Fast and Furios. And alert…

“Fast and Furios/Hızlı ve Öfkeli” isminde bir film vardır. Bu filmin isminden hareketle ve yanına “alert” yani uyanık olma durumunu da ekleyerek bu yazıyı yazmak istedim.

Sosyalizm mücadelesi için çok önemli olan üç şeyi kastederek, bu filmin adını ekiyle beraber anıyorum. Şu sıralar ülkemizde yaşanılanlar hesaba katıldığında “sosyalizm mücadelesinin sırası mı şimdi” diyecekler çıkacaktır. Çıkıyor da. Bizlere tarih dışı kalmak, reel politikadan uzaklaşmak gibi ithamlarda bulunuyorlar. Egemen sınıfların, çıkarlarını cilaladıkları masalarda oturanların, bir “politikadan” bahsetmeleri normal de tarihten bahsetmeleri gerçekten tuhaf. Bize göre sosyalizm her zaman güncel, meşru ve zorunludur. Şu anda ülke gerici bir karakterde formatlanırken, sosyalizm hedefi biraz daha uzağa konurken, tarihten ve politikadan bahsedeceğim diye Erdoğan’ın “prompter”ından sakınmalı “solcu” insan.

Dönelim hızlı, öfkeli ve uyanık olma haline.

“Fast” yani hızlı derken neyi kastediyorum? Devrimci aciliyetten bahsediyorum. Sosyalizm mücadelesinin ana unsurlarından biridir bu. Kapitalizmde geçirilen bir gün bile bizim hanemize mağlubiyet olarak yazılmalıdır. Hayattaki duruşumuzu, toplumsal dönüşümler karşısındaki tutumlarımızı belirlerken veya politika üretirken, devrimci aciliyeti yani kapitalizmi tarihin çöplüğüne bir daha dönmemecesine göndermeyi ve bunu en hızlı bir şekilde yapmayı aklımızda tutmamız gerekiyor. Örneğin türbana karşı tutum alırken böyle bakabiliriz. Bir kadının türban takması ve bunun somut politik çıktısı olarak dinselliğin topluma iyice yayılması, kapitalizmin ömrüne ne kadar katar? Bunun, 500 lira kazanan türbanlı hizmet sektörü çalışanına faydası mı vardır zararı mı vardır? Burada yol, yöntem tarif etmiyorum. Sadece basit bir olgunun “ne gibi bir politik sonucu oluyor” onun cevabını arıyorum. Bekleyecek hiçbir şeyimiz yok.

Gelelim öfkeye. Sistemin öfke üretmemesi mümkün değildir. Tabi burada burjuvazi sınıfına ait bireylerde görülen psikolojik bunalımlarla ilgilenmediğimizi hatırlatalım. Bu yaklaşımımız bazılarına anti-hümanist gelebilir. Ama onlar da insan…Peki Amerikalıların 1950lerde Kuzey Kore’de öldürdükleri dört milyon insan ne olacak? Uzağa gitmeyelim Irak’ta ölen beş milyon kişi, Yugoslavya’da ölenler, Filistin’de ölenler, Suriye’de ölenler… Psikologa gitmekten değil milyonlardan bahsediyoruz. Ölümler ve de berbat bir hayatın dayatılmasından bahsediyoruz. Bunların sorumlusu sermaye sınıfı ve onun ideolojisi değil mi? Neyse, onların iki yüzlü öfkelerini ve bunalımlarını geçelim. Emekçilerde, ezilenlerde ortaya çıkan öfkeye bir şeyler yapmak lazım. Buradaki kritik kavram da “sınıf kinidir”. Sınıf kini, sosyalizm mücadelesinin olmazsa olmazlarından biridir. Hangi sınıfın hangi sınıfa kin duyduğunu ve ona şeri dayattığını ama aslında hangi sınıfın hangi sınıfa kin duyması gerektiğini belirtmeme gerek yok sanırım. İşçi sınıfı pratik yaşam içerisinde, piyasa koşullarından kaynaklı sık sık öfke üretir. Bunların bazıları “kişisel” sebepli gibi görünse de temelde özel mülkiyet düzeninin yansımalarıdır. Burada değerli olan bu öfkeyi bir programa ve bir örgütlülüğe bağlamaktır. Zor olan da budur zaten. Bazı insanlar öfkeli olmakla, sinirlenince gözünün hiçbir şeyi görmemesiyle gizli gizli övünür. Yaptığı delikanlılıkları anlatır. Geçiniz! Hiçbir değeri yok. Kompleks yansıması. Önemli ve değerli olan sistemi karşına alıp, örgütlü ve programlı bir şekilde kavga etmektir. Çağrı merkezi çalışanına, garsona veya tezgahtara yöneltilen öfke de sanaldır. O insanlar çalıştığı kurumu veya sistemi temsil etmiyorlar. Onlar araç. “İnsan işini iyi yapmalı” da demeyeceğim. Niye yapsın ki? Asgari ücret alan birisi yaptığı işi niye sahiplensin? Sistemin devam etmesi değil tıkanması lazım. Ama bu da anarşik bir düzlemde değil, tekrarlıyoruz örgütlü ve programlı bir şekilde olmalı. Bu da zor bir şeydir.

“Alert” yani uyanık olma durumu da sosyalizm mücadelesi verenlerin asla vazgeçmemeleri gereken bir şeydir. Uyanık olmak derken burjuvazinin kendi bekası adına her türlü propogandif malzemeyi, her türlü retoriği, her türlü demogojiyi kullandığını kastediyorum. Kültür ve sanat alanını da kullanıyor. Bunlar saldırı diye nitelendirilmelidir. Bunlara karşı direnmenin en geçerli yolu, hayat diye gördüğümüz şeyin aslında bir sınıflar mücadelesi olduğunu, bize düşman olan sınıfla asla uzlaşmaz çelişkilerimiz olduğunu sürekli akılda tutmaktır. Bazı solcular “sınıf indirgemeciliğiyle” suçlanır. Her şeyi sınıfsal düzlemde açıklamaya çalıştıkları için eleştirilirler. Her türlü indirgemeden sakınıp hayatı ve sistemi bir bütün ve akışkan olarak değerlendirmek gerekir ama “sınıflar mücadelesi” Marx’ın dediği gibi işi özüdür. Bir politik gelişme mi yaşandı, hemen bunu aklımıza getirmemiz lazım. O zaman sistemin attığı oltalara zıplamayız işte.    

Bu yazı devrimci aciliyet, devrimci uyanıklık, sınıf kini kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.