Unutulmaz Bir Altı Aydı

Genclerbirligi-2001-02-web-1-1024x700.jpg

Merhaba arkadaşlar, nasılsınız?

Bugün Gençlerbirliği 2001-2002 sezonundan bahsedeceğiz.

Bu sezonda, adı geçen takımın hemen hemen bütün maçlarını stadyumda izledim. Bahsedecek çok şey var diye düşünüyorum.

Neden bütün maçları değil?

Çünkü kulüp işler sıkışınca bedava taraftar çekmeye başlamıştı.

O tarihlerde ben üniversite öğrencisiydim. Lisedeyken, Ankaragücü’nün ligde sıkışınca, okullara gönderdiği bedava biletlerle maça gitmişliğim vardı. Bu da benzer bir uygulamaydı. İşler zora girince Gençlerbirliği, öğrencilerle “kartlı uygulamaya” geçmişti. Karttan bahsedeceğiz.

GB sezona fırtına gibi başlamamıştı. Berbat başlamıştı. Walter Meeuws adlı Belçikalı bir teknik direktörler başlamıştı sezona. Türkiye’de ilginç isimli ve/veya dikkat çekici düzeyde fiziksel deformasyona sahip bir futbolcunun/teknik direktörün şansı olmadığına inanıyorum. Çünkü TR’deki futbol dünyası geyik muhabbetini çok pespaye bir düzeyde yapar, TR’de insanlar götleriyle maç izlerler, götleriyle taraftarlık yaparlar.

Bu ilginç isimli adamın takımı 11 maçta sadece iki galibiyet aldı. Bunlardan biri ezeli rakip Ankaragücü’ne karşıydı. O sene Ankaragücü, Ersun Yanal yönetiminde fırtına gibi esti. Onların birkaç maçına da para verip gitmiştim. Stadyumda izlediğim en zevkli maçlar onlardı. Ankaragücü’nün gollerini iki, üç ay sonra GB’ye geçecek olan enteresan futbolcu Cafer Aydın, ve Torres ve Ronaldinho’dan dünyanın en keskin düşüşünü yaşayan Augustine atmıştı. GB’nin gollerini fiziği çok iyi ama yolda bile yürüyemeyecek gibi duran Süleyman Youla, cılız EMbayo ve sağlam Thomas atmış.

İşler kötü gidince kulüp taraftar çekmek için öğrencilere “kart” dağıtmaya karar verdi. Bu kitlenin ismi “Kartlılardı”. Ben ve Okan Do da birer “Kartlı”ydık. Bu kartı liseden öğretmenim olan Şen Özgüner Mutlu sayesinde aldık. Feysten arkadaşım. Merhaba hocam, aşırı büyük saygı ve selamlar…Eşi kulüpte görevliymiş de onun sayesinde “Kartlı” olduk.

Bir de “Bir’e iki yapmak” vardı. 19 Mayıs Stadı’nda biletinizi gişeden alıp, içeri girmek için beklerken, bir takım ortaokul bebeleri gelip size “Bir’e iki yapalım mı abi” diye sorarlardı. Yani gişeden sizinle beraber geçip bedavadan içeri girmeyi talep ediyordu. Gişeden bir yetişkin bir çocuk beraber geçebiliyordu.

Bir “Kartlı” olarak gittiğimiz ilk maç sanırım Gençlerbirliği – Malatyaspor’du. Kartlıları kale arkasına alıyorlardı. Bu maçın sonlarına doğru başını hatırlamadığım ve “Yeter artık hoca artık istifaa, artık istifaa ooo, ooo” teazahuratını hatırlıyorum. Maçkolik’e göre o maç sonunda o tuhaf isimli adam gitmiş ve yerine geçtiğimiz yıllarda ölen Erdoğan Arıca gelmişti.

Bir umuttu. Takım ciddi ciddi küme düşme tehlikesi yaşıyordu ve GB hiç küme düşmemiştir. Sonraki iki maç da deplasmandaydı. Antep’ten beş Fener’den iki yedik ve nihayet yeni umutla ilk maçımıza çıkacaktık. Göztepe maçı…2 Aralık 2001 tarihindeymiş. Ankara soğuğu malum…Maça kimse gelmedi ve birden bir anons duyuldu: Kartlılar maratona gelsin!

Maçı kale arkasından izlemekle maratondan izlemek arasında çok büyük fark vardır. Toplam 1000 kişi falan olduğu için onları maratona toplayıp, rüzgar estirmek istediler. Göztepe’de Barçik adından dünyanın en tuhaf tipli ve zaten tuhaf isimli bir futbolcu vardı. Dört tane Efes içip de çıkmış gibiydi maça. Çok zevksiz bir maçtı ve Göztepe tıngır mıngır bir gol attı. Futbolcuların ince sesleriyle “Heyyooo!” diye bağırmaları duyuldu ve maç bitti.

İlk yarının son maçı TS’ye karşıydı. Bu maç o maç olabilirdi. Oldu da. 16 Aralık’ta oynanmış. Kar yağıyordu ve bayramdı. Eve gelen misafirleri iplemeden Okan Do’yla maça gittik. Çok üşüdük. Maç Trabzon’un hakkıydı. Bir ara hakem kötü tezahürattan içeri gitti, sonra geldi. İçeride bağladılar herhalde. Geldi uyduruk bir penaltı verdi ve maç 1-1 bitti.

Devre arasında El Saka ve Ahmed Hassan transfer edildi. Okan adlı sonra Beşiktaş’a gidip kaybolacak büyük yıldız da gelmişti. Eski futbolcu Cafer Aydın Ankaragücü’nden yuvaya dönmüş ve kaptan olarak takıma gaz verme görevini eline almıştı.

Sezonun ikinci yarısında GB mükemmel bir performans gösterdi ve ligi sekizinci bitirdi.

İlk üç maçı deplasmandaydı ve hepsini kazandı. Goller genelde Ahmet Hassan’dan geliyordu. Nihayet takımımızla buluşacaktık. 3 Şubat’ta Ankaragücü ile maç vardı. Gittik. O zamanlar Ankaragücü taraftarının “Meepeli” oldukları ve psikopat oldukları düşünülüyordu. Gerçekten de öyleydiler. Siyasal yanları çok baskın değildi ama Orta Anadolu lumpenliği çok baskındı işte. Futbolcu Beyhan’ı ısınmaya çıktığında Cafer zannedip “Piç piç piç Cafer” diye bağırmışlardı.GB maçlarında hep “Dışarıda kaçanın anasını sikeyim” diye tezahürat yaparlardı. Tabi o esnada Ersun Yanal’ı bugünlere getirecek bir performans sergiliyordu o takım ve hiç şansımız yoktu. Yendiler.

Ondan sonra içerideki maç Yozgatspor’a karşıydı. GB taraftarı “solcuydu”. Yani büyük bir siyasi bilinçten ziyade “düzgün tiplerdi” hep. Otururlar ve maçı seyrederlerdi. Pipolu, Che şapkalı adamlar vardı trübünlerde. Bu maçta da “Yobazlar dışarı, yobazlar dışarı” şeklinde tezahürat tutturmuşlardı. Yanlışlıkla Gb tribününe gelen Yozgatlı bir baba ve oğulun yaşadıkları o saçma 90 dakikayı unutamıyorum  Yozgat gol attığında seviniyorlardı, kimse de onlara bir şey yapmıyordu ama kırk yılın başında bir maça gelip yanlış trübüne geldikleri için büyük bir hüzün duyuyorlardı. Orta Anadolu evrenine ait olan bu insanlardan oğul olanı eminim içinden “Senin yapacağın işi sikeyim baba” diye geçirmiştir.

Denizlispor ve Antalyaspor maçlarını da yanı keyifle izledik. Takım çok iyiydi. Bir daha asla kartlıları maratona almadı şerefsizler.

31 Mart’ta FB maçı geldi çattı. FB şampiyonluğa oynadığı için maç iddialıydı ve stat dolacaktı. GB taraftarı sadece Gençlik Parkı tarafındaki kale arkasında olacaktı. Bingo! Kartlıları bu maça almadılar. Şerefsizler takım kötü olduğu zaman desteğimizle o günleri atlattılar sonra para kazanma ihtimali belirince hemen bizi sattılar. O maçta son dakikada Ahmet Hassan kafayla bir gol attı. Genelde golleri kafayla atardı. 1.68 olmasına rağmen. Ve o gol Fener’i şampiyonluktan etti.

İki üç hafta sonra BJK ile maç vardı. BJK nin iddiası kalmadığı için bu sefer kartlıları aldılar. Ahmet Dursun bir gol atmıştı.

Ligin son maçı Bursaspor’la ilgiliydi. Ben o zamanlar Spor Toto oynardım. Cuma günü bir maç olurdu. Cts altı tane maç ve Pazar günü de altı maç. Cuma günkü maçı bilmiştim. Cumartesi olan maçların da hepsini bilmiştim. Akıllı telefonlar da olmadığı için maçı büyük bir heyecanla izledim. Bu maç da tutmuştu.

Ödül 132 “milyar”dı. Ciddi ciddi kazanacağımı düşünüyordum. 15 maçtan sekiz tanesini bilmiştim şimdilik. Eve gittim ve birinci ligdeki bütün maçları bildiğimi gördüm. Geriye dört tane ikinici lig maçı kalmıştı. O zaman Spor Toto sonuçlarını TRT’de yayınlanan Spor Stüdyosu adlı programın sonunda öğrenebiliyordunuz. Yani ikinci lig maçlarını oradan öğreniyorduk.

Heyecan basmıştı. Artık yavaş yavaş öğretmenlik hayalleri kurmaya başlamışken, birden hayalleri bırakıp 132 milyarla (çok iyi para) bir iş kurmayı düşlemeye başladım. Evde misafirler vardı ve bir şeyler konuşuyorlardı ama ben ve Okan Do’nun aklı sonuçlardaydı.

Sunucu sonuçları okumaya başladı. Kalbim duracak gibiydi. Birer birer tutuyordu…

12. maçı da bilmiştim. 15 üzerinde 12, 13, 14 ve 15 bilenler para alıyordu. 12 bilmek de büyük bir prestijdi aslında…

Sonra birden dünya kapkaranlık oldu. Son üç maçı tutturamadım…

Hayaller bilmem kaçıncı kez suya gömülmüştü!

Böyle bir altı aydı.

Lig bitti. Her şey bitti. Ankara bitti. Ersun Yanal GB’ye gelip şampiyonluk mücadelesi verdi ama ben Ankara’da değildim.

GB tribünlerinde “Ayı Zeki” diye bir karakter vardı. Maç boyunca bir veya iki kez megafonu eline alır tribüne gaz verirdi. 50, 60 kişilik maç izlemeyip, tezahürat yapan topluluk bazen “El salla el salla Ayı Zeki el salla” diye bağırırdı. O da el sallardı ve bebeler alkışlardı. Bir gün Zeki bunalmış olmalı ki kendisine Ayı Zeki diye seslenilince kalktı ve ayıp hareketler yaptı bebelere…

Kendimi, Türk futbolundan istifa edene kadar bir Gençlerbirliği taraftarı sayardım. 2010 yılında bir kere maça gittim. Ayı Zeki yoktu ve ben de yabancılaşmıştım.

Güzel günlerdi.

Not 1. Yazıyı hiç durmadan yazdım, yazım yanlışlarına bakamayacağım.

Not 2: El Saka en çok kendi kalesine gol atmış oyuncudur.

Not 3: Cavcav’sız bir GB, GB değildir.

Not 4: Ankaragücü’süz bir Ankara futbolu da Ankara futbolu değildir.

Alakasız Not: Kardeş Türküler yeni albüm çıkarttı.

Futbol, nitelikli goygoy, Uncategorized kategorisine gönderildi | , ile etiketlendi | Yorum yapın

Tarım Devrimi ve Mutluluk İlişkisi

21369100_1097612353707665_861869194801582063_n

Mutluluk nedir? Mutlu olunabilir mi? Mutlu musunuz?

Büyük ihtimalle değilsinizdir ama kendinizi öyle görünmek zorunda gibi hissediyorsunuzdur…Elalem Terör Örgütü (ETÖ) bize mutlu olmayı veya en azından öyle görünmeyi dayatıyor. Ben de mutlu değilim. ETÖ’den dolayı değil, kendimden dolayı.

Bugün, biraz, tarım devrimi ve mutluluk ilişkisi üzerine beyin jimnastiği yapacağız. Bunu neden yapıyoruz? Geçenlerde bir Facebook iletisinin yorum bölümünde Halil Selimoğlu’yle bu konu üzerinde yorumlaşmalarımız olmuştu. Ben de düşüncelerimi derli toplu bir şekilde yazıya aktarayım diye düşündüm.

Son yıllarda insanlarda avcı toplayıcı topluluklara ve onların yaşamlarına hayran olmak gibi yaklaşım görünür olmaya başladı.

Bu arada bu yazıya başlamadan önce çok kısa bir insanlık tarihi özeti vermem elzemdir. Atalarımız yani hominidler (insansı primatlar) altı milyon yıl önce iki ayağı üzerinde dikilmeye başladı. Beş milyon yıl önce insan (homo) ve şempanze ayrılmıştır. En yakın ve en eski akrabamız Homo Erectus iki milyon yıl kadar var olmuştur ve MÖ 600-700’lerde tarih sahnesinden silinmiştir. Neandertal insanı da MÖ 40 binlere kadar varlığını sürdürmüştür. Anatomik olarak modern insan yani biz yani Homo Sapiens MÖ 200 binlerde Afrika’da ortaya çıkmış ve dünyanın her yerine dağılmıştır. Tarihlerde hata olabilir.

Gelişkin bilişsel becerileri ve büyük beyni sayesinde dünyayı fethetmiş (onun içine etmiş, onu kendi kafasına göre şekillendirmiş) alemin kralı olmuştur.

Milyonlarca yıl boyunca atalarımız avcı toplayıcılıkla var olmuşlardır. Ta ki MÖ 10 binlere kadar. Bu tarihte “Bereketli Hilal” denilen bölgede tarıma ve yerleşik hayata geçmiştir. Buna Tarım Devrimi veya Neolitik Devrim denir. Bereketli Hilal denilen bölge Mısır’da Nil Deltası’ndan başlar, Kıbrıs’ı da içine alarak, Suriye, Irak, Anadolu’nun güneydoğusu hattı boyunca Mezopotampa üzerinden Basra Körfezi’ne ulaşır. Tarım Devrimi bu bölgede başlamıştır. İnsanlar ilk kez burada avcı toplayıcı olmaktan vazgeçip, tarıma ve yerleşik hayata geçmiştir. Elbette zart diye değil…

Sonra dananın kuyruğu kopmuştur. Devlet kurumu, akarı kokarı olmayan metafizik düşüncelerin siyasallaşmış dinlere dönüşmeleri, özel mülkiyet, sınıfsal bölünmeler, daha öncesine nazaran korkunç boyutlara ulaşan bir şiddet sarmalı, erkek egemen anlayışın şampiyonluğunu ilan etmesi gibi şeyler bu dönemde ortaya çıkmıştır. Kulağa çok kötü geliyor ama ürün bolluğu ve dolayısıyla nüfus artışında patlama da bu dönemde gerçekleşmiştir.

Özet biraz uzun oldu ama bunları bilmeyenler bu yazıdan hiçbir şey anlamayacaklardı.

Ne dedik, avcı toplayıcı topluluklara ve onların yaşam tarzlarına öykünmeler sık görülür oldu. Aslında bilim çevrelerinde bu iki dönemin karşılaştırılması bildiğim kadarıyla hep vardı ama bu mesele biz sıradan insanların da gündemine gelmesi yeni olsa gerek. Bu, biraz da kaçınılmazdı çünkü tarım devrimi ve onunla beraber de bahsetmemiz elzem olan sanayi devrimi sonrasında büyük bir bolluk oldu ve nüfus arttı ama birçok uyumsuzluk rahatsızlığı da belirdi vücudumuzda. Beyini de vücudun bir bölgesi sayarsak stres, anksetiye, kronik mutsuzluk da bunlardan bazılarıdır. Aslında stres evrimsel süreçte faydalı bir enstrümandı, stres sayesinde vahşi hayvanlardan kaçmayı başaran türümüz hayatta kaldı ama günümüzde vahşi hayvan tehlikesi olmadığı için ve de kültürel evrimin getirilerinin sonucunda stres baş belası bir şey olmaya başladı.

Kapitalist toplumlarda maaş karşılığı çalışıp da mutlu olan, aradığı hayatı bulan bir insan pek olamaz. Dahası kapitalist toplumlarda sıradan birey ne aradığını da veya ne araması gerektiğini de bilemez. Elalem Terör Örgütü’nün ona dayattığı bazı şeyler vardır, o da bunların peşinde beyhude bir şekilde “mutluluğu” arar, durur. Kapitalist toplumlarda hayat bir dolu usandırıcı unsurla doludur. Dolayısıyla günümüze göre “stressiz” gibi görünen, ne yapması gerektiği belli olan ve hayatı bir “garanti” şeklinde akıp giden avcı toplayıcılara öykünmek anlaşılır bir şeydir.

Burada benim itiraz ettiğim iki nokta var. Birincisi, bu insanların hayatları sanıldığı kadar “kebap” değildi. Stres hiç yoktu da denilemez. 20, 30 kişilik topluluklar halinde yaşadıkları düşünülüyor bunların. Bu topluluğu yok olmadan devam ettirmek bunların en büyük stresiydi ve de ağır bir stresti bu. Bebek ölüm oranları çok yüksekti. Ortalama yaşam da oldukça kısaydı. Bir annenin iki veya üç çocuğu oluyor ve bunlardan biri hayatta kalıyordu. Komşu kabilelerin “kadın” ve bölge için saldırıları da vardı. İşte bu yüzdendir ki bu insanlar arayışa geçtiler ve tarım devrimini yaptılar. Ve bu artık geri döndürülemez bir şeydir. Parası olan üst-orta sınıfların Ege kasabasına yerleşip organik tarım yapma hayalleri bence şımarık bir “fantezidir”. Bunu çok az insan yapabilir ve yapılırsa dertlerin de birden uçup, gideceği yoktur. İnsan, 12 bin yılda vücut evrimini kat be kat aşan bir kültürel evrim icat etmiştir ve bu kültürel evrimden kaçış yoktur. Bu kültürel evrimin olumsuz getirileri başka bir devrimle (kapitalist sistemin yıkılıp yerine insani ve doğa dostu bir dünya düzeninin kurulmasıyla) iyileştirilebilir. Sıfırlanabileceğini düşünmüyorum bu arada.

Tarım Devrimi ve sonrasının olumsuz getirileri dedik fakat aslında bu dönemin “paha biçilemez” getirileri de vardır ve bunları inkar etmek riyakarlık olacaktır. Milyonlarca yıl türümüzün kafasındaki en önemli iki düşünce, hayatta kalmak ve mümkün olduğunca çok çocuk sahibi olmak olmuştur. Bu 12 bin yılda insan, hayatta kalmayı garantilemiştir. Olağanüstü, öngörülemez ve ani bir felaket olmadığı sürece insanın türünün yok olması mümkün değildir. Orayı sağlama almıştır yani. Bebek ölüm oranları minimumdadır, ortalam yaşam rekor seviyededir, yiyecek-giysi gibi şeyler %90 hallolmuştur ve insan isterse olabildiğince çocuk sahibi olur. Hatta çocuk sahibi olmak aslında biyolojik bir dürtüyken; bu, aynı zamanda kültürel bir şey de olmaya başlamıştır. 500 bin yıl önce Homo Erectus’un evladının mürüvvetini görmek gibi bir derdi yoktu. Bir Homo Erectus “Hayattaki en değerli varlığım, her şeyim, yaşama sevincim” demiyordu çocuğu için. Sosyal medyada çocuğunun vasatın biraz üstü iletilerine hemen “Muhteşem”i yapıştırmıyordu Homo Habilis.

Yani aslında Tarım Devrimi’ni yaptığı için insandan daha mutlusu olmaması lazım.

Daha da mutlu olmak istiyorsa başka devrimler yapması lazım, karşı devrim değil…

Bu yazıyı hiç durmadan yazdım, o yüzden yazım yanlışlarına bakamayacağım. Şimdi çıkıyorum.

Bye

siyaset, Tarih, Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Bilgisayarlarımın Hikayeleri

Bugün bir bilgisayar aldım…

Bu, benim beşinci bilgisayarım olacak. Bilgisayarlarımla tıpkı evlerim ve arabalarım gibi duygusal bağ kurarım…

İlk bilgisayarımı 2000 yılında aldım. Satın almadım da onu hak ettim. O zamanlar bir müdendislik şirketinde part time ofisboyluk yapıyordum. Ankara’da devlet dairelerine gidip şirket adına evrak takip ediyordum, iş bitiriyordum. Tam bir iletişim “piji” olmuştum. Memurun gözünün içine bakıp, ona nasıl yaklaşılması gerektiğini kavrıyordum.

Bu şirkette bir gün bir raporun acilen İngilizce’ye çevrilmesi gerekti. Bu işi de bana verdiler. Normalde çok pahalı bir iş…Patron (sempatik ama yavşak) “Sen bu işi bir haftada yap sana biligisayarlardan birini veririz” dedi. Ben de 100 sayfalık raporu insanüstü bir çabayla ve oldukça basit bir şekilde (yani yeni bir kelimeye bakmam gerektiği zaman bakmadan veya anladığım şekliyle) bir haftada çevirdim, işi yetiştirdim.

Bilgisayarı alıp eve getirdik. Bilenler bilir, o zamanlar bilgisayarlar işlemcilerine göre adlandırılırdı. O bilgisayar, yanlış hatırlamıyorsam Pentium II 200 MMX’ti. Evet adı buydu. Yavşak patron beni kazıklamıştı. Nitelikli bir iş karşılığında bu dandik bilgisayarı vermişti.

O zamanlar upgrade vardı. Upgrade yaptırmayana kız vermezlerdi. Üç, beş ay sonra ben biriktirdiğim 450 dolarla upgrade yaptırdım. Bu sefer Pentium III 450 adlı bilgisayarı aldım.

O, iyiydi. FIFA 99, FIFA 2000 ve FIFA 2001 oynadım o bilgisayarda bol bol. Bu arada o yıllarda bursumla eve ikinci bir telefon hattı alıp internet abonesi olmuştum.

O bilgisayar da epey bir götürdü beni. Sonra 2005 yılında geçtiğim ay attığım büyük aşkım AMD III 550’yi aldım. Yani 12 yıl boyunca onunla beraberdim. Yaklaşık 1000 film izledim o bilgisayarda. 750 falan da yazı yazmışımdır. İlk beş yılından sonra bir daha asla eskisi gibi olmamıştı. FIFA’yı 2008’den sonra çalıştıramadı. Yaşlanan bir kedi veya köpeğin son yıllarında sahiplerine “Bana ilişmeyin” deyişi gibi bir hali vardı.

Bu arada 2010 yılında da şu anda bu yazıyı yazdığım Samsung netbook’umu aldım. Artık bilgisayarlar işlemcisine göre adlandırılmıyorlardı. Bunun adı netbook.

Geçtiğimiz ay AMD III 550 ölünce, ee bu da zaten uzatmaları oynadığı için yeni bir bilgisayar şart oldu.

Uzun yıllardır all-in-one PC haylimdi. Sonra şefim ve Güven Uygun onların çok dandik olduklarını öne sürüp beni bu fikrimden vazgeçirdiler.

Yine PC düşünüyordum çünkü laptop veya netbook’larda çalışmayı sevmiyorum fakat onların pratikliği de yadsınamaz.

Birkaç gün toplama PC baktım. İyi bir şey 1800 TL’ye falan geliyordu.

Birkaç aydır da netbook’a klavyeyi bağlamıştım. Gayet güzel çalışıyor, yazı yazıyordum. O zaman bir de laptop’lara bakayım dedim.

Bir günde bence çok iyi bir bilgisayar buldum ve aldım. Dell zaten laptopların Volvo’sudur. Aldığım bilgisayarın linkini yorum bölümünde bulacaksınız. Özellikler bomba.

Yeni yazılar (15 dakika sürüyor), yeni fotoğraf albümleri (ölmek üzere olan bilgisayarla iki saat sürüyordu) eylemlerim sürecek.

Hoşgeldin Dell bebek!

Not 1: 2005 yılında, o zamanki en adi yazıyı almıştım ve onu da geçen ay attım. Aslında hala çalışıyordu ama bir sayfayı iki kere vermeniz gerekiyordu ve de onu mutlu edecek bir iki söz söylemeniz gerekiyordu. Yoksa takılıyordu. Yenisini almış olmak için onu da attım. yine HP’nin en adisinden bir tık yukarıda olan bir yazıcı aldım. Çünkü ortalama ayda dört sayfa çıktı alıyorum ama scanner çok sık lazım oluyor.

Not 2: Bir de Lenovo marka laptop alıp bir iki ay sonra onu Nilüfer Ertem Çalış’a satmışlığım var.

Alakasız Not: Garsonların ayranı açmasından hoşlanmıyorum çünkü iyice sallamadan açıyorlar. Bazen, iyilik size iyi gelmeyebiliyor.

nitelikli goygoy, Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Halil Selimoğlu’yla İlgili Ayrıntılar Son

When-Travel-Goes-Wrong-22

*Aslında bu yazı Halil Selim‘le ilgili yazdığım beşinci ayrıntı yazısı ama sitemde “Halil Selimoğlu’yla İlgili Ayrıntılar 3” adlı iki tane yazı var. Dalmışım.

*Aslında başlığı “Son” diye attım ama ileride “HSA Come Back”, “HAS Redux”, “HSA Director’s Cut”, “HSA Begining”, “HSA Zero” gibi yazılar yazmayı planlıyorum. Esin kaynağım Hollywood.

*HS’nin avcı toplayıcı topluluklara ilgisi vardır. Kafasına esse kültürel evrimi tersine çevirip dünyada avcı toplayıcılığa geri dönen ilk kişi olabilir. Gerçi Alexander Supertramp var…

*İyi batak oynar. Tenisteki basit hata gibi şeyler yapmaz.

*Batakta aldığı elleri önünde düzgün bir şekilde sıralamaz da fırlatır atar. Oysa bu düzgün bazen sıralama hayati olabilmektedir. Dokuz ve üstü diyenler, bir de mecburcular kaç aldıklarını hep akıllarında tutmak zorundadırlar. Bu sayede uçurumdan atlama zamanının geldiğini anlarlar ve atlarlar. Halil gibi kağıtları önüne yığanlara rehavet çökebilir.

*Tavlada tam bir Ergün Pembe’dir.

*Bir kedisi vardır. Bu kadar agresif bir kedi görülmemiştir. Siz koltukta otururken birden koşarak gelir ve size bedeniyle çarpar. Oranızı buranızı parçalar, kanatır.

*Vitesi üçten dörde umursamaz bir edayla atmaz. Temkinli ve kontrollü atar.

*Schneider Tap 5’i, Tap 6’dan daha çok beğenmiştir. “Bir anormallik var” demek istemiyorum. Sadece bilgi.

*HS’ye yaptığım en önemli katkı, ona şat bardağı hediye edip, viskileri çay bardağında içmesini engellememdir.

*Göbek, dereotu, maydanoz, nane, soğan, çeri domates, salatalık bileşiminden oluşan salatada dünyanın en iyisidir. Bu konuda kendisini istihdam ederek bir dershane açmayı ve köşeyi dönmeyi düşünüyorum.

*Ona hangi konuda danışsam (kadınlar, yemek, tamirat, siyaset) duvara toslamışımdır. Totem yaptım/bilimi katlettim ve bugün “Dereotlu omlet olur mu” diye sormadım. Evet materyalizmde böyle bir şey olabilemez ama sonuca baktığımızda, artık dereotlu omlette dünyanın en iyisiyim. Dereotu’nun yazılışının altını çiziyor. Gorki Hayırsever neler oluyor? Bu arada, yazı içerisinde başka yazı: Gorki Hayırsever ve Firat Eren Kaplan “Ben kimim? Şl finalinde gol atmışlığım var. Gol attığım takıma iki sen sonra transfer oldum. Aynı ligin şampiyonluğunu iki farklı takımla kazanmışlığım var. Takım arkadaşlarım Davids, Maldini, Ronaldinho. Kafa toplarında çok iyiyim.

*Kargocu pantolonlarının, yazları şort olabilenlerini tercih eder.

*Aynı Türkiye gibidir. Facebook’ta öfkeli, Instagram’da sosyal.

*Kamp, piknik, trekking konularına ilgi duyar.

*Kendisinin ürettiği Hemşin Organik’in, demlik poşeti çıktı ve bunun için kendisine ve köylülerine minnettarım.

*Kurutma makinesinin gereksiz olduğunu düşündüğünden şüpheleniyorum.

*Onun bana önerdiği en iyi sayfa “Amazing Animal World”, benim ona önerdiğim en iyi sayfa “Mynet Yemek”.

The End

nitelikli goygoy, Uncategorized kategorisine gönderildi | , ile etiketlendi | Yorum yapın

Paris İzlenimleri

Paris izlenimleri için tıklayınız.

Mimarlık, Seyahat, siyaset, Tarih, Uncategorized, Yiyecek İçecek kategorisine gönderildi | Yorum yapın

İlk Türk Filmi Hangisidir?

Bugün internette Sultan Reşad’ın kurban kesme görüntüsünü izledim. 1911 yılında çekilen bu görüntüyü izleyince “İlk Türk filmi hangisidir” tartışmasını başlatayım dedim. Kitaplarda ilk Türk filmi için, Türk sinemasının ilk örneği için Yüzbaşı Fuat Uzkınay’ın 1914 yılında çektiği “Ayestefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” adlı filmi işaret ederler. Hatta 2014 yılında Türk sinemasının 100. yılı kutlandı. Bu nasıl bir filmdi?

Ayestefanos yani bugünkü Yeşilköy semtinde Rusların bir kilisesi vardı. Hem anıttı hem kiliseydi. Rus mimarisinin özelliklerini taşıyordu. Bu anıt, 1877-78 (93 Harbi) Osmanlı-Rus savaşına ithafen dikilmişti. Bu savaşta aslında kazanan yok gibi görünse de bal gibi Ruslar kazanmıştı. Bu savaştan sonra Balkanlar patır patır elden çıkmıştı. Ruslar, Yeşilköy’e kadar gelmişler ve İngilizlerin politikaları sonucunda durdurulabilmişlerdi. O yüzden bu anıt, bir barış anıtı olarak lanse edilse de büyük bir nefret objesiydi. 1914 yılında Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’na girince ve Rusya’ya savaş açınca bu anıtın yıkılması fikri hemen ete kemiğe büründü.

Ordu sinema dairesinde görevli olan ve elinde kamera bulunan Yüzbaşı Fuat Uzkınay da tarihi ve saati belli olan bu olayı filme aldı. İşte bu görüntüler “ilk Türk filmi” olarak kabul ediliyor.

Bu görüntüler kayıptır ve görüntüleri izleyene rastlanılmamıştır.

Filmde kurgu yoktur. Sadece tarihsel bir olay kameraya kaydedilmiştir.

Film olmanın ölçütü buysa, Sultan Reşad’ın 1911 yılındaki görüntüleri ilk film sayılmalı. Üstelik bu görüntüler elimizde mevcuttur. Sultan Reşad 1911 yılının Haziran ayında Balkanlara gezi düzenlemiştir ve Selanik, Manastır ziyaretleri youtube’da mevcuttur. TR topraklarında geçen film denirse, o zaman 1911’in kurban bayramında yani Aralık başında, İstanbul’da çekilen görüntüler elimizde vardır.

Bu görüntüleri gayrimüslim Manaki kardeşler çekmiştir. Bu arada ARAY, IMDB’de vardır. 180 kişi de oy vermiştir sanki görmüşler gibi 

ARAY’ın gösterildiğine dair de bir bilgi elimizde yoktur.

Karar sizin?

İlk Türk filmi hangisidir?

Sinema, Uncategorized kategorisine gönderildi | , , , , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Top 27 Etnik Müzik

HalfMoon

Aylar önce “Top 19 Türkü” diye bir yazı yazmıştım ve orada, ilerleyen günlerde “Top 20 Etnik Müzik” adlı yazıyı yazacağımı duyurmuştum. Geç kaldım da siz de hiç “Hani nerede” diye hesap sormuyorsunuz. Merak edenler için Top 1 türküm “Ben Kendimi Gülün Dibinde Buldum”du. “Top 27 Etnik Müzik” yazısını şimdi yazıyorum, güç olsun da geç olmasın…

Etnik müzik…

Ne demek etnik müzik? Aslında herkes ne kastedildiğini anlıyor. Bazı şeyler böyledir. Yanlış bağlamda kullanılırlar ama herkes ne kastedildiğini anlar. Çok önceden “Politik Oksimoronlar” adıyla yazılar yazmıştım. Oksimoron yani iki zıt olguyu yan yana kullanmak: Köşeli daire, tereyağsız tatlı, orijinal kopya, modern klasik gibi…Bunun politik olanlarına da değinmiştim o yazılarda: Derin devlet, kafatasçı milliyetçilik, özgürlükçü sol, Müslüman anti-kapitalist, siyasal İslam, yandaş medya, orta sınıf ve de etnik müzik…

Bu kavramlar kullanıldığı zaman herkes ne kastedildiğini anlıyor ama benim önerim, ince düşünülürse bu kavramlarda birtakım yanlışlıklar kavranacaktır.

Etnik müzikte ne yanlışlık var? Etnik müzik derken Türkiye’de Türkçe dışında icra edilen müzikler anlaşılıyor. Yani Anadolu’nun yerel halklarının kullandığı daha doğrusu onların ana dilleri olan Kürtçe, Zazaca, Arapça, Rumca, Ermenice, Hemşince, Gürcüce gibi dillerde icra edilen müzikler…

Yani bu insanlar için dilleri, ana dilleri. Gayet normal, estetik. Duyduklarında tüyleri diken diken olmuyor fakat birileri geliyor ve sizin müzikleriniz “etnik” diyor. Türkçe konuşan biri, Türkçe müziklerin “etnik” olmadığını düşünüyor. Hep bahsederim, bir ülkede kalabalık etnik gruplar varsa, baskın etnik gruba ait olan bireyde doğuştan gelen veya ona sistem tarafından yüklenen bir “kibir” olur. Diğerlerini beğenmez…Kişinin bu “kibri” aşması için ekstra çaba sarf etmesi gerekir.

Buradaki bir başka sorun da Türkiye’de kocaman ve oldukça politik bir Kürt sorunu olmasıdır. Kürtler sayı olarak çok kalabalıktır. Çok az sayıda olan örneğin Gürcüce müzikler ve Gürcü bireylerin soru işaretleri politikleşmemiştir. Lütfen 20, 30 kişilik derneklerin üyeleri “öyle değil” diye yorum yapmasın. Gürcüce müzik, ana akım bireyin tüylerini diken diken etmez de Kürtçe müzik eder.

Listemde Kürtçe müziklerin ağırlıklı olduğu görülüyor çünkü sayı olarak 10 milyonları buluyor Kürtler. Örneğin sayı olarak çok az ve aslında Ermenice’nin bir lehçesi olan Hemşince çok az müzik var ve bugün kaç tane Hemşin çıkıp geçmişleriyle ilgili politik laflar ediyor? Sayı az olunca müzik de az oluyor.

Müzik icra etmesi en kolay sanat dallarından biridir. Alt katmanlardaki bireyler doğal yeteneğe sahipse, bunu, fazla bir maddi harcamalar yapmadan işleyebilmektedirler. Dolayısıyla müzik yoğun bir şekilde üretilmeye, tüketilmeye ve icra edilmeye devam edecektir ama dil meselesi politik bir meseledir ve günümüzün iletişim olanakları ve siyasal durumu hesaba katıldığında dillerin başlarına türlü türlü şeyler gelebilir. Müzik de etkilenecektir bundan. Sıfırlanmaz ama yavaş yavaş müzelik olur, koşullar böyle giderse. Milyonlarca insan bundan zevk duyar bu arada…

Listemi Youtube’da liste şeklinde kaydettim ve yorum bölümünde paylaşacağım. Bu arada bu listede performans bazlı gittim. Top 19 türküyü yazarken türkünün kendisini düşünmüştüm çünkü örneğin “Havada Turna Sesi Var”ı birçok sanatçıdan dinleyebiliriz ancak “Selımına”yı sadece Kazım Koyuncu’dan dinleyebiliyoruz…

Buyurun “Top 27 ‘Etnik’ Müzik” listeme:

27 – “Al bint el chelebiya” – Arapça – Hilmi Yarayıcı

26- “Leose” – Karadeniz Rumcası – Fuat Saka

25- “Agapo Se” – Karadeniz Rumcası – Apolas Lermi

24- “Malan Barkır” – Kürtçe – Bremen Dayanışma Korosu

23- “Ogit” – Zazaca – Bajar

22- “Naze” – Kürtçe – Şivan Perver

21- “Haynırina” – Ermenice – Kardeş Türküler

20- “Merdana Mına” – Zazaca – Umut Altınçağ

19- “Adire Zerre Ma” – Zazaca – Mikail Aslan, Erkan Oğur.

18- “Pukeleka” – Zazaca – Grup Munzur.

17- “Arix” – Zazaca – Özgürlük Türküsü

16- “Gelino” – Gürcüce – Günyüzü

15- “El gajiye” – Zazaca – Mikail Aslan

14- “Ere gule” – Zazaca – Nilüfer Akbal

13- “Dar hejiroke” – Kürtçe – Aynur Doğan

12- “Bingeol” – Ermenice – Haig Yazdijan

11- “Demme” – Kürtçe – Kardeş Türküler

10- “Ay dilbere” – Kürtçe – Civan Haco

9- “Tsira” – Megrelce (?) – Kazım Koyuncu

8- “Urmiye” – Kürtçe – Aynur Doğan

7- “Heware gule” – Kürtçe – Kardeş Türküler

6- “Meso” – Zazaca – Ahmet Aslan

5- “Tew veyvike” – Zazaca – Erdoğan Emir

4- “Düzgin bawo” – Zazaca – Kardeş Türküler

3- “Selımına” – Hangi dil olduğunu bulamadım – Kazım Koyuncu

2- “Xezale” – Kürtçe – Aynur Doğan

1- “İme tonyalin pedin” – Karadeniz Rumcası – Apolas Lermi.

Bu arada unuttum, Metin Kemal Kahraman’ın “Meyman” ve “Dewreso” adlı parçalarını da listeye ekliyorum. İlk 10’da olurlardı kesin.

İyi günler.

müzik, Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

El Clasico İzlenimleri

3Gduepif0T1UGY8H4xMDoxOjBzMTt2bJ

13 Ağustos 2017 tarihinde, Camp Nou stadyumunda oynanan Barcelona – Real Madrid maçını yerinde seyrettim. İzlenimlerimi paylaşmak istiyorum.

*Dünya üzerinde kulüpler düzeyindeki en önemli futbol olayıdır. 100 milyonlarca insan el clasico’ları izler. Sinemalar falan kapatılır bu maç için.

*Bugüne kadar izleyebildiğim bütün el clasico’ları izledim. Her sene Ağustos ayında maçların tarihi için İspanya fikstürüne bakarım. Maçlar gelmeden iki, üç hafta önce de havaya girerim. Ölüm kalım meselesi haricinde bu maçları izlemeyi es geçmem. Yani bu maçı yerinde izlemek benim için tarif edilemez derece mutluluk verici bir şeydi.

*Aslında böyle yerinde el clasico izlemek benim için ütopik bir şeydi. Ölmeden Messi’yi canlı izlemek istiyordum. Bunun için BJK’nin kombinesini alıp Barcelona’yla eşleşmesini veya her sene hangi takım ŞL’ye gidecekse onun kombinesini alıp böyle bir şeyi ummayı düşüyordum.

*Nisan ayında İspanya’ya bir gezi planlamıştım. Orada bulunduğum tarihler arasında bir el clasico olacağı belli değildi. Denk gelince hiç düşünmeden bileti aldım.

*Bilet 97 Euro’ydu. Hiç düşünmeden aldım bileti dediğim gibi. Zaten 25 Euro’luk stadyum turu yapacaktım. Yani bilet aslında 72 Euro’ya geldi. Nou Camp Stadyumu’ndan bahsedeceğim zaten de şöyle söyleyeyim; bu, en düşük fiyattı. Dolayısıyla en uzak yerdi. Nor Camp devasa bir yapıdır, biraz olaya uzak kalıyorsunuz. Ayrıca bütün kale arkası tribünler olaya uzak kalıyor. Bir maçı kale arkasından izleyeceğime evde TV’den izlerim. Yine de değdi…

*İspanya Süper Kupası sanki Real Madrid’le Barcelona iki maç daha yapsın diye konulmuş gibi. İki turnuvayı da bu iki takım kazanıyor genelde. Kupanın uzun bir geçmişi yok.

*Nou Camp’a ulaşımdan bahsedelim. Bu arada aslında oraya Camp Nou deniyor ama nedense Türkiye’de Nou Camp deniyor. Barcelona’da metro ağı çok iyi zaten. 10 tane falan hat var. Hatırlamadığım bir hatta biniyorsunuz ve les corts durağında iniyorsunuz. Metro zaten hınca hınç taraftar dolu. Bu arada Real Madrid taraftarları da var ama hiçbir sorun çıkmıyor.

*Taraftar demişken, bu maç aslında bir turistik etkinlik gibiydi. Seyircilerin çoğu turistti. O yüzden oturma düzeni karışıktı. Bir de lig maçına bakmak lazım. Aynı atmosfer yoktur diye tahmin ediyorum.

*Stada ulaşıyorsunuz. 99 bin kişilik bir stat. Tribünde yerinizi almanız beş dakika sürüyor. Dört dakikası merdivenleri çıkmak zaten.

*Tribünleri ilk gördüğümde herkes gibi büyülendim. Bernabeu da çok büyük bir stat ama Camp Nou daha etkileyici. Daha devasa ve daha iddialı.

*Hemen fotoğraf ve video cenderesini atlatmam ve olaya odaklanmam lazımdı. Bunları yaptım ve izlemeye koyuldum.

*Tekrar olacak ama biletler kombineye bağlı değildi. O yüzden internetten alınabiliyordu. Kafaya göre bir seyirci yerleşimi vardı.

*%90 oranında doldu stat. Maraton tribününde, koltuk renkleriyle oluşturulmuş “mes que en club / bir kulüpten de öte” yazısı sanki o koltuklar satılmayarak, bilinçli bir şekilde vurgulanmıştı.

*Bütün rüya gibi şeyler/etkinlikler bir anda olur biter. Kendinizi sanki olayın öznesi gibi değil de kenardan izleyen biri gibi hissediyordunuz.

*Birkaç önce lig maçında Barcelona 2-3 rakibini yenmişti ve o maç izlediğim en heyecanlı maçlardan biri olmuştu. Aklımda hep o maç vardı.

*Maçtan önce resmi maçlardaki galibiyet sayısı 91’e 93 Real Madrid lehineydi. Bu fark son sekiz yılda kapanmıştı ve neredeyse aşılabilirdi ama iki maçı da Real kazandı ve fark dörde çıktı. Birkaç yıldır Real çok formda. Skor olarak.

*Önce kaleciler çıktı ısınmaya. Sonra birer birer futbolcular belirmeye başladı. Messi’yi ilk göreceğim anı merak ediyordum. Dediğim gibi olaya uzak olduğum için ilk birkaç dakika hangisinin Messi olduğunu anlayamadım. Çoğu kısa boylu zaten Barcelona takımının.

*İşte oradaydı. Isınmasını izledim. Türkiye’deki gibi bir yumruk şov veya herhangi bir sevgi belirtisi olmuyor.

*Sonra kaleye şutlar çekmeye başladı. Hiçbir şutu gol olmadı. Suarez’le beraber ısınıyorlardı. Arda takımda yoktu. İsmini daha önce duymadığım bir bebe ilk 11’deydi. Demek ki Arda’ya karşı yıldırma politikası güdüyorlardı.

*Maçtan kısa bir süre önce Neymar takımdan ayrılmıştı. Bu bir travmaydı. Messi’nin gölgesinde kaldığı için gitti. Bir numaralı aktör olmak istiyordu. Messi varken bunu başaramayacaktı. Aslında aralarında beş yaş fark var. İki üç sene sonra bir numara olabilirdi ama Messi varken yüz yıllar boyunca kimse Barcelona’da başka birisini hatırlamayacak bence.

*Ronaldo yedekti. Isınmaya çıktığında veya her yaptığında yuhalandı.

*Maç başladı. Seyirciler tezahürat yapmıyordu ama her harekete sesli tepkiler vererek futbolcular üzerinde baskı kuruyorlardı.

*Maç oldukça düşük tempoda oynandı. İki takım da fazla motive değildi.

*Messi de isteksizdi. Ama topu her aldığında büyük bir heyecan dalgası kopuyordu ve istediği her şeyi yapıyordu. Korner kullanmaya geldiğinde, o bölgede büyük bir hareketlilik oluyordu. Seyirciler tanrıya tapınma hareketi yapıyorlardı. Ön sıralarda büyük bir selfie çekme mücadelesi oluyordu.

*Bu arada stadyumdan maç izlemenin, TV’den izlemekten çok farklı olduğuna katılmıyorum. Kale arkasından izlemek farklı da yandan izlemek çok da farklı değil bence.

*Neredeyse 10 yıldır iki takımın da her maçını seyrettim. Futbolcuların neler yapacağını ezbere biliyordum.

*Messi olayın merkezinde, Ronaldo öyle değil. Top geliyor o da güm diye vuruyor. Messi her şeyi yoktan var ediyor. Xavi’nin bırakması, Iniesta’nın yaşlanması bu takımı çok etkiledi. Barcelona’ya buradan Chelsea’dan Willian ve Hazard’ı Arsenal’den Mesut’u almalarını öneriyorum. Toni Kross’u alabilselerdi Messi elden ayaktan düşene kadar yine en iyi olmaya devam edeceklerdi.

*Real Madrid geçens ene ŞL haricinde ligde oldukça düşük profil bir performans sergiledi. Yıldızların iş bitiriciliği sayesinde şampiyon oldu. Rakibi ürküten, kafa tutulamaz bir takım hüviyetinde değildi. Bu maçta da öyleydiler ama Barcelona da eskisi gibi ne arefeyi ne bayramı gösteren bir takım değildi.

*Bu arada üç gün sonraki rövanş maçında, 31 maç sonra (yani Guardiola’nın ilk senesi 2008’den beri) ilk defa Real Madrid topa sahip olmada üstün geldi. Bir tarafa yazılmalı.

*Bu maça Pique’nin hataları damga vurdu. Önce kendi kalesine gol attı. Sonra tuttuğu köşeden iki gol geldi.

*Bir el clasico’da ne olur? Messi gol atar, Ronaldo gol atar, Ramos kırmızı kart görür…Bunların hepsi de olacaktı ki kırmızıyı Ronaldo değil Ramos gördü. Oldukça efendi geçti ayrıca maç…

*Ronaldo girince müthiş bir yuhalama başladı. Sonra penaltı oldu. Messi topun başına geçti. İçimden geçiriyordum penaltı olsa da Messi golü görsek diye. Aslında oyun içerisinden bir gol görmeyi çok isterdim. Neyse penlatıdan geldi ve tüm stat çıldırdı. Tüm stat tanrıya tapma hareketi yapmaya başladı. Sonra Ronaldo’nun önüne top düştü ve o da bomba gibi vurdu. Stat yine çıldırdı çünkü iki ay önce Messi’nin yaptığını yaptı o da, formasını gösterdi.

*Sonra Ronaldo’nun kırmızı kartı geldi. Ben kesin penaltı artı kırmızı kart diye gördüm ama hakem bence yanlış yorumladı. Sonra Ronaldo hakemi itti ve beş maç ceza aldı. Çıkmak için acayip ayak diretti.

*Barcelona’dan iyi bir baskı gelemedi çünkü Messi dışında süper star yoktu. Suarez de çok silikti.

*Sonra birden Asensio da birden bir top çıkardı ve köşeden gol oldu. O zaman kupa gitmişti işte.

*Düdük çalınca, büyük çoğunluğu turist olan seyirciler unutulmaz bir şey yaşadıkları için mutluydular, maçla ve skorla pek ilgilenmiyorlardı.

*Stadyum birden boşaldı. Saat 12 olduğu için metro seferleri de bitmişti. Yollar insan seliydi. 45 dakika yürüyerek otelime ulaştım ve yattım.

*Biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Televizyondan izlerken yaşadığım heyecanı yaşayamadım. Ortama odaklanmaktan ve gözlem yapmaktan maçın heyecanına tam olarak kendimi kaptıramadım. Dediğim gibi bir el clasico’dan ziyade bir etkinlik gibiydi. Bir lig maçı izlemek isterdim. Yine de her şeye rağmen unutulmazdı. 10 senedir hayatıma en çok renk katan şey ve şeyler önümdeydi işte.

*Televizyondan süper kupa finalleri izlerken de aynı şey oluyordu gerçi. Ağustos ayı, kadrolar oturmamış, motivasyon yok, transferler hala bitmemiş…Bu arada bu süper kupalara “En Büyük Kupa” denmesine de hastayım. En büyük kupa lig şampiyonluğudur ve onu kazanmaktır esas mesele…

Bu yazıyı aslında kendim için yazdım…

Futbol, Uncategorized kategorisine gönderildi | , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Kayıp Büyücü Ronaldinho

907bdccbjw1dnl3n255rdj

Bu fotoğraf 1 Mayıs 2005 tarihinde çekildi…

Henüz 17 yaşında olan Lionel Messi son dakikalarda oyuna girmişti. Yaklaşık iki yıldır A takımla antrenmanlara çıkıyordu ve takımdaki herkes ileride olacakları tahmin ediyordu. “Messi’s first goal” adlı video izlendiğinde o takımın ve o yılların büyücüsü Ronaldinho’nun ısrarla Messi’ye gol attırmaya çalıştığı görülüyor. Nihayet amacına ulaşıyor ve bu pozu veriyordu. Ronaldinho sunar: Lionel Messi…

Messi, ilerleyen yıllarda ilk yıllarında Ronaldinho’dan gördüğü desteğe minnettar olduğunu belirtmiştir. Ronaldinho da Messi ile biraz da oynamadan Barcelona’dan ayrılmasının en büyük pişmanlığı olduğunu söylemiştir.

Sahneye bir tanrı girerken bir büyücü sessiz sedasız sahneden çıkıyordu. Bugün o büyücünün hikayesine bakacağız.

Ronaldo de Assis Moreira ismiyle 1980 yılında Brezilya’nın yoksul bir semtinde dünyaya gelir. İlginçtir kendisinden sadece dört yaşa büyük olan Ronaldo idolüdür. Kendisine “Küçük Ronaldo” veya “Benim Sevgili Ronaldocuğum” anlamına gelen Ronaldinho lakabı takılmıştır ve bu lakap kariyeri boyunca kullandığı isme dönüşmüştür. Bir de güler yüzlü anlamına gelen “Gaucho” ismine eklenmiştir.

Bütün Brezilyalı starların hikayesi aynı. Yoksul bir aileden gelip benzersiz yetenekleriyle dünya starı oluyorlar. Benzersiz yetenekte olmayanlar da dışarıda futbol oynayan 10 binlerce Brezilyalıdan biri oluyor. Bir tek Kaka’nın ailesinin çok zengin olduğunu biliyoruz.

Futbol Brezilyalılar için bir tutku. Ronaldinho için de öyle olmuştur ve çocukluğundan itibaren bir büyücü olacağı bellidir.

Bu starların Brezilya kariyerleri sayılır mı? Bence sayılmaz. Neymar 23 yaşında Barcelona’ya geldiğinde 150 tane falan kariyer golü vardır ama herkes önce bir “bakmayı” tercih etmiştir. Ronaldinho da Brezilya’da iyi işler yapmıştır. 1998 Dünya Kupası’nın final maçı hariç idolünün de ismini almıştır venihayet 2001 yılında PSG’ye gelmiştir. Herkes dev kulüplerden birine geleceğini beklerken o PSG’ye gelmiştir.

Muhtemelen dev kulüpler 21 yaşındaki bir bebeye bu kadar çok para verme riskini almak istemediler. Onlar da önce “bi’ bakmayı” düşündüler.

Baktılar ve Barcelona 2003 yılında kendisini kaptı…Hep anlatılan bir hikaye vardır: Real Madrid kendisini “tipsiz” olduğu gerekçesiyle transfer etmemiş, yerine yakışıklı David Beckham’ı transfer etmiştir…İşin gerçeği başkan Perez ikisini de almayı planlamış ama bütçeleri sadece bir stara el verince Beckham’ı tercih etmişlerdir. Bir sonraki sene de Ronaldinho’yu düşünmektedirler. Bu esnada Barcelona hızlı davranmış ve transferi bitirmiştir. Ayrıca Beckham da gelmiş geçmiş en iyi oyunculardan biridir zaten ve evet, o yıllarda da çok popülerdir. Ronaldinho’dan daha fazla ilgi çekeceği kesindir.

2003-2008 yıları arasında Barcelona’da oynamıştır ve “büyücü” mertebesine bu yıllarda çıkmıştır. Maalesef bu dönemi ikiye bölmek zorundayız…

Futbolseverlerin en büyük trajedilerinden biri Ronaldinho’da 2006’dan sonra görülen düşüştür!

6 Şubat 2011 yılında Chelsea’yle ilk maçına çıkan Fernando Torres sadece o tarihte değil tüm zamanların en büyük golcülerinden biri sayılıyordu. Sonra birkaç ay içerisinde, akıl ve mantık sınırlarını zorlayacak bir şekilde bir form düşüklüğü yaşadı. Her şey gözümüzün önündeydi ama inanılır gibi değildi.

2006’dan sonra Ronaldinho’nun yaşadığı da inanılır gibi değildir.

2003-04 yılında da çok iyi performans sergilemiştir. 2004-05 yılında ilk şampiyonluğunu yaşamıştır ve yine çok iyidir…

Ancak 2005-06 sezonundan ayrıca bahsetmek lazım kanımca. Messi ve Ronaldo’nun işi zaten sezona damga vurmak…Onların damga vurmaları ayrı diğer futbol tarihi ayrı ele alınmalı bence. Diğer futbol tarihine baktığımızda Ronaldinho’nun 2005-06 sezonunda yaptığının bir benzerini bence göremiyoruz! Başka bir deyişle, bir futbolcunun bir sezona damga vurmasından bahsedeceksek, Messi ve Ronaldo’nun yaptıkları hariç, diğer futbol tarihinde zirvede 2005-06 yılındaki Ronaldinho’yu görüyoruz.

“Pele’den bile daha iyi” deniyordu. 22 Şubat 2006 tarihindeki Chelsea – Barcelona maçını izlerseniz ne dediğimi anlayacaksınız. Pele demek Dünya Kupası demekti. O yıl da DK vardı. Herhalde hiçbir DK’da favori 2006’daki kadar kesin değildi. Dünyayı ayağında sektirmiş Ronaldinho ve yanında bir dolu süper star DK’yı kazanmayacaktı da kim kazanacaktı, ne bileyim Fransa mı, starsız Almanya mı, sıkıcı İtalya mı veya bence kıyamete kadar olmayacak bir şey, bir Afrika takımı mı?

Gözlerime inanamamıştım! O bu muydu? Bu o muydu? Elendiler ve sıkıcı İtalya tıngır mıngır gelip şampiyon oldu.

Ondan sonra inanılmaz düşüş başladı. Gerçekten inanılmazdı. Hala inanamıyorum. Karşısına Hz. İsa, Zeus, Herkül, Ra, Kemalettin, Poseidon, Örümcek Adam çıksa bile hepsini geçip gol atabilecek gibi duran bir adam deyim yerindeyse bir sinek ikilisine dönüştü. Birkaç ayda…

Gece hayatına bağlayanlar var. Bu konuda temkinliyim. Gece hayatı her zaman vardı. Ayrıca modern futbolda eşek gibi antrenman yapmayanın sahada yürümesi bile mümkün değildir. Bence psikolojik bir şeydir bu. Tıpkı Torres’te olduğu gibi.

Futbolcular da insandır ve duyguları vardır. Ronaldinho’ya bir şeyler olmuştur ve öz güveni sarsılmıştır. O tarihten sonra başarılı olduğu maçlar da olmuştur. Hatta iyi performans gösterdiği bir sezonda Milan’la şampiyonluk da yaşamıştır. Brezilya’da Libertadores kazanmıştır ama 2006’dan sonra bir daha asla büyücü olamamıştır.

2008 yılında onu takımda istemeyen Guardiola, “Tanrı’nın” yolunu açmıştır ama büyücü de “gitmiştir”.

Çok hüzünlü bir hikayedir bana göre. Brezilya ligini kim ne yapsın? Meksika ligini kim ne yapsın? Buralarda trajik dönemler yaşamıştır.

28 Eylül 2015 Pazartesi günü sesiz sedasız futbolu bırakmıştır.

Kendisine kızalım mı, teşekkür mü edelim?

2005 yılında çeyrek final maçında Chelsea’ye attığı gol gibi herkesi kitlemiştir ve şaşırtmıştır.

İnanılmaz bir gol atmıştır biz futbolseverlere…

Futbol, Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Barcelona İzlenimleri

Barcelona’ya yaptığım seyahatin fotoğrafları ve izlenimleri için tıklayınız.

Seyahat, Tarih, Uncategorized, Yiyecek İçecek kategorisine gönderildi | , , , ile etiketlendi | Yorum yapın