Bitti, bitti, bitmedi!
Vedat Türkali’nin “Güven” romanını bitirdim!
Birinci cildi okuyunca “Bu Romanı Yazmalıydım” başlıklı bir yazı yazmıştım. Romandan etkilendiğimi, ikinci cildi okumadan da o yazıyı yazmamın yerinde olacağını düşündüğümü yazmıştım. İkinci ciltte olacaklar ve olmayacaklar belliydi. Tabu deviren bir roman değil “Güven”. Yazarın “Bir Gün Tek Başına” romanı o tanıma daha uygun sanki. Bir tarihi okuyorsunuz ve yarısında, eserin geri kalanının birinci bölümle aynı misyonda yazılmış olduğunu anlıyorsunuz.
Evet, birinci ciltte bıraktığımız tarih ikinci ciltte de devam ediyor. İlk yazıda belirtmiştim, Vedat Türkali çok şey bildiği gizli komünist örgüt tarihi hakkında bildiklerini yazmayı kendisine bir görev olarak atfetmiş ve o görev bilinciyle bu romanı yazmış. Yani yazmış olmuş olmak için yazılmış bir roman “Güven”. Ama bu yönüyle de benim sanata biçmiş olduğum misyonla çelişmiyor: Sanat “sanatçı” içindir. Sanatçı beklediği şeyi/ilgiyi/övgüyü/duygusal tatmini/misyon tamamlamış olma duygusunu eseri aracılığıyla elde ediyorsa ve o eser beğeni düzeyi yüksek kişiler tarafından beğeniliyorsa sorun ve de tartışılacak bir şey yoktur! Yazmış olmak için yazılmış bir roman olan “Güven” çok iyi bir roman!
Birinci ciltle ikinci cilt arasında misyon ortaklığı olsa da ikinci cildin biraz daha sarsıcı olduğunu belirtmek isterim. Neden?
Çünkü bir eserin; “Güven” adında, 1800 sayfaya sahip olan ve yeraltı komünist örgütünü arayan insanların maceralarını anlatan bir roman olduğunu biliyorsanız o roman sizde merak uyandırır, hafif tedirginlik yaratır, size bağımlısı olunası bir gerginlik yükler… Bir şekilde işkence sahnelerini okuyacağınızı bilirsiniz. Cinayetler de işlenebilir. Romandaki kişilerin en yakınlarından bile şüpheye düştüğü anların geleceğini hissedersiniz. Birinci ciltte bunları çok görmedik açıkçası. Ama ikinci ciltte…
İkinci ciltte işkenceler de yaşanıyor, cinayetler de işleniyor… Roman için çözülme, sonuca bağlanma bölümü… Yaşanılanlar insanı etkiliyor. Sarsıyor. Erdal Öz’ün “Yaralısın” romanı gibi insanı paramparça eden bir roman değil “Güven”. O romanın yaptığını yapan başka bir roman var mıdır emin değilim. Ama yine de bin parçaya bölünmeseniz de 100 parçaya bölünüyorsunuz. Polislerin emir kulu olup olmadığını düşünmüyorsunuz.
Türkali bu romanı yazdı. Romanda yaşanılanların birçoğunu yaşadı. İşkence gördü, sürgün yedi. Kendisinin hemen hemen bütün romanlarını okudum ve kendisinin bu işte yani bu halka devrim götürme işinde umutsuz olduğunu ve hayal kırıklığı duygusuyla dolu olduğunu her romanında hissettim. Dahası insanın doğasıyla bu yüce devrim olgusunun bağdaşmadığını düşündüğünü bütün romanlarında hissettim. Ben de öyle düşüyorum. “Her Şey Sınıfsal Mı?” başlıklı yazımda belirttiğim üzere liberal düşüncede olan insanların daha yüksek IQ!ya sahip olduklarını ortaya koyan bir araştırma var. 1940’lı yıllarda hepi topu 100, 150 “şehirli” (yani şehirde yaşayan anlamında) enteresan tipin, 15 milyonluk bu üçkâğıtçı köylü toplumuna devrim yaptırabileceğini düşünmek için hakikaten ya aptal ya deli olmak lazım. Özür dileyerek söylüyorum, o 150 kişinin yarısı aptal yarısı da deliydi zaten! Ben de bir dönem –aptal olduğum için- bu düşünceye kapıldım. Sonra IQ seviyem o kadar da kötü değilmiş ki radikal, ütopik siyasi düşüncelerden uzaklaşıp daha liberal düşüncelere yöneldim. Devrimle olmasa bile tarihin doğal akışı içerisinde bütün toplumlar gibi TR toplumu da daha iyi hale gelecek, daha gelişecek. Marksist tarihçi Hobsbawm’a göre TR toplumu dünyada değişime en dirençli toplumlardan biridir. Ben de ekliyorum ki değişime karar verdiği zaman da bunu en hızlı gerçekleştiren toplumlardan biridir. Dengesiz yani. Öngörülemez bir toplum.
Vedat Türkali de devrimin olmayacağını çok net biliyordu ama gençliğinde onun hayatına büyük anlam ve heyecan katmış bu olayın etkisinden ömür boyu kurtulamadı. Her romanında bu konuyu işledi. Arızalı insan doğasını ortaya koymaya çalıştı her romanında. Nihayet “Güven”le de son noktayı koydu. Ölenler öldü. İstanbul şiirinde “Boşuna çekilmedi bunca acılar” diyordu ama sanki boşuna çekildi der gibiydi her romanında.
(ANADOLU) CİNSELLİ(Ğİ)K
Her romanında işlediği bir diğer konu da cinselliktir. Benim Anadolu cinselliği dediğim şeydir biraz da. Nedir Anadolu cinselliği? 31, kerane, eşek, Aydemir Akbaş’ın mavi slip donu, oğlancılık, kayınço elti görümce kaynana dörtgeni gibi dörtgenler ve ömür boyu devam eden travmalar… Bin bir baskı ve efsaneyle kıstırılmış, maruz olanların hayatlarını oldukça etkileyen bir olgudur Anadolu cinselliği. Kadınlar için ayıp (kendileri de erkekler kadar meraklısı değildirler ya), erkekler için mücadele başlığı, eş cinseller içinse intihar sebebidir “Anadolu” cinselliği. Bu romanda üff üff! Kör tuttuğunu! O yıllarda cinsellik bu kadar serbestçe yaşanmıyordu. Daha doğrusu gizlice yaşanıyordu, insanlık tarihi boyunca yaşandığı gibi. Ama işte bu devrimci insanlar toplumun ön yargılarından “biraz daha” sıyrılmışlardı. Biraz daha ama tamamen değil! Bakire olmadığı için Necla’yla arasına duygusal mesafe koyan anlı şanlı devrimci Turgut’tan hala var. Hobsbawm’ın dediği gibi TR toplumu dünyada değişime en çok direnen toplumlarda biri. Ve benim düşüncemi de tekrarlamak istiyorum: Değişimin kaçınılmaz olduğunu sezdiği anda da inanılmaz bir hızla değişen bir toplum. Yakın zamanda sosyal medya aracılılığıyla yaşanan flört devrimi de bunu kanıtlıyor. Geçen Twitter’da bir türbanlı paylaşımı vardı: “Bekaretimi kaybettim ama onurumu değil!” yazıyordu. Böyle işte. Dünya devrimini kovalayan (özünde köylü) Turgut, devrimci sevgilisine bakire olmadığı için gönül koyuyordu ama 100 yılcık bile geçmeden, Büşra Nur bacı tabuları deviriyordu. En azından dürüstçe… Yakında erkek arkadaşıyla eve çıkan Büşra Nur, ailesini evine iftara çağıracak ve herkes mış gibi yapacak. Bir 50 yıl sonra onu da yapmayacaklar. Büşra Nur’un kızı Alin Su öff öff! Tarih yazacak.
Romanda cinsellik resmen başrollerden birinde. Türkali bu bela konunun o kıstırılmış toplumda ne sorunlara sebep olduğunu çok iyi tahlil etmiş. Peşini bırakmıyor bu konunun. Tıpkı diğer romanlarında bırakmadığı gibi. Fotoğraf çekiyor.
UMUT VAR MI?
Dünkü “Her Şey Sınıfsal Mı?” yazımda bahsettim. Bence eşitsizlik insanın kaderi. Eşitsizlik deyince kötü bir duygu yükleniyor insana. Farklılıklar mı desek? İnsanın da dâhil olduğu bir biyolojik takım olan primatlar doğada fiziksel dezavantajlarının üstesinden gelmek için karmaşık sosyal ilişkiler inşa etme yoluna gitmişlerdir ve de entrikacılığı çok iyi kullanmışlardır. Şimdi insanız, Madagaskar’daki lemur değiliz elbette ama milyonlarca yıllık alışkanlıkları bir anda atmak olmuyor. Eşitlik diye bireylerin öne çıkma güdülerini engellerseniz bu durum şu anda tahmin edemeyeceğimiz sorunlara sebep olur diye düşünüyorum. Dolayısıyla bunun için umutlanmak yersiz. Dolayısıyla da umut var! Anadolu cinselliği gibi isim babası olduğum başka bir şey daha var: Makul orospu çocukluğu… Batı toplumları gibi alt tabakadaki insanlara insanca yaşama koşullarını sağlayacaksınız, bununla birlikte bireylerin öne çıkma dürtülerini de bastırmaya çalışmayacaksınız. Bir düzen tertip olacak. Bence TR bunu başarabilecek olanaklara sahiptir.
Makul orospu çocukluğu, hemen şimdi!
Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.