Süper Bir Film

26240633_1169029909899242_2465706528884463353_o

“Muhabir: Sizce Türkiye bir erkek üretme fabrikası mıdır?
Kaan Müjdeci: Dünya bir erkek üretme fabrikasıdır.”

“damnant quod non intelligunt – Anlamadıkları şeyleri kınarlar. Latin atasözü.”

“Türkiye’nin en renksiz coğrafyası Orta Anadolu’dur. Baran Doğan.”

“Dünya tehlikeli bir yer, kötülük yapanlar yüzünden değil, yapılanlara seyirci kalanlar yüzünden. Albert Einstein.”

“…Köylüler Savaşı’nın başlıca başarısızlık nedeni olan görülmemiş dar kafalılığın, dar kafalı taşralılığın yeni bir kanıtını verdiler. Engels, Köylüler Savaşı, sayfa 106.”

“İsmet Özel’in “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?” adlı şiirinden:

Çünkü onlar ağır kanlı adamlardır
Değişen bir dünyaya karşı
Kerpiç duvarlar gibi katı
Çakır dikenleri gibi susuz
Kayıtsızca direnerek yaşarlar.
Aptal, kaba ve kurnazdırlar.
İnanarak ve kolayca yalan söylerler.
Paraları olsa da
Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.
Her şeyi hafife alır ve herkese söverler.
Yağmuru, rüzgarı ve güneşi
Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
Düşünemezler…
Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
Topraklarını büyütmeye çalışırlar.”

Kaan Müjdeci’nin 2014 tarihli “açılış filmi”, “Sivas”ı nihayet izleyebildim. 2014 yılında götümde ayı bağırıyordu, o yüzden sinemaya gidememiştim. Bence 2014 yılı Türkiye için “hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmamaya başlaması” çılgınlığının açılış yılı olmuştur. Bu tarihten sonra hemen hemen her üç ayda bir “hiçbir şey artık eskisi gibi olmamıştır.”

Fakat sanki birileri için her şey eskisi gibi olmak zorunda. “Yeni” bir şeyler onların hayatlarına girmiyor bir türlü.

Köylülerden bahsediyorum. Köylülük bir sınıf değildir bana göre. Marksizme göre sınıflar üretim araçlarına sahip olup olmamakla belirlenir ama Türkiye’deki köylüler bir -lık, -lik, -luk, -lük oluyorlar. Üretim araçlarına sahip olup olmamanın pek belirleyici olmadığı, ortak bir “yaşam tarzına”, “düşünüş tarzına”, “tutum geliştirme tarzına” sahipler. Ve ben bu şeyden nefret ediyorum.

Türk köylüsü diyeceğim çünkü Kürt köylüsü de benzer tutumlara sahip olmakla birlikte, onların hayatlarında başka başka şeyler de var ve bu, sosyolojik bir ayrım yapmaya olanak tanıyor bana göre…Türk köylüsü tuhaftır ve sinir bozucudur.

Türkler tarihte ve de futbolda tuhaf tuhaf işler yapmışlardır. Habsbawm’ın 20. YY kitabında, 1980 yılında nüfusunun üçte ikisi köylü olan tek “gelişmiş” ülke olarak Türkiye’yi işaret eder. Yani büyük, güçlü ve gelişmiş bir ülke, öyle olmak zorunda değil ama nüfusunun üçte ikisi köylü. Yine ünlü Türkolog Roux da Türklerin Anadolu’ya gelmeden önce avcı-toplayıcılıktan beri sahip oldukları göçebe kültürü terk ederek nasıl da birden “dünyanın en muhteşem köylü ırkı” olduklarına şaşırır.

Değişmezler, gelişmezler…

Mücadele etmezler. Kraldan çok kralcıdırlar. İktidarda kim varsa onun yanındadırlar. Çıkarcıdırlar. Çok kolay adam satarlar.

Kurtuluş Savaşı’nda idam edilen asker kaçağı sayısı çatışmalarda ölen insan sayısından fazladır. Kurtuluş Savaşı bir aydın/elit/politik asker projesidir, köylülerin gönüllü ve kararlı girdiği bir süreç değildir kesinlikle.

Ne yapacağız bu köylüleri?

Birisi filmini yapmış.

Taşradaki dingil(n)lik üzerine çok film vardır da “Sivas” gibi onu öldüren film çok fazla yoktur. Taşranın doğası güzel olduğu için (köylüler bununla da çok ilgilenmezler) biz şehirli orta sınıflara haklı olarak güzel gelir ama oradaki toplumsal doku ölümcüldür. “Sivas” bunu ortaya koyuyor.

Köylünün cahil, çıkarcı, maço ve renksiz dünyası çok başarılı bir şekilde resmediliyor filmde.

Aslan adında bir erkek çocuğu var. Zaten şu erkek çocuklarına takılan isimler bile bence toplumun yapısını çok güzel ortaya koyuyor. Aslanmış…Peh! Filmde parıldayan, umut vadeden tek karakter bu. Duyguları var. Ağzı bozuk doğal olarak çünkü bir Orta Anadolulu ancak bir şeylere sevgi duyabiliyor. Bir kıza ve bir köpeğe…

Son günlerde sosyal medyada hayvanlara yapılan işkence görüntüleri çok yaygınlaştı. Hayvana değer verilmediğini hepimiz biliyoruz. Bu hep mi böyleydi yoksa SM terör örgütü faaliyetlerini başlatınca mı daha görünür oldu, emin değilim.

Hayvanlara işkence etmek şerefsizlik olduğu gibi onları dövüştürmek ve bu faaliyetten para kazanmak da şerefsizliktir. Sivas’ın meşhur Kangal köpeklerini dövüştürüyorlar ve bu dövüşlerden birinde bir köpek yaralı kurtuluyor.
Sonra bu köpekle Aslan arasında bir dostluk başlıyor.

Köpek ve Aslan karşılarında da o köy vardır. Gerçi bu karşıtlık, çok somut olaylarla, kendisini enikonu hissettiren bir kurguyla karşımıza çıkmıyor. Küçük ve sevimli ayrıntılar diyebileceğimiz (benim en sevdiğim tarz) araçlarla ortaya çıkıyor. Filmin sonlarına doğru bu “olmayan” kurgu iyice kendisini hissettirse ve ritm bulsa da filmin geneline, bir, küçük ve sevimli ayrıntı gösterme havası hakim.

Görüntü yönetimi çok başarılı.

Biraz da başrol oyuncusu Doğan İzci’den bahsetmek gerek diye düşünüyorum. Amatör oyunculara filmi teslim etmek riskli bir iştir. Kişisel olarak star oyunculardan ziyade amatör oyuncular görmeyi tercih ederim. Yani bunlar başarılı olurlarsa tadından yenmez demek istiyorum. Aynı şekilde başrolü çocuğa vermek de riskli bir iştir çünkü çocuklar genellikle bu işin altından kalkamazlar. Sinema tarihi böyle başarısız çocuk oyuncu performansıyla doludur. Efsanevi olanları da vardır elbette: Örneğin “Eternity and A Day”deki çocuk oyuncu destan yazar. “Where Is the Friend’s Home?” daki aynı şekilde. “The Circle” falan. Türkiye’den hemen aklıma Ömer Kavur’un “Yusuf ile Kenan”ı gelir. “Büyük Adam Küçük Aşk”…”Sivas”ta Doğan Avcı’nın performansı bence dünya çapında bir performans. Zaten Venedik film festivalinde de ödül aldı.

Filmlerde konuşma performanslarına çok dikkat ederim. Uymayan bir konuşma, cümle kurma tarzı görürsem filmin değeri düşer benim için. Bu filmde konuşmalar tam olması gerektiği gibiydi ve hiçbir oyuncu teklemedi. Bütün sahneler çok gerçekçi bir şekilde çekilmişti. Bunun ne kadar zor ve değerli olduğunu vurgulamamız şarttır.
Sahip olduğu barı satarak ilk filmini gerçekleştiren bir yönetmenden bu performans takdire şayan doğrusu. Star olan ve para sıkıntısı çekmeyen Zeki Demirkubuz’un, mankenlere verdiği İstanbul Türkçesi konuşan kapıcı kadınları rollerini hatırlayınca film benim için daha bir değerli oldu.

Filmin biçimsel artıları bahsettiğim gibi oldukça fazla. İçerik ise köylülüğü bu kadar iyi hırpalayan bir film daha önce görmemiştim.

Geçen sene yazdığım Top 39 film listeme bir senede üç yerli film girdi: Tereddüt, Sarmaşık, Sivas…

İyi seyirler…

Sinema, Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Halil Selimoğlu’yla Whatsapp İletişim Evreni

15977250_941525082649727_4254392579239583802_n

Halil Selim ile sanıldığı kadar çok görüşmeyiz. Ayda bir falan ama her gün Whatsapp üzerinden iletişiriz ve bu, artık kendi varoluş paradigmaları olan bir evrene dönüştü. Bu evreni madde madde inceleyelim şimdi:

*HS ile çetler genelde baş parmak laykıyla biter. Önceden ben baş parmak laykını anaya küfür olarak algılardım ve gönderene “Ben de senin ananı…” diye cevap yazardım. HS ile bu saçma dik duruş yıkıldı gitti. İyi oldu. Bir kere Batak oynarken bir tanıdğımın bacağa attığı empas tutunca dediği gibi: La, ne iyi oldu la!

*Aslında ben çet yapmayı hiç sevmem: Net. Bazen mecbur kalıyorsun tabi. Çet yerine yüz yüze görüşmeyi olmadı telefonda konuşmayı tercih ederim. Çetin en iyisi hiç olmayanıdır. Kötünün iyisi, söyleyeceğini söyleyip, cevabını alıp baş parmak laykıyla bitirilenidir bana göre.

*HS bir Whatsapp insanıdır. Whatsapp aylık 99 TL ücret belirlese verir o ücreti ki gördüğüm en bilinçli tüketicilerden biridir kendisi.

*Facebook Messenger hiç kullanmayız. Ben bazı arşivlemek isttediğim videoları oraya göndererek onu kullanmış olurum.

*Bu evrende daha çok dayanıklı, dayanıksız tüketim malları kendilerine yer bulur. Bir küçük Hobby, bir Salomon ayakkabı, bir tüplü Çokokrem, bir kurutma makinesi, illa ki bir mekanda yenilen bir yemek ve onun kritiği, ucuzluğa girmiş bir tişört veya bir araba, arsa, ev…

*Video da sık sık gelir. HS video çekmeye ve izlemeye bayılır. Videolar konusunda benim sosyo politik düşüncelerim var. Yakında kitlelerle paylaşacağım. HS’nin gönderdiği videolar genelde yemek yapma videolarıdır. Benim skala daha geniştir. Bir tamirat videosu olabilir. Temizlik yapma videosu (nadiren yaptığım için), yeni aldığım kitapların videosu, market poşetinin içi videosu. Hatta geçenlerde onun kullandığı misafir yorganı ve çarşafını yıkama videosunu bile gönderdim. Çünkü ikimiz de birbirimize güvenmiyoruz. Evde kaldığımızda misafirin kullandığı çarşaf ve yorganların bir sefer kullanıldıktan sonra yıkandığı konusunda birbirimize güvenmiyoruz. Kanıtlamak için videoyu gönderdim.

*Benden sık sık “Ne düşünüyorsun?” soruları gelir. Kaotik favorilerle ilgili ne düşünüyorsun? Benzinli aracın savunulmasıyla ilgili ne düşünüyorsun? MHP kitlesi için ne düşünüyorsun? gibi sorularım gelir.

*Halil’den bilmece bulmaca işleri sık gelir. Siyah beyaz yapılmış bir yiyecek fotosunun ne olduğunu sorar. Eminönü yaya alt geçidindeki (dünyanın en kötü yeri) dönen oyuncak videosunu çeker, neredeyim diye sorar. Dar açıdan bir video çeker neredeyim diye sorar. Bilmeceleri bilirsem severim.

*Açık uydudan yayın yapan Türk filmi kanalları 48 dakika süren reklamlar girene kadar Halil’in evinde açıktır. Bazen de oradan bir video gönderir.

*Keps hemen hemen hiç yoktur. Ben keps okumayı da hiç sevmem bu arada. Komik fotoğraf sık kullanılır yalnız.

*Bazen dört kısa maddelik günün özeti gelir.

*HS baş parmağı bir türlü zenci parmağı yapmaz. O da ezilenlerden yana olan birisi elbette ama ben sembolik de olsa böyle şeyler de yapılması gerektiğini düşünürüm.

*En çok gelen fotoğraflardan biri de HS’nin Kadıköy’de beleş park yeri bulma fotoğraflarıdır. Bu konuda albüm bile yapmıştım. Yorum bölümünde bulacaksınız.

*Benden bazen süper doğa fotoğrafları gelir. Çünkü ben değil ama o bir doğa insanıdır. Ben daha çok insanın iziyle ilgilenirim. Halil insanı “orospu çocuğu” bulur çoklukla. Orospu çocuğu tabirini kullanmayı doğru bulmuyorum ve kullanmam. Burada etkiyi arttırmak için kullandım.

*Siyaset çok konuşulmaz Whatsapp evreninde. Genelde yüz yüzeyken konuşulur. Hatta bazen evrende bir konu açılır, çetle çözülmeyeceği anlaşıldığı zaman “yüz yüzeyken konuşuruz” diye konu bağlanır.

*Karadeniz müzikleri dışında müzik hiçbir zaman sohbet konusu olmaz.

*HS, AKP kitlesinin özellikle de tröllerin yaptıklarını çok paylaşır.

*Özel eğitime muhtaç çocuklarla ve engelli bireylerle çok ilgilendiğim için bu konuda da soru/cevap kariyerimiz vardır.

*Böyle işte. Yakında “Can Saday la Facebook Yorum Evreni” başlıklı bir yazı yazmayı düşünüyorum.

İyi günler.

nitelikli goygoy, Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

İtalya Futbol İstatistikleri

BcL4EN-CIAAztPg

Geldik dört Dünya Kupası şampiyonluğu olan (Almanya 4, Brezilya 5) ülkeye…

İtalya tam bir futbol ülkesidir. Buna şüphe yok ama hep bir olmamışlık duygusu eşlik eder bu futbol ülkeliğine.

Roma İmparatorluğu’nun doğal ardılı, Papalığın merkezi olması dolayısıyla Avrupa’da her şeyde en iyi olması beklenir ama realitede durum farklıdır. Roma İmparatorluğu’nun sömürgeleri olan İngilter ve Fransa özellikle de İngiltere her şeyde en iyidir tarihsel olarak. Roma İmparatorluğu’nu yıkan Almanlar (onları da Türklerden kaçıyorlardı) bile onlardan daha ileridedirler.

Lise tarih kitaplarında şöyle cümleler başlar: Siyasi birliğini geç tamamlayan İtalya ve Almanya, sömürge savaşlarında…

Biti geç kanlanan bu iki ülke sömürge savaşlarında bir şeyler elde edemeyince intikamlarını futbolda almış gibilerdir. Gerçi sonra Almanya herkesi geçecektir…Futbolda bu iki ülke fean şeyler yapmışlardır.

Evet İtalya hep bir turnuva takımı olmuştur ama kazandığı turnuvalarda bile kimse onlara şans vermemiştir. Averajla ikinci olurlar, penaltılarla tur atlarlar, 1-0’la kazanırlar ama bir şekilde yarı finalde, finalde karşınıza çıkarlar. 1994 DK hariç gümbür gümbür bir İtalya yoktur ama işte dört DK şampiyonluğu, AŞ’nasında da % 25 final oynama becerisi…

Kulüp takımlarında böyle silik değillerdir yalnız. Juventus, Milan, Inter Avrupa’nın en büyük kulüplerindendir. Son yıllarda geri planda kalsa da Milan özellikle bir dönem süper starlar topluluğuydu. Juventus her zaman Juventus’tur.

İtalya futbolundan bahsedeceksek 2006 yılında bahsetmemiz gerekecek. O sene DK’yı almaları değil şike skandalıyla tepetaklak gitmeleri ilgi odağımız. Hala da toparlayamadılar. Juventus küme düştü, Milan -10’la başladı ve Inter için bir Lale devri başladı ama olan İtalyan futboluna oldu. Gerçi o tarihten itibaren bir ŞL şampiyonluğu, üç de ŞL finali elde ettiler. Yani toparlayamadıkları hali bu.

Artık süperstarlar İtalya’yı tercih etmiyorlar. Manchester United’ı bile tercih etmiyorlar. Barcelona, Real Madrid, PSG, City ve Bayern Münih dünyadaki en iyi futbolcuları topluyor.

Böyle bir ülkedir İtalya.

Takım istatistiklerine bakalım. Şampiyonluk sayılarında bence kapanmayacak bir üstünlük vardır: Juventus 33 şamypiyonlukla 18’lik Milan ve Inter’in önündedir. Bu fark kıyamete kadar kapanmaz. Juventus’un son altı senede şampiyon olduğunu ekleyelim. İnanılmaz bir şey bu. Eski rekor 30’lu yıllarda yine beşle kendilerine aitti. Inter’in 2006’dan sonraki beşliği sayılmaz. Değneksiz köyde delikanlı…

Bu sene ilk başlarda epeyce zorlanan Juve toparlandı ve şu anda lider Napoli’nin bir puan gerisinde. Yedi olur mu olur…

2012 yılında itibaren Juventus’un bütün rekorları kırdığını görüyoruz. Puan, gol, üst üste kazanma, galibiyet falan filan.

Üst üste kazanma rekoru için Inter’in 2006 sonrasında bir 17’lik serisi var ve dediğim gibi bence sayılmaz. 2015-16’da 15’lik yapmış Juventus. Manchester City 20’ye gidiyordu, gidemedi. Bunun ne kadar zor bir şey olduğunu anladık bir kez daha. 20 yapmak her yerde imkansıza yakındır ama İtalya’da daha bir imkansıza yakındır.

2012’den sonra Roma’nın 12’leri 13’leri hatta açılış 10’u vardır ama bir türlü Juventus’u geçememişlerdir.

Milan’ın göçmesi de bu dönemi ayrıca bir sorgulatmaktadır. Milan’ın Milan olduğu bir İtalya’da kimse rekor falan kıramaz ama işte hüzünlü bir hikaye, koskoca Milan sinek ikilisi oldu.

Bu arada Juventus’un da bir ŞL finali kaybetme rekoru var. Sanırım 8 falan…Ne takım arkadaş!

Oyuncu rekorlarına gelirsek elbette aklımıza Maldini gelecektir.

Babasından daha iyi olan futbolculara örnek nadir isimlerden biridir. Sıkı durun: 1984 – 2009…

Tam 25 sene Milan’da oynadı. Aslında 1986 – 2007 yıllarında Milan’da oynamış Costacurta, 1977 – 1997 yılları arasında yine Milan’da oynamış Baresi’nin inanılmaz rekorlarını da kendi inanılmaz rekoruyla tarihe gömmüştür. Ancak bir kalecinin yapabileceği bir şeyi futbolcu olarak yapmıştır.

Son maçını izlemiştim. Islıklanmıştı. Bu kadar şerefsizlik olmaz yani…

8 ŞL finaliyle (beşini kazandı) yine kırılması imkansız bir rekora sahip. Sekiz final…Bu rekoru birisi kırsın pencereyi açar eşek gibi anırırım.

En fazla forma giyen adam elbette Maldini. 647 maç. Yalnız Buffon şu anda 627’de. Bu sene bırakacağını açıkladı. Bir tek ŞL’yi kazanırlarsa devam edeceğini söyledi ama ben devam edeceğini düşünüyorum.

Buffon ayrıca 8 şampiyonlukla yine 40’lı yıllardan üç adamla rekoru paylaşıyor. Maldini 7. Yalnız Buffon bu sene de şampiyon olabilir ve tek başına rekoru ele geçirebilir. Bir de şu var, bu sayılara Juventus’un elinden alınan 2005 ve 2006 şampiyonlukları dahil değil. Yani Buffon aslında 10 kere şampiyonluk sevinci yaşadı. Hatta 2007’deki Serie B’yi de eklersek 11. Modern zamanlarda çok zor ulaşılabilecek bir sayı daha.

Gol atma rekoru için Totti’yi umarız ama 30’lu yıllardan bir adamın 274 golle zirvede olduğunu görüyoruz. 25 yıl futbol oynayan Totti’nin 250’de kaldığını görüyoruz. Mutlaka devler her sene kendisine transfer teklif etmişlerdir. Kabul etseydi zirvede olurdu. Roma ile bir kere şampiyon oldu Totti. Üç kere falan da şampiyonluk mücadelesi vermiştir.

Del Piero’nu sadece 188 golü olduğunu ekleyelim.

103 golü olan Higuain’in 0,66’lık oranı dikkat çekici bir de.

Futbolu frikik atmayı sevdiği için bırakmadığını itiraf eden Mihayloviç’in 28 frikikle birinci olması beklenirken Pirlo’nun da o kadar frikik attığını görüyoruz.

Bu arada 2016’da 36 golle kral olan Higuain’in dışında kimsenin İtalya’da 30 üstü gol atmadığını görüyoruz. Bir de 31 gollük Luca Toni performansı var. İyi defans yaptıkları yalan değil yani.

Bu sene ilk defa İtalya’yı Dünya Kupası’nda görmeyeceğiz. Dibi buldular anlamına gelir bu. Bakalım küllerinden yeniden doğacakları mı?

Güçlü Milan’ı çok özlediğimi belirteyim.

İtalya derbisi izlemek her zaman keyiflidir. Çekişmeli İtalyan ligleri de tadından yenmezler ama işte 2006’da sıvadılar hala toparlayamıyorlar…

Futbol, Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

2017 Seyahatleri ve İzlenimleri

2017 yılında 33 şehre gitmişim. Bir daha bu sayının yarısını bile yapamayacağımı düşünüyorum. Bir kere İstanbul ve Ankara’dan günübirlik gidilebilecek yerler bitti. Avrupa’daki başkentler bitti. Para bitti.

33 yer…Baş döndürücü bir seneydi. Yıl içerisinde dört gittiğim Ankara’yı, iki defa gittiğim Bursa’yı ve tek eleman olarak sayıyoruz. Ayrıca Edirne, İznik ve Bolu’ya da önceden pek çok kez gitmiştim.

Her yerden bir, iki cümleyle bahsedeceğim. Bu yazıyı kendi arşivim için yazıyorum.

En beğendiğimden en beğenmediğime doğru bahsedeceğim.

*Barcelona – Yaşamak için ne istiyorsam, hangi kriterim varsa hepsine ve fazlasına sahip bir yerdir.

*Kyoto – Güzel sıfatını sonuna kadar hak eden bir şehir.

*Paris – Her ne kadar ihtişamı biraz insanı boğsa da dünyanın iki, üç merkezinden biri. Sıkılmak imkansız.

*Madrid – Eğlenceli bir “Ankara” gibi görebiliriz burasını.

*İzmir – TR’deki en güzel yer. Ayrıca Efes’e, Bergama’ya sahip.

*Kars – Valla ben oraya, Kars popi yapmadan önce gittim ve de yıllardır aklımdaydı. Layk için gitmedim…Ege hariç Anadolu Top 10’umun zirvesinde yer alacak. Görmediğim Mardin, Diyarbakır veya Antep’in Kars’ı zorlayacağını ama geçemeyeceğini tahmin ediyorum.

*Amasya – Ombeş tatilde gitmiştim ve aşık olmuştum. Baktıkça bakasınız geliyor.

*Hatay – Türkiye’den olmayan bir şehre benziyor. Tarihsel değeri de cabası. Kaat kebabı için bile yine gidilir.

*Bursa – Daha önce Bursa seyahatlerim için yazılar yazmıştım. O yüzden bir şeyler demeye gerek. Enfesto bir şehir. Yeşili çok kaliteli.

*Kayseri – Tarih, mimari merakınız varsa Anadolu’daki en iyi ikinci budur. Erciyes’e de bakmaya doyamayacaksınız.

*Seul – Bize hiç benzemeyen ve hiçbir zaman da benzemeyecek insanların arasında, muhteşem bir doğanın ortasında benzersiz bir deneyim yaşadım. Eylülcüğümü de özledim 

*Erzurum – Yine tarih, mimari merakı için fazlasıyla tatmin edici bir şehir. Cağ kebabı da unutulmazdı.

*Edirne – Burası de pek Türkiye’ye benzemeyen bir yer. Bu sefer daha önce görmediğim Karaağaç bölgesine de gittim ki orayı bir de gündüz görmek için gideceğim.

*Malatya – Malatya’yı tepelere çıkaran şey, oradan Nemrut’a gitmiş olmamdı. Seni seviyorum Nemrut.

*Tokat – Amasya’ya gitmişken, plan dışında bir de buraya uğrayayım dedim. Sulu Sokak’ta yukarı aşağı gidince tarihe doyuyorsunuz. Bir de yazın gidip Tokat kebabı yemek lazım.

*İznik – Daha önce iki defa gittiğim İznik’e bu sene bir daha gittim. Bir daha bir daha bir daha gideceğim. Yeşil Cami’nin olduğu meydan çok güzel bir yer.

*Trilye – Hep internet turlarında gördüğüm bu yere şefimle gitmiştik. Madrid’deki Gran Mia gibi köşeli bir binası var. Hep o fotoğrafla anılıyor zaten. Eski bir Rum kasabası. Mutlaka gidin.

*Kocaeli – Kocaeli’nin Körfez ilçesinde çok güzel bir canlı müzik gecesi geçirdim.

*Yalova – Sevgiliyle yapılan ilk seyahatti. Bu yüzden ayrıca güzeldi. Kendisi hala biletleri saklıyor ve bir süre sakladı…TR’de top bir yer Ege Bölgesi’dir. Marmara çevresi de çok güzel bir bölgedir. Özellikle Karaca Arboretumu mutlaka görülmeli.

*Mudanya – Trilye’ye giderken Mudanya’dan geçiyorsunuz. Manzara zaten çok iyi, eski bir Rum yerleşim yeri olması dolayısıyla ayrı bir güzel.

*Kırklareli – Old town’ı olan yerler benim özel ilgi alanıma girer. Kırklareli’nin ilçelerinde de iş var.

*Bolu – Dört sene yaşadığım bu yere, Ankara’dan gelirken uğramış ve bir gece kalmıştım. Aslında “Bolu’ya gittim” demem biraz saçma oldu ama istatistiklerde kendisine yer buldu işte. Doğası harikadır.

*Bilecik – Hiçbir şey sunmayacağını tahmin ediyordum ama “fena değil” çıktı. Sevgiliyle gidilmesi de etkiyi arttırmış olabilir. Youtube yokken GS, Afrika’dan bir oyuncu almıştı. Eleman geldikten bir gün sonra gazetenin biri “Cimbom’un Afrikalısı geldi ve süper çıktı” yazmıştı. Bu haber, bu ruh hali, bu işve, bu eda beni her zaman güldürmüştür  “Cimbimun Afrikalısı geldi ve süper çıktı.”

*Manisa – Amasya gibi bir “şehzadeler diyarı” ama onun yanına yaklaşamadı.

*Beypazarı – Herhalde trende dönüşen seyahat mekanlarından ilkidir. Gidilmeli ama. Uydurmasyon, zorlama, saf-siken ürünü tarihi-turistik eserler de yok değil ama güzel.

*Aksaray – TR’deki üç “Pisa Kulesi”nin biri buradadır. Hatay dönüşü inip, gezmiştim. Yazısını yazmadım. Müzesinde mumyalar var.

*Sakarya – Doğası muhteşem, ilçeleri iyi, kent merkezi tırt bir yer. Üçü bir arada müzesi var.

*Ankara – Şimdi “Ankara’ya gittim” demek de saçma oluyor. Ailem orada yaşıyor. Doğma büyüme oralıyım. Sevmiyorum, beğenmiyorum ama net. Dünyanın en iyisi olduğu bir şeyi var yalnız: Kıymalı pide.

*Ardahan – İki, üç Rus binası ve iyi durumdaki kalesiyle meraklısına hiçbir şey sunmuyor diyemeyiz. Sanki 30 yıl geriden geliyor gibi bir havası var.

-Bayburt – En çok geyik muhabbeti yapılan seyahatim oldu. Gerçekten çok merak ediyordum orayı. Bomboş bir yer değil. Kalesi, meraklısının ilgisini çekebilecek iyilikte. Çok izole kalmış. Bin sene sonra CHP oy oranını %8’e çıkarabilir ayrıca.

*Kırıkkale – Sondan üç şehir, beğenecek hiçbir şey bulamadığım şehirlerden. Bu da onlardan ilki. Eski üç, dört Rum evini restore etmişler de “sıfır tarihi eser” diyebileceğim bir durumda değil.

*Elazığ – İşte sıfır tarihi eser olan bir il. 36 dakikada gezerek bitirdim burayı. Valilik binası 1900’leri başında yapılmış gibi bir tek. Ayrıca Seyit Rıza’nın asıldığı yer (Buğday Meydanı) hala duruyor meraklısı için. Elazığ’ın old town’ı yani Harput, merkezden 10 dakika uzaklıkta ve orasını saymıyoruz zaten. Orası gezmek için çok iyi bir yer.

*Doha – Katar’ın başkenti dünyanın en anlamsız yeri gibi ama gördüm mü gördüm işte…Güney Kore uçağı aktarması esnasında çıkıp, dolaştım. Böyle bir nem görmedim. Bambaşka hayatlar görmeye bayılırım ama şehir olarak insanda hiçbir duygu uyandırmıyor.

Dediğim gibi 33’ün bir daha yarısına ulaşabileceğimi düşünmüyorum. Bu arada İstanbul içinde de hemen hemen her Cuma ve her Pazar bir şeyler yaptım. İstanbul’u tükettim. Bu sene yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm…Çok memnunum.

Arşiv amaçlı yazılmıştır.

Yine de okuyanlara iyi günler.

Seyahat, Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

İspanya Futbol İstatistikleri

18700329_1031949890273912_3744425178339753226_n

Merhaba Gorki Hayırsever, sana verdiğim sözü tutuyorum ve futbol istatistikleri serime devam ediyorum.

Bugün İspanya’ya bakacağız. 2008 yılında itibaren tam anlamıyla dünyanın ağası, boğası olan bir ülke…Her şeyi kazandılar, herkesi yendiler…

Milli takımlar düzeyinde de kulüpler düzeyinde de (inanılmaz bir şey oldu çünkü) bir daha tekrarlanması bana göre imkansız bir dönem yaşadılar, yaşamaya devam ediyorlar. Yani milli takımlar düzeyinde ipi Almanya’ya verdiler ki 2014 yılından başlayarak bir 10 sene de onlar hegemonya kuracaklar gibi duruyor şu anda. Kulüler düzeyinde de Dokuz senede altı İspanyol takımının ŞL şampiyonluğu var. Bu sürede Inter psikolojik faktörlerle, Chelsea tesadüfen, Bayern de eze eze şampiyon oldular. Onun dışında hep Barcelona veya Real Madrid eze eze şampiyon oldu hatta Atletico Madrid de iki kere final oynadı. Yani unutulmaz bir dokuz, 10 seneydi.

Futbol İspanya için her zaman çok önemli olmuştur. Ve de politik…İspanya içsavaşını kazanan Franco ve güçlerinin Real Madrid’e nasıl yatırım yaptıklarını bunun karşısındaki her şeyin de Barcelona bünyesinde kendilerine yer bulduklarını görüyoruz.

Elbette İspanya futbolu Real Madrid ve Barcelona demektir ancak bu, hep böyle değildi. Real Madrid hep çok büyük bir takımdı. Hatta bana göre an itibariyle, burun farkıyla Barcelona’nın, Bayern’in Manchester’ın önünde tarihin en büyüğüdür ancak Barcelona son 20, 30 yılda bu kadar büyük bir takım olmuştur. İlk ŞL’sinin 1992 yılında almıştır.

İspanya istatistiklerinde Real ve Barcelona dışında bir takımı göremiyoruz pek. Oyuncu istatistikelri de bu iki takımın sembol oyuncuları arasında paylaşılıyor çoğunlukla.

Önce takım istatistiklerinden başlayalım öyleyse. Milli takımlar düzeyinde 2008, 2010, 2012 gibi üst üste üç şampiyona kazanan bir takım daha yoktur. Brezilya veya Arjantin’in copa america’da yaptıklarıyla ilgilenmiyorum çünkü futbol Avrupa’da oynanır. En iyiler, en zorlular oradadırlar. Düzeltelim o halde üst üste üç kere avrupa veya dünya şampiyonası kazanan bir takım yoktur.

En fazla şampiyon olan takım elbette Real Madrid’dir. 33 Barcelona 24 ile peşinden geliyor ancak 50’li, 60’lı yılalrda Real Madrid’in inanılmaz bir fark attığını görüyoruz. Cruyff’tan sonra Barcelona’nın 14’e 8 gibi büyük bir üstünlüğünü görüyoruz. Bu farkın önümüzdeki 50 yılda kapanma farkı bence vardır. Toplam kupa sayısında Barcelona Real’den öndedir ama aslolan lig şampiyonluğu ve ŞL’dir. Şu süper kupa’lara “en büyük kupa” denmesi gibi saçma bir şeydir bu da. Kim takar toplamda kupa sayısını? Veya kim takar ŞL varken Avrupa süper kupasını?

En son 1984’te şampiyon olan Bilbao’nun 10, Atletico’nun sekiz şampiyonluğu vardır. Valencia’nın altı ve sonra bir iki tane tek şampiyonluk takımlar geliyor ki bunlardan Deportivo’nun hikayesi ayrıca ele alınmayı hakediyor.

1929 yılında kurulan ligde sürekli olan üç takım vardır: Real, Barcelona ve Bilbao.

Üst üste kazanma rekoruna bakarsak, 2010-11 yılında Guadiola’nın (Bayern ve City ile aynı rekora o ülkelerde de sahiptir) Barcelona’sının 16 yaptığını görüyoruz ancak bu rekorun geçen sene Zidane tarafında tekrarlandığını da ekleyelim.

Mourinho’nun Real’in başına geçtikten sonra iki takımın sürekli rekorlar kırdıklarını görüyoruz. 100 lig puanı örneğin sırayla ikisi tarafından bu dönemde kırıldı. Hatta ilk yedi puan rekoru 2008 sonrası kırılmıştır. Ligde en fazla gol atan takım rekorlarında ilk 17’de sadece iki takım 2008’den öncedir. Bu da inanılmaz. Nasıl bir döneme tanıklık ettiğimizi bence hala tam olarak kavrayamıyoruz.

Mourinho’nun efsane 2012 sezonunda takım 121 gol atmıştır ki o sene Messi o inanılmaz şeyi başarmıştı, 50 lig golü atmıştı. Yani yanına 72 gol atan bir takım bulamadı. İnanılmaz bir sezondu, hala aklımdadır.

Real Madrid’in 12 ŞL’sine karşılık Barcelona’nın beş ŞL’si olduğunu hatırlatalım. 1950’lerdeki ilk beş sene gelen ŞL’nin öneminin çok da anlaşılmayan şeyler olduğunu düşünüyorum. Asıl ŞL sayısı 6’ya dört Madrid lehinedir.

Gelelim oyuncu rekorlarına.

En fazla forma giyen kişi Zubizaretta’dır. 622. Xavi 505’dir. Messi bu sene bittiğinde 400 olacaktır ve beş sene daha oynarsa 550 falan olur. Kafayı kırar da 38, 39 yaşına kadar giderse ki hiç zannetmiyorum, rekoru kırabilir. Bu rekorun kıyamete kadar kırılmayacağını düşünüyorum.

Gol kralı olma sayısı ilginç. Messi’de değil yani beş ay sonra o da rekora ortak olacak. Hugo Sanches ve Di Stefano ve 30’lu yıllardan başka bir adam beş kere gol kralı olmuş. Messi şu anda dört. Ronaldo üç.

En çok atan elbette Messi. 364 gol atmış. Ronaldo’nun 289 golü var yalnız burada ilginç olan şey Ronaldo’nun 1,06 ortalamasına karşın Messi’nin 0,91 lik oranını görüyoruz. Yani Ronaldo Real’e katıldıktan sonra Messi’den daha iyi bir oran tutturmuş ancak ManU dönemini de hesaba katılırsa 0,75’lik bir lig golü oranına ulaşıyoruz. Ronaldo’nun 500 maçta 376 gol attığını, Messi’nin ise 400 maçta 389 gol attığını görüyoruz.

Messi’nin 2012’de attığı 50 lig golü de bence kıyamete kadar kırılmayacak bir şey. Bu gollerin hepsini canlı seyrettim ve hala gözlerime inanamıyorum. Bir sezon sonra yedi maç varken sakatladı ve 46’daydı. İnanılmaz tek kelimeyle…

Bütün gol rekorlarının tek başına Messi’de olduğunu görüyoruz. Ronaldo’nun tek başına elinde tuttuğu bir gol rekoru yok. Messi’yle paylaştığı iki rekor var. O da 19 rakibe de gol atmak ve sezonda 27 maçta gol atmış olmak…Pardon Ronaldo’nun 32 hat-trick rekoru varmış tek başına. Messi 31.

Kaleci rekorlarına bakalım: Diego Alves 22 penaltı kurtarmış. Başka yerde örneği var mıdır şüpheliyim. Zubizaretta 233 “celan sheet”liği varmış. Bravo’nun 754 dakika gol yememe rekoru varmış.

En fazla kırmızı kart kimde dersiniz? Doğru bildiniz. 19 ile Ramos’ta. Bakmak lazım. Bu kadar çok lig kırmızı kartı görmüş başka bir insan evladı var mıdır? Ciddi ligleri kast ediyoruz. Ayrıca Real’de oynuyor. İlginç gerçekten. Real’de oynadığı için görmediği 15 tane falan da vardır. Tam bir yavşak çocuğu…

En fazla şampiyonluk yaşayan adam 50’li yıllardan Gento adlı bir oyuncudur. 12. Messi’nin sekiz şampiyonluk sevincine sahip olduğunu ekleyelim. Bu sene dokuz olacak. Yaşı da 31 olacak. İzliyor olacağız. Iniesta da aynı sayıda ama ben Iniesta’nın bu seneden sonra bir senesi kaldığını düşünüyorum.

En fazla maça çıkmış TD ise Aragones’tir.

Rakamlar bu şekilde. Almanya, İtalya ve Türkiye ile yakınlarda karşısınızda olacağım.

İyi günler.

Futbol, Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Harika Bir Film: Koca Dünya

reha_erdem_koca_dunya

İki insanla üç insan arasında çok fark vardır…

Ne demek bu?

İki insan yan yanaysa daha farklı bir ortam oluşur, üç insan yan yanyanaysa çok daha farklı bir ortam…Üçüncü kişi bir mod/medyan işlevi görebilir. İki insan arasında kopması muhtemel fırtınayı gecikitirebilir, engelleyebilir. Hesaplaşma veya tam tersi büyük bir bağ kurma olasılıkları iki kişiyken daha yüksektir.

Na’palım, üçüncü kişiyi öldürelim mi? Üç veya dört, ne yapacağınızı siz bilirsiniz. Belki bir’i öldürürsünüz belki beşe, 10’a çıkarsınız.%51’e Siz bilirsiniz.

Sinema da bu konuya duyarsız kalmammıştır hiçbir şeye duyarsız kalmadığı gibi.

İkili-yol-suç filmleri her zaman ilgi görmüştür. Aklıma ilk olarak Bonnie and Clyde geliyor. Natural Born Killers, Thelma & Louise (hala izlemediniz mi şok olmuş adam smayli), Im Juli, Herşey Çok Güzel Olacak (dilbilgisi kurallarına dikkat edip de her şeyi bitişik yazıyorsan orta yaşlısın demektir) True Romance, Ulis’in Bakışı, Motosiklet Günlükleri, Stranger Than Paradise, Easy Rider, Transamerica, Vanishing Point, The Wild Bunch, Dirty Mary Crazy Larry, y tu mama tambien, viva cuba, Amansız Yol…

Filmlerden bazılarında üç veya daha fazla karakter var ama işte bu saydığım filmler çok iyi film üretmeye müsait bir tema olan ikili-yol-suç temasından öne çıkmış filmler.

Neden? Çünkü iki insan bir suç işlemiş ve yola çıkmışsa veya yol üzerinde silsile şeklinde suç işliyorlarsa ortaya bir heyecan fırtınası çıkar. Kaavede çalışmaya başlayan çırağın ilk günü gibidir bu filmler…

Reha Erdem’den bahsedelim. NBC ve Zeki Demirkubuz’dan önce var olan ama star yönetmenlik (auteur) mertebesine ulaşmış tek isimdir diyebiliriz. Başka bir isim aklıma gelmiyor, varsa hatırlatın.

İçine girmesi zor bir dünyası vardır. Kapıda mülakat yapar. Herkesi kabul etmez. Torpil yaptıramazsınız.

“Şeyy, ben sinemayla ilgileniyorum da iki tane de Zeki Demirkubuz filmi izledim, sizin evreninize girebilir miyim acaba ” diye mesaja atarsanız, çift mavi tik olur ama yine de cevap yazmaz.

Emek ister RE evreni. Şıkılıp bırakmak gibi şımarıkça tutumları, “bu ne şimdi amk” gibi ahmakça yorumları affetmez. O 10 bin kişiden biri olmak zordur yani.

İçine girmesi en kolay filmi bence Koca Dünya olmuştur. RE evrenine buradan başlayıp hemen mal bulmuş Mağripli gibi saldırmayınız. Diğer filmleri zordur. Bir Kosmos bir Korkuyorum Anne bir Beş Vakit “bu ne şimdi amk” dedirtir kolayca anti sanat filmi hareketi terör örgütü üyelerine. Örnek Mehmet Turgut.

Allahın bile rehberden sildiği iki karakter var. Yetiştirme yurdunda büyümüşler. Ulan bak usuturuplu, bilimsel yazı yazacaktım yine dayanamıyorum…Neyse devam edelim, genç kız ve erkek kardeş olduklarını düşünüyorlar. Ensest olgusuna birazdan değineceğim. Kızı erkekle görüştürmüyorlar üstüne üstlük de evlendirmek istiyorlar onu. Erkek de aileyi öldürüp kızı alıyor ve İstanbul’un bir ilçesine kaçıyor. Aslında filmde yolculuk olgusu çok yok. Doğaya yerleşiyorlar. Doğaya dönmek olgusuna da değineceğim.

Şimdi bu iki insanın sıradışı ortaklığı alternatif bir hayat kurmaya yetecek mi yetmeyecek mi? Allahın bile sallamadığı iki insan, minimuma razı geleceklerini beyan ediyorlar ve herkesten kaçıyorlar. Yetecek mi? Spoiler vermemek için cevabı ve düşüncemi yazmıyorum. Gerçi dur…

SPOILER SPOILER SPOILER SPOILER

Yetmiyor. Yetmez. İnsan tek başına yaşayamaz. İki başına da yaşayamaz. Mutlaka bulaşmak zorundadır. Hele hele günümüz koşullarında izole kalmak çok daha zordur. O yüzden yıllardır küçük şehirleri gömüyorum. Madem bulaşmak zorundayız o zaman milyonlarca kişiye bulaşalım da arada kaynayalım. 10 bin kişilik “balıkçı kasabasında” fark edilmemeniz ve mikro faşizmin ilgi odağı olmamamanız mümkün değildir. Neden buraya gelmiş?

Ne yapıyorlar ormanda?

Koca Dünya’daki diğer bir sorun da ikiliden birinin (kızın) saklanması, erkeğin bir takım koruyucu görevler yüzünden sık sık “panayır alanına” gitmek zorunda kalmasıdır.

O panayır alanında ve “ilçede” erkek geleneksel iletişim şekillerinin hepsine girer. Onun için çok bir şey değişmemiş gibidir yani. Ama doğanın ortasında tek başına kalan kız için her şey radikal düzeyde değişmiştir. O halde ruh hali de aynı kalamaz.

Doğaya dönmekten bahsedelim. Günümüzde böyle bir trend var. Doğaya gidip güzel manzaranın tadına varmak tamam da sürekli orada yaşamak, organik tarım aldatmacasını falan düşlemek bence paralı orta sınıfların şımarıkça ve cahilce kurdukları hayallerdir. Dünya fenadır ve bu politik bir şeydir. Politikayı değiştirmeden bu fenalığı alt etmek mümkün değildir. Paranız çoksa kendinizi uyuşturabilirsiniz en fazla. Spiler uyarısın vermiştik değil mi? Olmadı işte filmdeki gibi. Into the Wild’da da olmamıştı. Filmi başarılı bulmamın sebeplerinden biri de bu gerçekçi yaklaşımdır ki gerçekçilik Reha Erdem’in bir numaralı kaygısı değildir.

Ensest mevzusuna da bakalım. İkili arasındaki ilan edilen kardeşlik bağı sık sık sorguya çekiliyor. Dünyada bildiğim kadarıyla kardeşler arasındaki aşkın serbest olmasını savunan küçük radikal gruplar var. Evrimsel süreçte bunun normal olduğunu ama sapiensin her zamanki gibi bunun üzerine kültür inşa ettiğini söylesek bu yazdığımı gözüyle okuyup anlayacak kişi sayısı çok azdır. O yzüden bu ensest işleri bela konuladır ama evrimsel süreçte normal olduğu için çok sık karşımıza çıkar. Bu bir çelişkidir. Bu çeliki üzerine film yapmaya kalkmak da zordur. Bir kere suç unsuru olabilir, emin değilim. Bu filmin bu anlamda “başarılı” olduğunu ve bu çelişkinin yer yer üzerine gittiğini belirtmemiz gerekiyor. Bu anlamda kültürü aşan bir film yapılabileceğini düşünmüyorum zaten. İnsanlık ben de dahil o durumda değiliz. Koca Dünya’yı bu anlamda da ilgiyi hakettiğini düşünüyorum. Ben bu paragrafta herhangi bir şeyi savunmadım. Birtakım durum tespitleri yaptım.

Reha Erdem’in “Jin” ve “Şarkı Söyleyen Kadınlar” filmlerini hala izlemedim. Bunları izledikten sonra belki kendisini genel olarak ele alırım.

İzleyiniz.

İzledikten sonra farklı bir insan olacaksınız.

Sinemanın bundan daha iyi bir işlevi mi var?

Bu filmle ilgili Facebook’ta bir paragraf yazmıştım, onunla bitireyim:

“Sinema bir tarikattir…Yalnız her film üreten ve izleyen o tarikata üye değildir. Bu tarikatin ilk ve tek kuralı, büyülemek ve büyülenmektir. Bir de dizi izlememek…Reha Erdem’i tanırım. Benden önce bu tarikata üye olmuştur.”

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.

Sinema, Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Bilecik, Sakarya İzlenimleri

*Na’pim Gorki Hayırsever, şimdi fotoğraf albümü hazırlayamam. İşim var. Hem zaten sen annem gibi bir şey değil misin? Anneler, çocuklarının ortalamanın biraz üstü her iletisine Muhteşem’i basarlar.

*”Tüm Türkiye İl Merkezlerini Bilinçli Adam Gibi Gezme” projemde, İstanbul’dan günübirlik gidip gelinecek iki şehir kalmıştı. Bilecik ve Sakarya. Sakarya’nın il merkezinden daha önce gezmiştim ama Google’a yazılan “Sakarya’da gezilecek yerler” yazılarını okuduktan sonra ilk defa gezdim.

*Bilecek’ten başlayalım. Hep sorulur: Türkiye’nin dört coğrafi bölgesinde toprağı olan il hangisidir? İşte o, Bilecek’tir. Marmara, Ege, İç Anadolu ve Karadeniz’de toğrağı/sınırı vardır. Bunun dışında pek bir numarası yoktur.

*Bilecek demek Osmanlı Devleti demektir. Ya da öyle düşünülür. 12. yüzyılda Anadolu’ya akın yapan Oğuz boylarına, Selçuklu sultanları bölgeler vermişlerdir. Bu Oğuzlar hem devletin ana damarıdırlar hem de sonradan o devleti yıkan önemli unsurlardan olmuşlardır. Selçuklular Kınık Boyu’na mensupturlar. Osmanlılar ise Kayı Boyu’na. Bugün İyi partinin amblemi o Kayı Boyu’nun amblemidir. Bu Kayılara bugün Bilecik ilinin sınırlarında bulunan Söğüt ve Domaniç bölgeleri verilmiştir. Koyunlarını otlatmaları ve Hristiyan köylerini yağmalamaları için elbette. Türkler ve koyun ilişkisine dair bilimsel bir yazı yazacağım yakında.

*Bugün Bilecek merkezin Osmanlıların kuruluşuyla pek alakası yoktur. Bu bölge muhtemelen sonraki yüzyıllarda Bursa yolu üzerinde bir uğrak olarak belirmiştir. Tren yolu oradan geçtiği için de nispeten biraz daha gelişmiştir. Bursa ve Eskişehir’e bu kadar yakın olan bir yerin çok gelişmiş bir yer olması beklenemezdi.

*Bilecik’te bir old-town. Yunanların giderken hırpaladıkları bir yer burası. Bugün valilik-heykel-belediye-çarşı-atatürk/cumhuriyet/istiklal/gazi/ caddesi bölgesi new-town’da. İyi oldu. Bilecik’te sıfır tarihi eser olduğunu zannediyordum ama bu bölge iki üç saat falan alıyor.

*Burada bir Şeyh Edibali türbesi var. Ertuğrul’un hocasıymış. Daha önce de yazmıştım Osman diye birinin yaşadığı şüphelidir. Veya bu Kayıların Orhan devrinde tarih sahnesini ciddi bir güç olarak çıktıkları kesindir. Bizans kaynaklarında Osman’la ilgili hiçbir şey yoktur. Osman ile ilgili en eski kayıt, ölümünden 200 yıl sonra yazılan menkıbe tarzı metinlerdir.

*Ertuğrul türbesinin de Abdülhamit zamanında devleti ayakta tutmak için gerekli olan mit ihtiyacı yüzünden bir yerlerden uydurulduğunu da okumuştum bir yerlerde.

*Bilecek böyle bir araba mit dolu bir yer. Şehir merkezinde bir müze var. Bu Anadolu müzeleri üçü bir arada gibidirler. Atatürk’ün kaldığı ev, arkeoloji müzesi ve etnografya müzesi işlevine sahip çok mekan vardır Anadolu’da. TR’de çok iyi müzeler vardır (İstanbul arkeoloji, Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Selçuk, Bergama, Çorum, Hatay, Gaziantep gibi) ama işte böyle yarrak kürek müzeler de vardır.

*Bilecik “yeni garajları” Selçuklu kervansarayı gibi. Elbette şehir dışında, otobanın yanında. Şehir içinde otogarı olan bir Yozgat’ı hatırlıyorum. Artık bütün “yeni garajlar” şehir dışında. Eski garajlar da hep içeride ve hala yaşamaya devam ediyorlar.

*Bilecek’in girişinde her yer Kayı Boyu simgesi dolu. Otoban üzerinde kocaman IYI logosu var. Bir müdahale gelebilir. Malum Türkiye’de ana akım siyaset simgelerle yapılır.

*Bizim İstanbul’da minibüs dediğimiz ve şoförlerine soykırım yapmak istediğim şey Anadolu’da “halk otobüsü” adıyla anılıyor. Hatta Bayburt’ta bu ulaşım tarzı Belediye’nin resmi ulaşım tarzı. Şoföre para uzatılan ve ayakta 1056 kişinin bindiği bu Pejo’lar Bilecik’te halk otobüsü.

*Halk otobüsüne binip heykel/valilik/meydan/çarşı/belediye’de inip müzeye doğru yollandık. Müze 17 dakikada bitti. Etnoğrafya müzelerinden uyuz giderim. 60, 70 yıllık şeyleri tarihi eser diye koyuyorlar. Big Lebowski’deki gibi “halı odayı dolu gösteriyordu” şiarına benzer, kara lastik müzeyi dolu gösteriyor…

*Yazı çok uzuyor, sanırım sadece Bilecik izlenimleri olarak bırakıp, Sakarya’ya sonra dalacağım.

*Bilecik’te yenecek özel bir şey yok. O zaman gelsin tavuk…

*50 yıl bıyık bıraktıktan sonra son yıllarda top sakal bırakan sol/demokrat adamlara bence top sakal hiç gitmiyor. Tamam biliyorum, banane, bırakayım da insanlar istediğini yapsın…Ben darı sar pantolon giymiyorsam diğer insanlar da biraz ne olur ne olmaz diye baksınlar, fena mı olur? Bilecek’te böyle bir dayı gördüm de…Aslında bu mevzu ruh ikizim Umut Sarıkaya tarafından işlenmişti bir yerde de oradan aklımda kalmış. Bulamadığım o kadar çok karikatür var ki…Milli piyangodan büyük ikramiye çıkarsa, beş altı tane adam tutup aradığım tüm karikatürler için kendilerini ülkeye salacağım.

*Bilecik’in tam tepesinde Bursa’daki gibi bir gökdelen konut kompleksi var. Tıpkı Bursa’ya yaptıkları gibi şehrin içine sıçmışlar.

*türbanlı oranı, sokakta el ele tutaşabilme durumu, ana cadde üzerinde tekel büfesi durumu, kafe durumu nedir? Yani medeniyet anlamına gelen şort-bira-zina durumu? İyi. zaten CHP %30 almış. Bu, yeterince açıklayıcı zaten.

*Bilecik’te Suriyeli ve yerleşik Kürt olduğunu tahmin etmiyorum. O yüzden “masum” bir ırkçılık vardır.

*Belediye binası dikkat çekici. Old town’a yakın. Osmanlı dönemi hükumet konağı olmalı. Saat kulesi de Abdülhamit işi zaten her yerde olduğu gibi. Güzel bir saat kulesi var.

*Old Town’da bir zincirli kaya var. O zincirlerin o kayaya neden vurulduğu bir türlü anlaşılamıyor. Görülmeli.

*1200ler tarihli Orhan Camisi yeterince ipucu veriyor.

*Old Town’ın orada bir kanyon var ve kanyona yürüyüş yolu yapmışlar. Doğayla baş başa kalıp kafa dinlemek için bire bir yalnız bir sorun var: Kanyonun ortasından geçen küçük akarsu kanalizasyona taşıyor ve kokuyor. Herhalde çözüm bulurlar çünkü şehirdeki ender güzel bölgelerden biri.

*Hayatımda içtiğim en iğrenç çayı Bilecek eski garajlarda içtim. Muhtemelen gres yağı, mazot filtresi, dışkı ve sülfürden demlemişlerdi. İçtiğim en iyi çayı da yedi, sekiz ay önce evde Hemşin organikten demlediğim çayla içtim. Bir daha o lezzete ulaşamadım. Ne yalnız ne de misafirle…

*Aslında Bilecek’ten hızlı tren geçiyor. Çok kolay gidilebilir. Ama Ankara’dan…İstanbul hızlı tren istasyonu Pendik’te yani anasının şeyinde. Bundan sonra argo deyim kullanmamak için kendimi hiç kasmayacağımı buradan deklare ederim. O istasyona ulaşmak çok zahmetli. YHT Haydarpaşa’ya veya bir metro durağına bağlanmazsa etkin bir şekilde kullanılamaz.

*Evet evet, Sakarya’yı sonra ele alacağım.

*Bilecek valisi şehrin isminin Ertuğrul olarak değiştirilmesi için bir şeyler söylemişti. Yer adları ideolojiktir. Ve ekmek yedirir. Elektronik (karşı) devriminden sonra çok kısa sürede sonuç da aldırır. Dersimliler veya Amedliler gibi güçlü ve kararlı değilseniz geçmiş olsun.

*Bileciklilerin iyi insanlar olduğu düşüncesi de facto beyinde oluşuyor bence. Çarşambalılar için böyle bir algı oluşmaz örneğin.

*İyi parka sahip kent merkezlerine örnekler: Sakarya, Düzce, Bolu, Kayseri, Konya, Eskişehir…

Böyle.

Görüşürüz.

Seyahat, Uncategorized, Yiyecek İçecek kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Sakarya İzlenimleri

*Sakarya mı Adapazarı mı? Hatay mı Antakya mı? İzmit mi Kocaeli mi? Tıpkı zemin kat uygulamasının kaldırılmasını talep ettiğim gibi bu tür iki isimli il merkezi uygulamasının da kaldırılması gerektiğini düşünüyorum ama bir saftirik değilim. Bu tür şeyler ideolojiktir ve insanlar rica ettiği için değişmezler.

*Daha önce Sakarya’nın merkezinden geçmiştim. İstanbul – Ankara yolculuklarında da mutlaka Sapanca Gölü’nün kenarında mola verirdim. Sakarya demek Sapanca demekti.

*Sakaryaspor da bir zamanlar çok etkili bir takımdı. Şu anda durumu kötü ama yakında birinci lige gelecektir diye düşünüyorum. Çünkü potansiyelli bir şehir ve stat yapıldı. Anadolu’da 250 bin üstü nüfusu olan her şehre 25, 30 bin kişilik futbol stadyumları inşa edildi. Yani 60lı, 70li yılların atletizm pistli “Atatürk” stadyumları artık tarihe karışıyor. Yakın gelecekte ilçe takımlarını birinci ligde görmek çok daha zor olacak. Siyasi atmosfer bu şekilde giderse, Kasımpaşa ve Başakşehir hariç…

*Anadolu’da ilk futbol stadyumu inşa eden şehir Kayseri’dir.

*Sakarya otogarı otobana çok yakındır ve dönemeçli yollardan gidilmez oraya. Eğer otobüs Kocaeli veya Gebze otogarına girecekse yanmışsınız demektir. Kafadan 20 dakika bindirir bu ikisi.

*Servisle Gar Meydanı’na gidiyorsunuz. Eğer o Anadolu şehrine tren yolu varsa merkez Gar etrafında toplanmış oluyor genelde. Daha doğrusu bunlar zamanında çok küçük şehirler oldukları için tren garını direkt göbekten geçirebiliyorlar. Bu arada “direkt” kelimesinin yakında TFK tarafında “direk”e çevrilmesi şaşırtıcı olmamalı. Çok yaygın bir kullanım bu. Sakarya’da minibüsler üzerinde “Direk Terminal” levhası gördüm de…Ünlü Gramer Özel Harekatçısı (GÖH) Can Saday duymasın da…

*Gar Meydanı’nda inince hemen sağınızda bir yerlerde “müze” var. Bu da bir “üçü bir arada”. Yani Atatürk’ün Sakarya’ya teşviklerinde konakladığı yer. Yani ulusal kurtuluş müzesi ve dört beş tane Atatürk’ün kullandığı çatal bıçak takımı var. Hacılar gidip yüzünü sürüyorlar ve iki, üç tane daha Atatürkçülük sevap point’ini cebe atıyorlar. Sonra bir etnografya müzesi. Yukarı Kusunlar’dan Fadime ninesinin çarığını, çıkrığını, çulluğunu bir de Aşağı Cumayeri’nden piç Osman’ın kara lastiğini getirip sergiliyorlar. Son olarak da arkeoloji müzesi. Deli Duran’ın tarlasının yanında duran Urum mezar taşını gece çalıp getirip buraya koymuşlar. 25, 30 tane de sikke. Böyle “müze” mi olur? Oluyor işte.

*Bir de deprem müzesi var Sakarya’da. Yine oralarda bir yerlerde. Günümüzde adres tarif etmeyi anlamsız buluyorum. 1999 depreminden fotoğrafların sergilendiği bir “müze”. Daha çok bir anıya saygı niteliğinde yapılmış. İçi çok kasvetli ve bunaltıcı. Bu, umarım bilinçli tercih edilmiş bir şeydir. tırsmıyor değilim.

*Tarihi eser babında bir de Orhan Cami’si var yine. Dikdörtgen planlı bir cami. Hiçbir özel numarası yok. Zamanında ihtiyaç olduğu için yapılmış. Kadıköy’ rıhtımda yapılmak istenen bir ideolojik dayatma değil yani.

*Sonra, ölene kadar bir daha Sakarya’ya gideceksem ne için gideceğim şey olan şeyle karşılaştım. Köfteci Mustafa. Bu arada Mustafa isminin köfteciliğe iyi gittiğini düşünüyorum. Acaba 30 sene sonra bir köfteci açılacaksa ne diye açılacak hiç düşündünüz mü? Köfteci Atlas Can? Köfteci Todor Can? Artemis Nur abladan ev yemekleri? Jiyan Hewal Çiğköfteci? Boğaçhan Böke Oto Kiralama Cep Telefonu Kılıfı ŞTİ? Adapazarı ıslama köfte bir tarzdır. Bayat ekmeği ızgara eder sonra soslu kemik suyunu batırırlar. Yanında da köfte gelir. Bu ekmeğin malzemesi iyi seçilmişse enfes bir şey olur. Mustafa’yı internetten buldum ve bayıldım. Kadıköy’de de bir ıslama köfteci vardır. Duvarda “ünlü” fotoları vardır ve ben yine hiçbirini kimseye benzetemem. Oradaki de iyidir. Yolunuz düşerse kaçırmayınız.

*Köfte Balkan yiyeceğidir. Sakarya’da da çok Balkan göçmeni olduğu için bu tarzı orada oturtmuşlar.

*Balkan göçmeni dedik. Bu insanlar daha çok Marmara bölgesine yerleşmişler ve ilginç bir sosyal psikolojiye girmişlerdir. Örneğin aslında Orta Anadolu veya Doğu Anadolu bağnazlığını bünyelerinde barındırmazlar ama geldiklerinde hedefe koyulmamak için anlaşılmaz gibi görünen ama bence işte anlaşılır bir milliyetçi muhafazakar tutum takınmışlardır. AKP %70, MHP %12 oy alıyor Sakarya’da ama şöyle bir baksan bir Konya, bir Kayseri, bir Erzurum demezsin.

*En meşhur caddenin ismi Çark Caddesi. Bu ilginç. Cumhuriyet elitleri nasıl da dokunmamışlar en meşhur caddeye. Trafiğe kapalı, yürünebilecek bir cadde. Kalabalık caddelerde yürümeye bayılırım. Kalabalığı çok severim.

*Sonra Kent Park diye bir yere geldim. Büyükçe bir park. Kent merkezinde büyükçe bir park olması nasıl da önemli bir kazanımdır, bilemezsiniz. Sakarya doğanın, yeşilin ortasında olduğu için pek anlaşılmıyor olabilir ama yeşil çok önemli ve değerli bir şeydir. Kaybeden değerini anlar. Büyükçe değirmenler var ve insana hoş duygular hissettiren bir park. Başbakan olsam evlerin %40’ını yıktırır park yapardım.

*Kent Park’ta sevgili dostum, ünlü izci lideri Talha Can’la buluştuk. Kendisi Bolu Fen Lisesi’nden eski öğrencim olur. Eski öğrencim olup da dostum olan birileri vardır ve bunlar genelde Bolu Fen Lisesi’ndendir. Neden acaba? TC ile yine felsefe, poltika, aktüalite, meta fizik konularında hasbıhal ettik. İyi bir çocuk. Yolu açık olsun…Aa, ilk defa bir dilek temennisinde bulundum, Talha bak değerini bil…

*Sonra yardırdım, geldim. Akşamında FEK’lere çay içmeye gittim. O evde sevdiğim iki küçük canlı var.

*Yorum bölümünde bulacağınız en sağcı şehirler yazımda Sakarya dokuz numarada yer alıyormuş. Baktığın zaman sağcı şehirlere hiç benzemiyor ama o göçmenlerin korunma reflekslerini dikkate değer buluyorum.

*Taraklı ilçesine gideceğim en yakın zamanda. Doğal güzelliklerini de fırsat bulursam ziyaret edeceğim.

Böyle…

Bi’ şey diyonuz mu?

Seyahat, siyaset, Uncategorized, Yiyecek İçecek kategorisine gönderildi | , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

İngiltere Futbolu İstatistikleri

hi-res-fc15e44224a10f9f24e04df6b253225f_crop_exact

Yine büyük oranda Gorki Hayırsever için yazılmış bir yazı serisiyle karşınızdayım.

Şimdi İngiltere’deki futbol istatistiklerini eğileceğiz. İlerleyen günlerde de aynı işlemi İspanya, Almanya, İtalya ve Türkiye için yapacağız. Belki ŞL, DK ve AŞ için de yaparız. 

İstatistiklerle haşır neşir olmaya bayılırım. Sayılar, skorlar, istatistikler önemlidir benim için. Bunların önemini göz ardı edenlerlere karşı da gönül kırıklığı duyarım. Sayılar önemlidir. Politikada da önemlidir. Hatta günümüzde neredeyse sadece sayılar önemlidir bile denilebilir.

İngilitere’deki futbola bakalım şimdi:

Neden İngiltere ile başladım? Çünkü şu anda orada inanılmaz şeyler oluyor.

İngilitere’de lig 1892 yılında kurulmuştur ve tam 100 sene sonra 1992-93 sezonunda Premier Lig’e geçilerek endüstriyel futbolun doğumu gerçekleşmiştir. Aynı sene doğan Şampiyonlar Ligi’yle beraber bu iki organizasyon endüstriyel futbolun ikiz çocuklarıdır. İPL’nin yayın değeri iki milyar Euro’dur falan…

İngiltere’deki istatistikler PL öncesi ve sonrası diye iki şekilde değerlendirilir. Ben ise bu yazıda esnafça bir tutumla ikisine de değinip, önemli gördüğüm şeylerin altını çizeceğim.

İngilitere demişken Alex Ferguson’un (sör’dür kendisi) adını anmamız gerekir. Bu konuda bir yazı yazıp yazmadığımı hatırlamıyorum. Toplam 50 (yazıyla elli) kupası olan bir adamdır. Ve kimseye, hiçbir şeye benzemez…Bence Stalin’den sonra tarihteki en başarılı insandır. En son 1965 yılında şampiyonluk yaşayan Manchester United’ı 1986 yılında almıştır ve ilk altı sene şampiyonluk yaşayamamıştır. 1993 yılında ilk şampiyonluğunua alır ve sonra bu kulübü bir ara dünyanın bir numarası haline getirir (sonra Real Madrid emaneti geri alacaktır.)

Sonra Mourinho ile ilk örneğini gördüğümüz “para” faktörüyle beraber İngilitere’de futbol başka bir şey olur. Star teknik direktör eşliğinde “herkesi” alan takımlar MAnU’nun hükümdarlığını sonra erdirir.

Bu arada hala ama hala 2016 yılında Leicester City’nin nasıl şampiyon olduğunu anlamış değilim. Zaman zaman kendimi Truman Show filminde gibi hissederim. Leicester City2nin şampiyonluk maçını izlerken en çok bu duyguya kapılmıştım.

Not: İngiltere’de uzun top artık yok-tur. Böyle çağ dışı bir anlayışla günümüzde futbol oynanamaz. O, 60’ların, 70’lerin taktiğiydi. Bitti, gitti artık. Geçen hafta City 90 dakikada 1000 pas yaptı…

Önce takım istatistiklerine sonra da bireysel istatistiklere odaklanacağız.

Takım istatistiklerinde her iki dönemi da almayı uygun buluyorum. En fazla şampiyon olan takım ManU’dur. 20. En son 1990 yılında şampiyon olmuş bir takım olan Liverpool’un sayısı 18’dir.

2011 yılında Ferguson 19 yapmıştır. Derler ki Ferguson’da Liverpool nefreti çok baskındır ve hayatını onları geçmeye adamıştır. 2012 yılında yorum bölümünde Gereard’ın hikayesinde ele aldığı olay gerçekleşir. Liverpool şampiyonluğa gidip 19’a 19 yapacakken, soondan üçüncü haftada son adam (?) Gerard ayağından topu kaçırır ve iş biter. Ferguson dünyanın en akıllı insanlarından biridir. 20 yapar ve emekli olur çünkü City’nin gümbür gümbür geldiğini görür.

PL’yi kazanan çok az takım vardır. ManU zaten, Wenger’e hala ekmek yediren milenyum Arsenal’i, Mourinho (bir de Ancelotti) Chelsea’si pardon bir de Conte, 95 yılında “king” Kenny Dalgish’in (Liverpool’u Liverpool yapan adam) Blackburn Rovers’ı, bir de Arap sermayesinden sonra Manchester City işte…Ya ciddi söylüyorum bakın, numara yapmayın, gerçekten LEicester City şampiyon oldu mu? Eğer gerçekse bir daha kıyamete kadar gerçekleşmeyecek bir şeydir bu. Bu kadar “tarihe tanıklık etmek” de fazla açıkçası…

2000’li yıllarda ManU, Chelsea, Liverpool, Arsenal ilk dördü her türlü paylaşıyorlardı ve hatta bunlar ŞL’de üçü birden yarı final de oynuyorlardı ama o devirler geçti. Şampiyonluğun doğal adayı olan takım sayısı 6’ya çıktı. Hatta Tottenham da neredeyse doğal adaycık…Hal böyleyken nasıl Lestır şampiyon ouyor arkadaş? Yedi takım birden saçmalıyor sonra da “futbolda her an her şey olabilir” oluyor. Yüz sene falan bekliyorsun ama hiçbir şey olmuyor…

Üst üste kazanma rekorundan bahsettim: Bu rekor diğer liglerde genelde 17 ve üstü iken İngiltere’de 2001 yılından beri 14 idi. City önce 15, geçen hafta da 16 yaptı. 20 olur mu olur ama bu da 100 sene göremeyeceğimiz bir şey, emin olun.

Üst üste şampiyon olma rekoru üçtür. 1930’ların, 40’ların rekorlarını siktir et, 80’lerde Liverpool, Pl sonrası da ManU yapmıştır. Hem de iki kere…Diğer liglerde beşler altılar falan vardır ama İngiltere’de kaliteli takım sayısının fazlalığından dolayı bu rakm üçte kalmıştır. Ronaldo 2009’da Real’e gitmeseydi dört olurdu.

En fazla gol atma rekoru 2010 Chelsea’sine (Ancelotti) ait 103. İspanya’da 120’ler falan görülürken İngiltere’de yüzü ancak geçebiliyorlar. İtalya’da zaten mümkün değil. Almanya’da ise 18 takımlı bir lig olmasından dolayı mümkün değil. Dur lan bi’ kontrol edeyim belki Bayern yapmıştır…Oha lan, 1972’de 101 atmışlar 18 takımlı ligde…

Bireysel rekorlara gelelim. En fazla gol atan, en çok forma giyen ve en fazla gol yemeyen kaleci rekorları ilgi çekicidir.

Burada PL rekorlarına odaklanmak gerektiğini düşünüyorum. 100 sene önceki ligde kırılmış rekorlar şu anda çook uzak duruyor. En fazla gol atmış adam Alan Shearer’dır. 260. Bu gol atma oranlarında ortalamaya da bakmak lazımdır bence. 0,59’la iyi bir orandur bence Shearer’ınki. Misal Hakan Şükür 1000 pozisyonda 250 gol atmışken, Tanju Çolak 300 pozisyonda 240 gol atmıştır. Kim daha büyük golcüdür falan gibi…

Shearer’ı halen aktif olan Rooney takip ediyor. 208. Üstelik tam bir forvet de değil ama çok istikrarlı. 2003 yılında geldiği United’da hiç form düşüklüğü yaşamadı ve geçen sene kovuldu. Bu rekoru kırmalıydı bence. Şimdi Everton’da sinek ikilisi muamelesi görüyor. Bu tutumu da anlamam. Sen Rooney’sin, neden efsane olmaya razı olmayıp yarrak kürek takımlara gidip daşşak oğlanı haline gelirsin ki…Git Katar’a, BAE’ye falan neden İngiltere’de kalmaya devam ederek her hafta Kemalettin Tuğcu romanı yazarsın ki…

Bir ortasaha oyuncusu olarak dördüncü sıraya yükselmiş olan Lampard’a da (177) dikkat çekmemiz lazımdır.

29 yaşında Arsenal’den Barcelona’ya giden Henry ki bence gelmiş geçmiş en iyi “striker”dır, 175 golle beşinci sıradadır ama oranı 0,68. Yani Arsenal’de kalmaya devam etseydi bu rekoru kimseye bırakmazdı. Onun Barcelona’ya gitmesi konusunda da olgunlaşmamış fikirlerim var. Belki bir gün üzerinde düşünüp olgunlaştırırım.

Yine Real Madrid’e giderek ve sonra sakatlanarak bu rekoru kıramayan Owen’dan da bahsetmemiz lazım. Onun ManU’ya gitmesi tam bir Ferguson psikoljik hamlesiydi ve bunu yutmamalıydı…

Bu rekorun kırılabileceğini düşünmüyorum. Böyle biri olursa transfer yapar. Süper starlar artık Real, Barcelona ve PSG dışında başka takımı seçmezler gibime geliyor. City bu sene destan yazarsa belki bu dediğim geçersizleşir.

En çok forma giymiş oyuncu ise tabi ki Ryan Giggs değil halen oynamaya devam eden 1981 doğumlu Garreth Barry. İtiraf: Ben de bu kişin Giggs değil de Barry olduğunu bu yazıyı yazarken öğrendim. West Bromwich Albion’da oynuyor. Bu arada 632’lik Giggs’i bu sene geçmiş: 643

Bu arada Tugay Kerimoğlu’nun da 233 PL forma giymişliğiyle bu alanda üstlerde bir yerlerde yer aldığını belirtelim.

“Clean Sheet” yani en çok gol yememe rekoru ise elbette Cech’e ait: 199…Mourinho takımlarında oynadığı içindir bu…Efsanevi Schmeichel bu alanda onuncu. Hiçbir büyük takımda oynamamış David James’in başarısı dikkate değer. Eski GSli Brad Friedel de listede.

Bir sezonda en fazla gol atan oyuncu rekoru da önemlidir, hatırladım. Shearer, Ronaldo ve Suarez bu alanda 31 ile beraberler. Ne kadar zorlu bir lig olduğu buradan belli. Kimse 32 gol atamıyor…Bu arada 100 sene boyunca göremeyeceğimiz başka bir şey de Messi’nin 2012’de 50 lig golü atmasıdır…Truman Show kesin…

Asist krallığında 162 ile elbette Giggs zirvede ama 110 ile ikinci olan Fabregas’ın performansı şaşırtıcı. Bir ara Barcelona’ya gitmesine rağmen…2003 sezonunda Henry’nin 20 asist yapması da inanılmaz bir şeydir bana göre…

En fazla kırmızı kartın bir küçük takım (şerefsiz) futbolcusu tarafından görülmesi gerekirken bu alanda 8 ile Viera’nın zirvede olduğunu görüyoruz. İki küçük takım oyuncusuyla bu rekoru paylaşıyor ama sıradışı bir şey olduğunu belirtmemiz lazım. Az şerefsiz değildi…

ManU’nun 9-0’lık ev, 1-8’lik deplasman rekorları var…

Sayılar böyle…

İngilitere izlenmeye değer mi?

Hala öyle ama önümüzdeki 10 senede neler olacak açıkçası biraz korkuyorum. Saçma sapan şeylerin olma olasılığı bence daha fazladır…

Bekleyip göreceğiz….

İyi günler.

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.

Futbol, Uncategorized kategorisine gönderildi | , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Kendi Kendime Yazdığım Saçma Otobiyografisi 2

14051787_848316341970602_5882081163635129333_n

Şubat ayında yazdığım ve yorum bölümünde göreceğiniz yazının ikincisiyle karşınızdayım…

*Çay konusunda ırkçıdır.

*Ünlem işareti kullanamaz. İnsanlara bağırdığını düşünür. Aynı şekilde otobüslerde de yanındakilere ayıp olur diye SM’ye giremez.

*Kırmızı muslukla mavi musluktan hangisinin sıcak su musluğu olduğunu bilmez.

*Bazen çöpe 30 santimetreden basket atamaz.

*Lavabo açıcı kullanıp başarılı olmayı çok sever.

*Sevdiği nesnelere isim takar: Montuna Berkecan, demlik içi süzgece Hakkı, bir kadının beğendiği bir bölgesine Nurdagül, Weihenstaphaner’e Messi, vantilatörüne Hüsnü, yazıcısına İlaydasu…

*Elde bir tane market poşeti taşımakla iki tane market poşeti taşımak arasında ciddi karizma farkı olduğunu düşünür. bir poşetlik alışveriş yapar, onu eve bırakır sonra gider diğer poşetlik alışverişi yapar.

*Fa diyez 3’le Fa diyez arasında kalırsa Fa diyezi tercih eder.

*En sevdiği renk yeşildir.

*Sorumluluk sahibi bir “özgürlüğüne düşkün”dür.

*150 bira denemiştir, kaldı 39850.

*Esnaf inançlılara içten içe gıcık olur.

*Deistleri ciddiye almaz.

*Blok flüt çalar.

*İyi niyet belirtiminde (tebrikler, hayırlı olsun, başarılar, kutlu olsun, bayramınız kutlu olsun) dünyanın en kötüsüdür.

*Bir konuda Guiness Rekorlar Kitabında adı geçer: 158 şeyde dünyanın en kötüsü, 97 şeyde dünyanın en iyisidir.

*Öyle olmadığı halde iyi aptal taklidi yapıp, ekmek yer.

*Mecbur kalırsa her türlü tamiratı yapabilir ama o kadar üşengeç olabilir ki koridorun ampülünü iki buçuk ayda değiştirdiği olmuştur.

*Dünyanın en net insanıdır. Bu yüzden başı sık sık belaya girer.

*Halil Selim‘in yayınladığı her masa estetiği katliamı fotoğrafında 27 takipçi kaybeder ama piyasa kaygısı olmadığı için iplemez bunu.

*Dokuz yaşında tek başına toplu taşıma kullanarak kültür gezisine gitmiştir. 14 yaşında tek başına şehirler arası yolculuk yapmıştır. 15 yaşında ilk defa siyasal eyleme katılmıştır.

*Annesinin örtük triplerine hiç yüz vermez.

*İnsan sarrafıdır.

*İyi bir hediye alıcı’dır. (Tarantino filmlerinde geçen ve -er takısıyla biten tuhaf sıfatlara saygı duruşu…) Ucuz ama hikayesi olan hediyeler alarak ekmek yer.

*Batakta bir kere çizmiştir.

*Lestır Siti’nin nasıl şampiyon olduğuna hala inanamaz.

*Bir şeye ilgi duyarsa o şey yanmıştır. Bir şeye ilgi duymazsa o şey yanmıştır.

*Bebekken intihar girişiminde bulunmuştur.

*Nöbetçi öğretmenken “teneffüs bitti mi” diye soran çocuklara “evet” der. Uğraşmaz.

*Takım elbise giymek zorunda olduğu dönemlerde gömleğin sadece ön yüzünü ütülerdi.

*Hayatında hiç buzdolabı temizliği yapmamıştır.

*Zülfü Livaneli’nin 500 bin kişilik konserine katılmıştır.

*Vedat Milor’u anti-patik bulanları toy bulur.

*Gorki Hayırsever, Can Saday, Mehmet Turgut, Sırma Doğan adlarında feyk hesaplar açmıştır ve bu hesaplardan sürekli kendisine yorumlar yaparak sayfasını harlı tutar.

*Bir kere Google’a “google” yazıp ne olacağına bakmıştır.

*Bilinçli adam olarak 44 şehir, 14 ülke gezmiştir.

İlk yazıda da kitleleri aynı yazıyı yazmaya davet etmiştim. Yine yapıyorum.

Devam edebilir…

nitelikli goygoy, Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın