüzde taşıyan topluluk içerisinde üç, dört yıl bir şeyler yaptım. Ne alakaysa! Ara ara coşkun duygular yaşadım ama pişmanım.

TKP

Kitaptaki TKP’lilerde de günümüzdeki TKP’lilerde de örgüt fetişizmi vardır. Burunları büyüktür bunların. Kendilerini dünyanın en akıllı insanları zannederler. “Örgütlü” oldukları için kendilerini diğer insanlardan üstün hissederler. Oysaki bence ikisi de birer örgüt değildir. Örgüt veya hareketten ziyade enteresan insanların bir araya gelip varoluşsal kaygıları doğrultusunda bir şeyler yaptıkları birer “topluluktur” o iki TKP de. Onlar için “öyle bir insan olmak” hoştur. Yani yüce bir amaç uğruna mücadele eden ve diğer faydasız insanlardan farklı bir tipoloji olmak… Büyüleyici, “bir topluluğun parçası olmak” da es geçilmemeli.

Kitapta anlatılan topluluk toplam 100, 150 kişilik bir topluluk. Hepsi kafadan kontak olan birtakım mürekkep yalamış insanlar bunlar. Az sayıda da maceraperest işçi var içlerinde. Bu işler böyledir. İnsanların normal tipler ve enteresan tipler olarak ikiye ayrıldıklarını yazdım çok yerde. Bir avuç insandan oluşan gizli bir topluluğa üye olanların enteresan tip olmamaları mümkün değildir.

Kitapta bunları görüyor muyuz? Vedat Türkali’nin bu konuda tam olarak benim gibi düşündüğünü zannetmiyorum. O yüzden kitapta bunlar yok ama ben görüyorum bunları… Hayatındaki erkeğe yaranmak için onun siyasetine angaje olan, hatta onun tuttuğu takımı tutup futbolla ilgileniyormuş gibi görünen, rakıdan tiksinmesine rağmen rakıyı seviyormuş gibi görünen, onun dini hassasiyetlerine dâhil olan nice kadın tanıdım ben. Necla onlardan biri değil mi? Necla’nın aklında sefalet içinde yaşamaya çalışan emekçi katmanları ayağa kaldırıp devrimci bir yumrukla burjuvaziyi ezmek mi var gerçekten? Yoksa Turgut’la yaşadığı aşktan dolayı varoluşsal problemlerini unutmuş olması mı onu o hayata itiyor. Evet, aşkın gözü kördür. O insan mal değilse, “bir süreliğine” kördür diye düzeltelim. Aşk da Necla’nın gözünü kör ediyor. Turgut karşısına çıkmasa, ömrü boyunca “konspirasyonla” işi olmayacak… Turgut da mı aşık? Hayır aşık değil, o bir erkek. Genç bir erkek. Genç bir erkek olarak ona adrenalin veren şeyin peşinde gidiyor. Bilgisi, görgüsü kıt. Onun işte tam olarak “öyle bir insan olmak” hoşuna gidiyor. Bir dolu defosu var. Büyük siyasal dönüşümlere imza atan insanların defoları yok mu? Olmayanı yok. Ama devrimci ütopyaya bunları söyleseniz sizi döver.

Vedat Türkali 40’lı, 50’li yıllarda “konspirasyon” içerisinde yaşadıklarını unutamamış belli ki! Yaşadıkları ona şu hayatta en çok yoğun duygular hissettiren şeyler olmalı. Fakat akıllı ve çok düşünen bir insan olduğu için bu işteki yanlışlıkları, çıkmazları kavramış. Çok da şey biliyormuş, çok şey duymuş, çok şeye tanık olmuş. “Epik roman yazayım bari!” demiş.

Çok şey bilip, çok şey anlatmak istemek romanın edebi tadını bence kötü etkilemiş.

İkinci cildi bitirince belki bir şeyler daha yazarım…   

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın