“Hata diye bir şey yoktur!” şeklindeki bir cümleyi kimlerden kurmalarını bekleriz? Bir büyük takım teknik direktöründen mi? Bir iktidar partisi liderinden mi? Bir reklam ajansı genel müdüründen mi? Bir inşaat kalfasından mı?
Bu cümleyi kurmuş olan kişinin, etrafındakileri bir yanılsama dünyası içerisine çekmeye çalışmış olması yüksek olasıdır. Tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adlı romanındaki Halit Ayarcı karakterinin yapmaya çalıştığı gibi… Halit Ayarcı, ne işe yaradığı belli olmayan bu enstitüyü kuruyor ve tüm ülkeyi, giderek tüm dünyayı büyülüyor. Bizlere de oldukça yaratıcı bir şekilde kurgulanmış olan ve de yine oldukça politik olmayı başarabilen bu fantazyayı zevkle okumak düşüyor…
Bir fantazyanın “oldukça” politik olmayı da başarması kolay mıdır? Şüphesizdir ki zordur. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” bunu başararak –varsa- böyle bir kategoride en üstlerde yer almayı hak ediyor. Bu romanın yazarın diğer büyük romanı “Huzur”la bir ruh ortaklığı vardır. Bu yazıda sık sık “Huzur”a da değinmek zorunda kalacağız gibi gözüküyor…
BATILILAŞMA KRİZİ
Ahmet Hamdi Tanpınar bu iki büyük eserinde Türkiye’de neredeyse 200 yıldır devam eden ve görünüşe göre de hala çözülmemiş olan Batılılaşma Krizi’ni ele alıyor. “Huzur”da; bunu, mizah ve absürtlük ögelerini kullanmadan yapıyorken “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde ise mizah, absürtlük, sarkazm, ironi ögelerini coşkulu bir şekilde kullanarak yapıyor.
Elbette Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu konuda bir fikri vardır. 1942 seçimlerinde milletvekili olan ama 1946 yılında aday gösterilmeyen Tanpınar, Batılılaşma Krizi’nin zirve anı olarak kabul edilebilecek olan 1923 süreci ve sonrasının fanatik bir destekçisi değildir. Mutlak bir şekilde modernleşmeden yanadır ancak bunun yapılış şekliyle, yani eski olana yöneltilen bir reddiye fikriyle barışık değildir. Bu yüzdendir ki bu saflaşmada eskiyi savunanlar, günümüzde kendisini onore etmeyi sürdürürler. Fakat bu ironiktir çünkü gerek “Huzur”daki otobiyografik unsurlarda gerekse de “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde betimlenen ve de eleştirilen yaşam tarzlarında eskiyi savunanların tüylerini diken diken edebilecek yanlar vardır. “Düşmanımın düşmanı dostumdur.” düsturuyla Tanpınar’a sarılanlar ayrıntılarla değil sonuçlarla ilgileniyorlar gibi görünmektedirler…
BÜTÜN SÜREÇLERİN TANIĞI HAYRİ İRDAL
Romanın kahramanı olarak görebileceğimiz Hayri İrdal’ın yaşamı Kriz’in en çok şiddetlendiği anlara denk gelir. Romanda kesin yıllar verilmez ama çocukluğu Abdülhamit döneminde geçtiğini öğrendiğimiz Hayri İrdal, “Hürriyet”i görmüş, Birinci Dünya Savaşı’na katılmıştır. Savaştan sonraki süreçte herkesçe bilinen toplumsal olaylardan bahsedilmez. O halde romanın bu bölümünü yani SAE’nin arz-ı endam ettiği bölümü açıkça bir yeni dönem eleştirisi olarak kabul edebiliriz. Muhafazakârlar buradan tutmaya devem ederken romanın ilk bölümünde, yani Hayri İrdal’ın çocukluğu ve ilk gençlik yıllarının anlatıldığı bölümlerde de keskin bir hiciv görüyoruz.
Hayri İrdal’ın kişisel dünyasına girmeden önce onun etrafındaki insanları tanıyoruz. Bu karakterler titiz bir şekilde oluşturulmuşa benziyor. Seyit Lütfullah adlı meczubu ve onun kaldığı medrese odasının tasvirini okuyan birisi Tanpınar’ı Osmanlı Devleti’nin büyük bir eleştiricisi olarak kabul eder. Aristidi Efendi adlı gayrimüslimin cıvadan altın yapma hayalleri Tanpınar’ın hurafelerle keskin bir şekilde mücadele edilmesi gerektiğini düşündüğünü düşündürür. Mısır’dan göç etmiş Abdülselam Efendi’nin köhne konağında onlarca kişiyi barındırma hevesi oldukça semboliktir. Hayri İrdal’ın SAE’den önceki hayatı ideal olmaktan uzaktır ancak topyekûn bir reddiyeyi de hak etmez. Orada yararlanılacak, yeni döneme aktarılacak şeyler yok değildir. Örneğin ustası muvakkit Nuri Efendi ve onun disiplinli iş yaşamı, işine naifçe tutkun olması örnek alınacak şeyler olarak görülebilir…
HAYRİ İRDAL’IN RUH DÜNYASI
Romanda, yeni dönemin bir diğer enteresan karakteri olan Doktor Ramiz gibi Hayri İrdal’ın ruh dünyasına mı gireceğiz? Bu işi onun kadar görkemli bir şekilde yapamayız ama yine de Hayri İrdal için bir iki bir şey söyleyebiliriz. Hayri İrdal nasıl biridir? Tıpkı “Huzur”daki Mümtaz gibi, büyük şeyler başarmayı tasavvur edemeyen veya buna niyeti olmayan birisidir. Nihilizm ve bohemlik etkisinde gibidir. Yakup Kadri karakterleri gibi kafası net, ne istediğini bilen insanlardan değildir o. Kolaylıkla başkalarının etkisi altında girebilen, herhangi bir konuda irade göstermeyi kolaylıkla başaramayan birisi… Halit Ayarcı’nın da tam olarak aradığı adam böyle biridir…
SAE KURULUYOR
Doktor Ramiz, Hayri İrdal’ı Halit Ayarcı’yla tanıştırınca sanki roman ikinci kez başlamaktadır. İlk yarıda sık sık değinilen Halit Ayarcı da Saatleri Ayarlama Enstitüsü de karşımızdadır artık. Epeyce merak uyanmıştır. Bu Saatleri Ayarlama Enstitüsü de ne ola ki? Saatleri ayarlamak için enstitü mü kurmuşlar? Hiç kimse kalkıp da “Bu ne saçma iş!” dememiş mi?
Hayri İrdal’ın nasıl bir karakter olduğundan bahsettiysek Halit Ayarcı’dan da aynı şekilde bahsetmemiz gerekecek. Kendisini Hayri İrdal’ın “alter-ego”su olarak görebilir miyiz? Hayri İrdal’ın olmak isteyip de olamadığı insan… Böyle yorumlar olmakla beraber, Halit Ayarcı gibi bir insanın hayal edilmesi de biraz güç olsa gerek. Romanın bir yerinde kendisiyle ilgili söylenildiği üzere “sergüzeşt” bir insan. Oldukça potansiyelli bir insan. İstediği her şeyi başarabilecek gibi duruyor. Her insanı her şeye ikna edebilecek bir kapasitesi var sanki…
Tıpkı “Huzur” romanında sonradan hikayeye dahil olan Suat’ın yaptığı gibi Halit Ayarcı da hikayeye asıl olarak sonradan dahil oluyor ve çok büyük etki yaratıyor. Benzersiz bir karakter.
Abartılı bir yorum yapmak isteseydik, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün aslında bir ülke metaforu olduğunu, Halit Ayarcı’nın da onun kurucusu olduğunu ima edebilirdik. Bu yeni ülke aslında bu kurucunun bir sergüzeşti… Bu ülke kurulurken rasyonalite ayaklar altına alınıyor ve kolektif akıl yitimi yaşanıyor. İşlevsiz ve absürt bir sürü yeni şey ortaya atılıyor ve herkes –bir şekilde- bunların alıcısı oluyor. Uluslararası kişi ve kuruluşlar bile bu ülkenin kuruluşuna katkı sunuyorlar… Bunlar abartı ancak Halit Ayarcı’nın çılgın projesi aracılığıyla bürokrasi kurumunun, yeni dönemin insanı önemsizleştiren yapısının hicvedildiğini belirtmemiz lazım. Doktor Ramiz’in psikanalize yaklaşımının yeni dönemin bilimsellik adına ortaya attığı bazı iddiaların eleştirisi olduğunu da kavrayabiliriz. Seyit Lütfullah’ın hezeyanlarının yerine konan şey olarak da İspritizma Cemiyeti’ni görüyoruz.
Peki, enstitüye ne olacak? Başarılı olacak mı? Saatleri ayarlayabilecek mi? Halit Ayarcı, enstitüye giderek de ülkeye bir ayar çekebilecek mi? Alkışlar, konfetiler eşliğinde sahneye çıkan süper star orada nasıl ve ne kadar kalabilecek? Okuyup, görelim…
Son olarak da Tanpınar’ın benzersiz dil kullanma becerisine değinmek isteriz. Anlattıkları ve onların tarihsel, sosyolojik önemi bir yana anlatım biçimi de olağanüstü. Metinlerini bir şarkı gibi, bir şiir gibi inşa ediyor. Her edebiyat meraklısını mutlaka bu büyük yazara uğraması lazım diye düşünüyoruz…