11 Ekim 2008

11 Ekim 2008 gününü Londra’da geçirdim…

Bütün ayrıntılarını hatırladığım bu günü anlatmak istiyorum. Deklarasyon: büyük harf ve kesme işareti kullanımını bırakıyorum yazının bundan sonraki bölümü için…

O tarihte ingilterede ne işim vardı? Bok mu vardı ingilterede?

2008 ekimine kadar yurt dışına çıkmamıştım. O seyahat benim ilk yurt dışı seyahatimdi. Ve şu hayata yurt dışı seyahati kadar sevdiğim şey azdır. Aslında bu seyahate mayıs 2008de çıkacaktım ama olmamıştı.

Neden ve nasıl?

O dönemlerde bolu mebde Avrupa birliği projeleri ofisine gitmiş ve beleşten yurt dışına çıkmak için bilgiler almıştım. İlk olarak bir projeyle değil de tek başıma çıkmak istedim. O zaman yurt dışından bir kursa davet maili alıp tr ulusal ajansına (bu işlerle ilgilenen resmi kurum) başvuruyordunuz. Yurt dışı kursları bazı ülkeler için bir sektör konumundadır. Bu kurslar çoğunlukla hikayedir. Amaç katılımcılar için beleşten yurt dışına seyahat etmek, kursu veren kurum için de para kazanmaktır. İngiltereden bu kursu buldum ve başvurumu yaptım. Elbette kabul edildim. Sonra ulusal ajansa başvurdum. Oradan da kabul edildim. Geriye uçak biletini alıp vizeye başvurmak kalmıştı…

Mayıs ayında bu olayın yetişmemesinin sebebi İngiltere vizemin zamanında çıkmamasıdır. O zaman İngiltere konsolosluğu altunizadedeki mabeyin et lokantasının arkasındaki bir prefabrik yapıdaydı. Bütün belgeleri hazırladım, onları kendim İngilizceye çevirdim, yazıcım son belgeyi çıkarttı ve bozuldu ama vaktinde eksiksiz olarak mekana gittim. Belgeleri verdim. Bu arada uçak biletini de cebimden almıştım. Biletsiz başvuru almıyorlar. Bu arada İngiliz kibri diye bir şey vardır. Elbette adamlar haklı, tüm dünyayı zekalarıyla parmağında oynatmışlar. İngiltere vizesi için o zamanlar en erken seyhahat tarihinden iki hafta önce başvurabiliyordunuz. Yani uçak 25 mayısta kalkacaksa, başvuruyu 11 mayısta alıyor, 10 mayısta gidersen almıyor. Allahümme salli ala seyidina muhammedin ve ala ali Muhammet! Belgeyi verdik ve sonucu bekliyoruz. 10 gün oldu ses yok. 11. Gün telefon ettim konsolosluğa. Sesli yanıt sisteminden bir insana bağlanman için önce kredi kartından 20 paunt çekiyor, sonra müşteri temsilcisine bağlanıyorsun. B: Hello, I want to learn if my visa has been approved or not (Merhaba, vizemin onaylanıp onaylanmadığını öğrenmek istiyorum) A: It has been being worked on. Not yet! (üzerinde çalışılıyor. Henüz değil.)

Acaba mı diye düşünmeye başlamıştım. 13. Gün bir daha 20 paunt bayıldım ve aradım. Yine aynı yanıt. Fuck you! (ananızı avradınızı sikeyim) evet uçak biletim yandı çünkü vize çıkmadı vaktinde. İki hafta sonra bir “call” geldi. A: Hello Berıın, your visa is ready. Come and get it! B: I am coming. I am Kemal… Bu arada ulusal ajansla ve kurs merkeziyle görüştüm ve ekimdeki seansa katılabileceğimi söylediler. Sevinmiştim. Nihayet yurt dışına çıkacaktım. Yaş 29! Vizemi almak üzere istanbula gittim…

Bu arada aktif siyasetle ilgilenmediğim zamanlarda o kadar apolitiğimdir ki kendimden utanıyorum. Vizeyi almak için gittiğim tarih 1 mayısmış haberim yok. Lisede ve üniversitede çok zayıf solculuk faaliyetlerim olmuştu ama okul bittikten sonra hatta üni 1’de bu işleri bırakmıştım. Altunizadeye vardım ve konsolosluğun şişli abideyi hürriyete taşındığını öğrendim. Fuck you! Bir otobüse atladım ve şişliye geçtim. Mecidiyeköyde şoför daha fazla gidemeyeceğini söyledi ve bizi orada indirdi. Otobüsten iner inmez müthiş bir hengamenin arasında kaldım. Gaz su dayak gırla! Kendimi bir şekilde konsolosluğun yeni binasına attım. Belgelerimi alırken içimden bir kere daha fuck you dedim. Çıktım, bir şekilde eve geldim, bir şekilde ekimde ingiltereye gittim.

İki haftalık bir kurstu. Şu anda konusunu hatırlamıyorum. Eğitimde bilmem ne bilmem ne sürdürülebilirlik bla bla bla! Londra’ya iki saat uzaklıktaki Cheltenham kasabasında. bir ailenin üç katlı evinde kalıyoruz. Aynı kurstan bir Polonyalı bir de İspanyol öğretmen arkadaşım var. Bir de üç küçük alman kız. Aile kursiyerlere evlerini açarak para kazanıyor. İyi para kazanıyor. Bize uyduruktan yemekler yapıyor. Yemeği yiyoruz sonra odalarımıza çıkıyoruz. Evde dolaşmak yok. Yemek saatleri dışında çift için hayatları aynen devam ediyor.

Cheltenham küçük ve dingin bir kasaba. Gezmek dolaşmak için iki cumartesi bir de pazarımız var.

O cumartesilerden biri olan 18 ekimi anlatmak istiyorum daha çok.

Ne yapalım ne edelim dedik! Kurs cumartesi günü için bir roma şehri olan Bath’a (hamam) gezi düzenledi. Ben katılmak istemedim. Londrayı gezebileceğim tek gün olan o günde londraya gitmek istedim. Polonyalı arkadaşım da bana salça oldu. aslında tek başıma gezmek isterdim. Ama ısrarcı oldu. bak dedim ben futbol stadyumlarını gezmek istiyorum, sonra şey olmasın diye de belirttim. Israrla patron sensin dedi. Elemanı satamadım. Sevmediğim biri değildi, bazen mailleşiriz hala ama dediğim gibi bir şehri gezerken birisine bağlı olmak istemezdim. O da futbolla çok ilgiliydi zaten.

Bu arada fuck me! Londrada bir günüm var ve British museum a gitmedim. O zamanlar tarih, mimari ve arkeoloji merakım yoktu. Şimdi olsa sabahtan akşama British museum u gezerdim. Bu arada Thomas çıtlatmadı değil. Ama ben net stadyumları gezmek istediğimi kendisine söyledim. Bir Fulham maçına da gidebilirdim aslında. Gitmeden bakmıştım biletlere, 100 paunttu. Birkaç gün sonra bileti almaya karar verdiğimde tüm biletlerin tükendiğini (sold out) gördüm.

Neyse sabah otogardan otobüse bindik. Şoför emniyet kemerlerimizi bağlattı ve sonra da tek tek herkesi kontrol etti. Victoria Coach Station’da indik. Coach şehirlerarası çalışan otobüs demek. Bir gün boyunca geçerli olan tren ve metro biletinden aldık. O yıllarda akıllı telefon ve navigasyon olmadığı için aradığımız yeri klasik yöntemlerle bulmak durumundaydık. İlk durağımız stamford bridge idi yani chelseanin stadyumu. Chelsea 2004 yılında rus milyarder abramovicin para akıtmasıyla dünyanın en önemli kulüplerinden biri olmuştu. Bu tarzın ilk örneğidir. Elbette sıkı bir futbolsever olarak izlediğim bir takımdı. Chelsea semtine doğru yollandık.

Bir yerlerde dünyada emlakın en pahalı olduğu yer diye okumuştum chelsea için. Çok güzel bir semtti elbette. Sora sora stadyumu bulduk. Kale arkasındaki o meşhur kahverengi tuğlalı otelin yanından stadyuma kaykıldık. Ücret 20 paunt falandı. Tam hatırlamıyorum. Rehberi bekledik. Ve ilk stadyum turuma başladım. Gerçi trdekileri saymazsak bir de bernabau turu yaptım bugüne kadar. Rehber soyunma odalarından başladı. Basın odası, teknik direktör odası falan hepsini geçtik. Sıra tribünlerdeydi. Çok etkilenmiştim. Sürekli televizyonda gördüğüm, inanılmaz maçlar izlediğim mekandaydım artık. O yıllarda chelsea ve Barcelona her sene şlde eşleşiyorlardı ve unutulmaz maçlar yapıyorlardı. Aynı şekilde man. United ile de chelsea nin maçları unutulmaz oluyordu. Hepsi aklımdaydı. Çok değil bir beş, altı ay önce man united ile chelsea bir şampiyonluk maçı oynamışlardı ve ben de rehbere ballack ın gol attığı kalenin hangi taraf olduğunu sordum, rehber bilemedi. Kim bu manyak diye düşünmüştür. Tribünleri gezerken wag box denen yeri bize ayrıca tanıttı. Koyu renk camlarla kapatılmış bu bölüm futbolcuların eşleri içindi. Ama avrupada evlilik dışı ilişki de çok yaygın olduğu için mekanın adı wag box idi. Yani wives and girl friends yani karılar ve kız arkadaşlar locası… 2002 dünya kupasında bütün türk futbolcularının eşleriyle koreye gittiğini, bir tek emre aşıkın evli olmadığı partneri aysun kayacının kafiledeki tek “namussuz” olduğunu hatırlıyorum.

Sonra sahaya da girdik. İşte bu inanılmazdı. Yedek kulübesinde fotoğraf çektirmiştim. Fotoğraf çektirmek o zaman bir lükstü. 2004 yılında bir maaşımla dijital fotoğraf makinesi almıştım. Yani şimdi 17 bin tl bir makineye veriyorsunuz ve o sadece fotoğraf çekiyor. Şu anda akıl alır gibi değil ama o yıllarda o işler öyleydi.

Chelseaden ayrıldık. Thomas halinden memnun gibiydi. Onunla 70ler, 80ler, 90lar futbolu üzerine konuşurduk. Sonra meşhur big benin olduğu yere gittik. Parlamento binası vs. tarihi londranın kalbi. O köprüden geçtik. Etkileyiciydi. Dediğim gibi o yıllarda sığır önde gideniydim. Hayatımda sinema ve futboldan başka hiçbir şey yoktu. Londrada bir günüm vardı ve o günü stadyumlara ayırmıştım. Sinema demişken, o gezide büyük hayranı olduğum coen kardeşlerin son filmi “burn after reading”i de sinemada izlemiştim. Yurt dışında film izlemişliğim de oldu yani.

Sonra trafalgar meydanına gittik. Amacım o meşhur meydanı görmek değil, orada yer aldığını bildiğim dünyanın en meşhur oyuncakçı dükkanına gitmekti. Neden? Little miss sunshine filmindeki meşhur sarı minibüsün bir model arabasını bulmak… takıntılı olmak böyle bir şeydir işte… parlamento binasının orada london eye / Londra gözü denen dönme dolaba da bindik. Yaklaşık 45 dakika süren bu etkinlik çok iyiydi. Londraya havadan da baktık bir nebze. Sonra o esnada orada tesadüfen bir korku filmi festivaline denk geldik. Dr. Hannibal kılıklı bir adamla fotoğrafım da var. Fotoğrafları paylaşmayacağım çünkü kılık kıyafetimi iğrenç buluyorum. Giyinmeye önem vermeye başlayalı üç, dört sene oldu. bu da hayatımda pişman olduğum 50 bin şeyden biridir. Ne demek giyinmeye önem vermemek…

Sırada arsenalin stadyumu vardı. Yeni açılan stadyum. 90lı yılların sonunda başlayan wenger dönemiyle mourinho chelseaye gelene kadar geçen süredeki Arsenal dünyanın en iyi takımlarından biriydi. Çok severdim onları ki orada izlemekten en çok keyif aldığım bir adam vardı. Bugün emirates stadyumunun önünde heykeli olan thiery Henry (sanatçı)… hastasıydım. Stadyumu zor bulduk. Metrodaki profil de değişmişti. Zenciler, serserileri, orospular, pezevenkler, kürtler 😀 çingeneler vardı. Beş tane kırmızı tuborg içtiği belli olan bir zenci gelip bizden sigara istedi. Yok dedik gönderdik. Bir tanesi sigara yaktı. Stadyumu bulduk ama son rehberin saatini kaçırdığımız için içeri giremedik. Üzülmüştüm. Big benin orayı en sona bırakıp, direkt emiratese gelmemiz gerekirdi.

Sonra karnımı acıktı. İngilizce hazırlık kitaplarında çok gördüğüm fish n’ chips yemek istediğimi thomasa söyledim. O da şaşırdı. Neyse varoştaydık zaten ve ortalık fish n chips mekanı doluydu. Birine girdik. İngilizce siparişimizi verdik. Bu arada şimdi maçkolike bakarak bu günün tam olarak hangi gün olduğunu buldum. 19 ekim 2008 Pazar günüymüş. Çünkü mekanda bir Beşiktaş maçı vardı. Bu maçtan başkası olamaz. Mekan sahibinin türk olduğun anladım. Bula bula bir türkün fish n chips mekanını bulmuşuz. Adamlar biraz sohbet ettim. Yurt dışında türk bulunca sevindirik olup, banker bilo filmindeki gibi boynuna sarılmam. “nassın, eyi siin, halın keyfin nasıl?” diye sormam. Tanımadığım insan türk de olsa japon  da olsa tanımadığım insandır benim için. Mekandan kalktık ve Victoria coach stationa geri döndük. Sonra da cheltenhama…

Böyle bir gündü. İlk yurt dışı “kültür” gezimdi. Yurt dışına çıkmak insanı biraz başka bir insan yapıyor. Komple değiştirmiyor elbette. Bana da o olmuştu. Trnin ne kadar boktan bir ülke olduğunu anlıyorsun. Gerçi yurt dışına ön yargılarla giden ve etrafındaki her şeyi küçümsemek, garipsemek, beğenmemek eğilimde olan insanlar da gördüm ben. Bu da olabilir. ama süper ülkelere giderseniz trnin ne kadar boktan olduğunu düşünmeniz daha olası. Ya biliyoz geri kalmış ülkeleri sömürdüler… sanki fırsat bulsaydı senin ataların sömürmeyecekti… sanki hiç sömürmediler…

19 ekim Pazar günü londraya gitmişsek, 18 ekim cumartesi günü önce sinemaya gitmişiz sonra da diskoya gitmişiz demektir. O öyle bir gündü. 25 ekim günü de kursun sunduğu iki tercihten biri olan şekspirin doğduğu yere gitmiş olmalıyız. Diğer seçenek bath şehriydi. Şekspirin doğduğu yeri görmek istedim çünkü üniversitedeyken bizim şekspir 1 ve şekspir 2 diye derslerimizi vardı ve ben birincisinden kalmıştım. Şekspir oyunlarının Türkçesini okurduk. İngilizcesi anlaşılmazdı. Tiyatroyu ve şiiri sevmeyen bir insan olarak elbette şekspiri sevmem ama onun bireyin iç dünyasına odaklanması ve anti-kahramanlarla ilgilenmesi roman sanatına ilham veren en önemli şeylerden biridir. Bu anlamda kendisine müteşekkirim. Sonra oradayken bir de şekspir oyununa götürdüler bizi. Fırtına mıydı bir yaz gecesi rüyası mıydı hatırlamıyorum. Böyle yuvarlak, şekspir dönemi bir tiyatroydu. İngilizcesinden hiçbir şey anlamadık elbette. Çok çok sıkıldığımı hatırlıyorum.

25 ekim Pazar günü de trye geri döndüm. Havaalanına indim ve biraz yüro bozdurmak istedim. Yüronun inanılmaz arttığını gördüm. Büyük bir kar etmiştim. Mayıs ayında bana giren uçak biletinin parasını çıkarmıştım. Okuldakiler için bir paket çikolata almıştım ama enteresan adam, rehber öğretmen hasan ergün demirhan öğretmenler odasında kutunun neredeyse tamamını yediği için diğer öğretmen arkadaşların büyük bir bölümü çikolatadan tadamamıştı. Bir gün kendisi kendisini googledan aratırsa bu yazıya denk gelir ve yaptığı hatayı anlar. Anlar mı? Anlamaz çünkü dediğim gibi tam bir kafadan kontaktır. Öyle insanlar hayatta yaptığının yanlış olduğunu düşünmezler…

Böyle bir gündü…

11 ekim 2008 değil 19 ekim 2008 Pazar günü…

İyi günler!

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Ne Olacak Şimdi?

*İnsan her şeye alışır. Hayat devam eder. Hep böyle olmuştur.

*Bir insanın diğer bir insanı sevmesinin ölçüsünü 100 birim kabul edelim… 80 birimlik sevdiklerini kaybedenler, çok daha uzun süre bu acıyı duyacaklardır. İnsan bu kadar çok da genelde çekirdek ailesindeki bireyleri sever. Evlat, (sevilen) anne baba, (sevilen) kardeş veya çok sevilen dost, çok sevilen akraba… Bu kaybedişler büyük bir trajedi sonucunda olduğu için kolay kolay onarılamaz. Diğerleri şimdi bile onarılmaya başlamıştır. Zamanı değil denecektir, kabul edilmeyecektir ama bence bir gün %80’lik kayıplara da alışılır.

*Bir, iki hafta sonra sosyal medyada normal paylaşımlar başlayacaktır. Bir ay sonra gezme, tozma, eğlenme anları paylaşılmaya başlanacaktır. Bunlara tepkiler gelecektir ama cılız olacaktır. Paylaşımlar devam edecektir.

*TV’ler film, dizi vermeye başladırlar bile. Spor, sanat etkinlikleri de kısa sürede başlayacaktır ve insanlar bunlardan heyecan duyacaklardır.

*Bir, iki ay sonra, oralardan göçmüş olanlar eğer uygun konteynır olanakları olduğunu görürlerse geri dönmek isteyeceklerdir. Başka bir şehirde, tek başlarına bir sene kiralık evde kalabilecek ekonomik gücü olan aileler bu süreyi geçirmek isteyebilirler. Başkasının evinde kalmak zorunda kalanlar dönmek için şartlarını zorlayacaklardır.

*Sn. Cumhurbaşkanı’mız önderliğindeki Ak Parti hükümetinin kendi doğalında giden bir kaybetme süreci vardı. Bu depremle bu süreç hızlanacaktır. Normal şartlarda bir seçim olursa tabii…

*Normal şartlarda bir seçim olursa ve iktidar el değiştirirse yeni gelen iktidarın işinin çok zor olacağını düşünüyorum. İşin ekonomik boyutu çok ağır. Gerçi daha önce defalarca kez belirttim, biz sıradan insanlar devletin durumunun ne olduğunu bilemeyiz. Belki de bir şeyler bir şeyler olur veya bir şeyler bir şeyler değişir, durum farklı bir hal alır.    

*Normal şartlarda bir seçim olursa ve iktidar el değiştirirse vurguncu müteahhit takımının üstüne gidileceğine inanmıyorum.

*Normal şartlarda bir seçim olursa ve iktidar el değiştirirse o andan itibaren insanın güvenliğini ve rahat bir yaşam sürmesini merkeze alan bir şehircilik anlayışının egemen kılınacağına inanmıyorum. Örneğin İstanbul’un 10 milyonu için Anadolu’da iş olanakları ve konutlar yaratılacağını aklınız kesiyor mu? Geri kalan beş milyon için İstanbul’un baştan ve insanı merkeze alan bir anlayışla yeniden inşa edileceğini aklınız kesiyor mu? Hayır, aynı düzen devam edecek. Birtakım iyileştirmeler olabilir ama topyekûn şehrin ve bölgenin ve de ülkenin yeniden dizayn edileceğine inanmıyorum.

*İstanbul’da böyle yıkıcı bir deprem olduğunu düşünelim ki uzmanların yarısı olacağını söylüyor… O durumda olabilecekleri düşünmek bile istemiyorum. 100 binlerce can kaybı, iflasa gitmiş bir ekonomi, devlet otoritesinin bir süreliğine yok olma ihtimali ve o sürede yaşanacak şeyler…

*Şerefsiz her zaman şerefsizdir. Deprem oldu, insanlar zor durumda diye şerefsizliğini pause edeceğine inanmıyorum. Kirayı fahiş arttıranlara, çorbayı dört katına satanlara, sulara el koyup sonra satmak üzere evinde istif edenlere şaşırdınız mı? İnsanın yapabileceklerine hala şaşırmanıza şaşırıyorum.

*TR’de mülk edinebilecek insanlar için ömürleri boyunca en fazla bir veya iki ev edinme olanakları vardır. Son birkaç senede o olanak da önemli ölçüde zarar görmüştür. Geçmişte hiçbir zaman insan odaklı bir anlayışa sahip olmamış bir devletin vatandaşı olan bu insanlardan bu tek tük mülklerinden vazgeçmelerini beklemek abesle iştigaldir. Doğru da değildir. Bu insanlar o evlere girip ölmeyi beklemeyi, evlerinin yıkılıp da bir belirsizliğe itilmelerine tercih ederler.

*Geçen Sevan Nişanyan’ın bir cümlesine denk geldim: İnsanın en önemli dürtüsünün hayatta kalmak olduğunu düşünmediğini söylüyordu. O şeyin ititbar görmek olduğunu söylüyordu. Hak veriyorum ben de ona. Özellikle de erkekler için böyle. Mal mülk insana itibar kazandırır. Soyut şeyler için savaşmaya giden milyonlarca insana bakınca malını mülkünü belirsizliğe itip bilimsel şehirleşmeye hizmet etmeyi düşünecek insan sayısı bence çok azdır.

*Devletler ve milletler kısa sürelerde değişmezler. Bazı önemli dönüm noktaları değişimleri hızlandırabilir ama örneğin Rus nefreti kendileri için en önemli şey olan Polonyalı işçiler sosyalizme karşı “grevler” yapmadılar mı?

*Artık TR halkı kadere inanmayı bırakacak mı? Depremden önce dindarlığın kendi doğal bir zayıflama süreci vardı. İnsanlar özellikle de kadınlar zor anlarda soyut da olsa güçlü bir şeye sığınmayı severler. Şu zayıflama süreci devam edecek, gerçek İslam’ın talep ettiği yaşam tarzı hiçbir zaman karşılanmayacak ama bence insanlar özellikle de kadınlar daha uzun zaman spiritüel şeylere prim vermekten vazgeçmeyecekler.   

Uncategorized kategorisine gönderildi | 1 Yorum

2022’de Okuduğum Kitaplar

Bu senenin başında kendime hedef olarak 13 kitap okumayı belirlemiştim ama 7 tane okuyabildim…

Goodreads uygulamasının “Reading Challenge/Okuma Hedefi” bölümünden bu hedefleri koyuyorum. Bu sene için 10 koydum mesela…

Başlayalım…

“Okuduğum Kitaplar” yazısını üçüncü kez yazıyorum. Bu yazıyı ilk kez 2020 yılının sonunda yazdım. O sene 56 kitap okumuştum. Ve o yazıya bir daha bu sayının yarısına bile ulaşamayacağımı düşündüğümü yazmıştım. 2021 yılında tam da 28 yapmıştım. Yani yarısına ulaşmıştım. 2022 yılında onun da yarısına bile ulaşamayacağımı çok net biliyordum ve bu sefer yanılmadım. 28’in çeyreğini okudum yani 7 tane.

Neden böyle oldu?

2020’de neden öyle olmuştu? Bu soruyu yanıtlamakla başlayalım. Üniversitede İngiliz edebiyatı okurken edebiyatın ne kadar büyüleyici bir şey olduğunu fark etmiştim ve bir gün edebiyata mutlaka önem vereceğimi biliyordum ama çok geciktim. Bu gecikmeyi sağlayan iki şey S ile başlıyor… Sinema ve siyaset. Üçüncü bir S de var. Aslında yok tam olarak. Messi’deki iki S harfi kelimenin başında yer almadığı için bu gecikmenin sebeplerinden biri değil. Sinema ve siyaset için 15 sene kaybettim (kafamı sikeyim vol:157) ve nihayet üç, dört sene önce edebiyata ağırlık vermeye başladım.

Edebiyata ağırlık verince okuma performansım çok iyi hale gelmişti. Devlette öğretmen olan benden daha çok boş vakti kimsenin olamazdı! Okudum. 150-200 sayfalık kitaplar da epeyce bol olduğu için neredeyse her hafta bir kitap bitirdim.

2021’de bu sayı gelmeyecekti çünkü kısa kitaplar bitmişti. Ayrıca çok önemli bir şey daha olacaktı o sene. Ağustos ayında oğlumuz dünyaya geldi. Bebek varsa sadece okuma performansı değil her performans düşer… Öyle de oldu.

2022 ful oğlumla geçti. Klozet ve gece uyanıp, uykuya dalamama anları dışında elime kitap (kindle) alamadım. Dolayısıyla 7 sayısı çıktı.

Mutlaka okumam gereken 140 romanı belirlemiştim. Bunların 90 tanesini okuduğum için içim rahat. Herkesin hemen hemen en önemli romanını okudum aslında şu anda.

Oğlumla 16 aylık. Hala ful time ilgi istiyor. 4-5 sene daha isteyecek. Tekrar o eski tempoya ulaşamam. Zaten o zaman okumak için öleceğim kitap (roman) da pek kalmayacak. Ama ölene kadar kitap okumaya devam edeceğim. Şimdi bakalım bu sene okuduklarıma:

*“Küçük Ağa”, Tarık Buğra

Önemli bir romandı. Okumam gerekiyordu. Bu arada hatırlatayım, vazgeçmediğim bir roman yazma projem var. Onun hatırına yarım bırakmamışım. Aslında kitapları yarım bırakırım ama o proje için yarım bırakmamam gerekiyorsa okurum mecburen. Bu da öyle bir kitaptı. Bir yıldız vermişim. Sağcıların referans aldığı bir kitaptır. Bir proje içinde değilseniz okumayın.

*”Guns, Germs and Steel”, Jared Diamond

İngilizcesini okudum “Tüfek, Mikrop, Çelik”in. 15 yıldır falan bu kitabı okumak aklımdaydı. Nefis bir kitaptı. Bu arada İngilizce okumak beni çok yoruyor. Okuyabiliyorum ama konsantrasyon bir an kaybolursa toparlamak çok zor oluyor. Bum’ın (Bukowski) İngilizce kitaplarını bir tek konsantrasyon kaybı yaşamadan okudum. Kitaba dönelim, dediğim gibi muhteşem. Herkese tavsiye ediyorum.

*”Otomatik Portakal”, Burges

Bu kadar ünlü bir kitabı okumamak olmazdı. Üç yıldız vermişim. Yarım bırakmadığıma göre iyi bir kitaptır, üç yıldız verdiğime göre bir şeylerin eksik olduğunu düşünmüşüm. İlginçtir, bu sene okuduğum kitaplarla ilgili duygu ve düşüncelerimi pek hatırlamıyorum. Çünkü kitaplardan daha fazla odaklandığım şeyler oldu bu sene ama örneğin, üç sene önceki “Huzur”, “Masumiyet Müzesi”, “Kürk Mantolu Madonna”nın falan bana neler hissettirdiğini çok net hatırlıyorum.

*”Cesur Yeni Dünya”, Huxley

Bu da çok iyiydi. Bu kitabı da okumak yıllardır aklımdaydı. Distopya olarak nitelendirilen bu kitapta görülen birçok şeyin aslında olması gereken olduğunu düşünmem bu kitapla ilgili aklımda kalan en net şey. Yaşam bu şekilde devam etmemeli. Radikal düzeyde değişmeli.

*”Babalar ve Oğullar”, Turgenyev

Rus edebiyatı için çok önemli olan bu kitaptaki anti-kahraman Bazarov’un birçok açıdan benim kahramanım olmasının altını çizmem gerekiyor. Normaliteyi geride bırakalı çok zaman oldu. Normal olarak görülen birçok şeyin bana ters geldiğini bu kitapları okuyunca daha iyi anlıyorum.

*”Körlük”, Saramago

Çok ünlü bir roman. Çok iyi bir roman. Top 10’uma girmez ama. Filmini izlemeye dayanamadım. Açtım ve yarım bıraktım. Sinema ile ilgili ciddi sorunlarım var. Eski dostumla ilgili yani. “Görmek”i hemen okumayacağım.

*”Huck Finn’in Maceraları”, Mark Twain

Rus edebiyatı nasıl Gogol’un “Ölü Canlar”ından çıkmışsa Amerikan edebiyatının da benzer bir şekilde bu kitaptan çıktığı şeklinde yorumlar vardır. O yüzden okumak istedim romanı. Sevimli bir roman. 19. Yüzyıl acemilikleri epeyce var. 19. Yüzyıl romanlarının içine çok fazla giremiyorum. Yarım bırakmamam gerektiğini düşündüm bu kitap için de. O projem olmasaydı yarım bırakırdım. Roman sanatının gelişimini anlamak için bu kitap mutlaka okunmalı. Bence ırkçı değil bir de. İroni var kitabın bütününde.

Böyle…

Bu sene kendime hedef olarak 10’u koydum, tekrar belirtiyorum. Ne olur? Oğlum deliksiz uykuya geçer birdenbire falan… O zaman işler değişebilir. Ama sanmıyorum bunun olacağını. Bir de “Güven” e kendimi teslim edip etmeme konusunda çok tereddüt ediyorum. “Huck Finn”i bitireli iki gün oldu ve hala yeni kitaba başlamadım mesela. “Güven” kendimi teslim edersem, bu sene sadece o iki cildi okuyabilirim de. Bir de Güven elimde basılı şekilde var. Yani gece uyum kaçınca Kindle’ı açıp oradan okuma olayına da giremem. Ama şu da var! Fetiş yazarımın en iddialı romanı beni öyle bir sarar ki dışarıdayken bile aklımın onda olduğu romanlardan biri olur “Güven” ve iki, üç ayda iki cildi bitiririm. Bakalım, göreceğiz.

Yeni yıl sağlık, huzur ve mutluluk getirsin bla bla bla

Bunların hepsi hikaye. Para varsa bunların gelmemesi çok zor. Yeni yıl para getirsin. Ki o da dilekle olacak bir şey değil. Yani, dewamke…

Not: YYB

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Belki de Son Messi Yazısı

Evet, belki de son Messi yazısı…

Belki de son Messi maçı…

Hayatıma en fazla güzel an katan “erkek”, belki de son kez bana güzel anlar armağan edecek… Bu şüpheye Suudi Arabistan maçından sonra her maç düşüyorum ama o, hep bir adım daha atıyor. O maçtan sonraki Meksika maçında Arjantin yenilseydi, Meksika maçı izlediğim son Messi maçı olabilirdi. Bu duyguyu dediğim gibi her maç yaşadım. Şimdi Dünya Kupası finali öncesinde bu duyguyu yaşıyorum ve bu sefer olasılık çok daha yüksek… Finalden öte maç yok!

Neden son maçı?

Çünkü Messi için transfermarket nokta de hesabında Amerikan takım Inter Miami için dedikodular çıktı. Messi dünya kupasının ardından bu takımla anlaştığını duyurabilir. Bu, onun üst düzey futboldan emekli olduğu anlamına gelir. PSG’de Haziran’a kadar olan süre boyunca geri plana itilir. Bu en kötü senaryo…

En iyi senaryo ise kupayı alması ve sezon sonunda bedavadan Barcelona’ya geri dönmesi… Bu durumda 15 senedir bana “güzel anlar” armağan eden Büyük Dahi, iki yıl daha üst düzey futbol oynar. Bir iki yıl da idareten oynar ve şov devam eder, kesilmez!

Bugüne kadar Messi ile ilgili çok yazı yazdım. Yukarıdaki sebeplerden dolayı belki de son yazı, belki de son maç.

Messi, Messi! Bu adam neyin nesi!

2007’lerde Star TV spikeri Ertem Şener böyle diyordu…

Bu adam neyin nesi gerçekten?

Gelmiş geçmiş en büyük futbolcu mu? Yani GOAT (greatest of all time) mu?

Gelmiş geçmiş en iyi futbolcu mu? Yani BOAT (best of all time) mu? *BOAT tabiri bana aittir.

Evet, bu tartışma yıllardır yapılıyor. Ben GOAT değil BOAT olduğunu düşünüyorum.

GOAT Maradona’dır… Pele diyeni dinlerim bu arada…

GOAT’tan kasıt futbolu en yüksek mertebeye çıkartmak gibi bir şey olmalı bana göre. Bunu Maradona yaptı, Messi yapmadı. İnsanlar için futbolun ifade ettiği anlamı en yüksek mertebeye Maradona çıkarttı. Ondan sonra futbol bir fenomen haline geldi. Zaten başarılmış olan bir işi, Messi tekrar başaramazdı.

Peki BOAT’luk… Yani bu oyunu onun kadar iyi oynayanı, onun kadar üstün oynayanı, onun kadar yetenekli olanı, onun kadar olaya hakim olanı olmadı demek. Maradona’nın Youtube’daki bütün “sikills” videolarını izledim. Elimden başka bir şey de gelmedi. Ve rahatlıkla diyebilirim ki Messi,  bütün Maradona sikills videolarında olanları 7, 8 maçta yapıyor. Messi’nin maçlarını izlememiş olanlar bunu anlayamazlar. Hollanda maçında yaptığı insaniyetötesi asist mesela… Yaklaşık 400 asistinin 100 tanesi böyledir. 50 tane de forvetlerin kaçırdığı %100’lük pozisyon vardır.

Messi DK alırsa artık onun GOAT’luğundan şüphe duymamak gerektiğini düşünenler var. Öyle ya, finalde hiçbir şey yapmasa bile, tıpkı o da Maradona gibi tek başına DK almış olacak. Maradona dönemindeki DK ile şimdiki DK daha farklı. Şimdi Şampiyonlar Ligi almak daha zor mesela. Dünyadaki en iyi 400 futbolcu her sene ŞL için ölümüne mücadele ederken, Dünya Kupası’nda bu 400 futbolcunun yarısı olmayabiliyor. Diğerlerinin önemli bir bölümü de futbolculuklarını sahaya yansıtabileceği takım arkadaşlarını bulamayabiliyor. Sezona damga vuran Haaland yok örneğin. Sezona damga vuran Mbappe’nin yanında Messi ve Neymar gibi iki takım arkadaşı yok. Fakat ŞL’de bu 400 en iyi futbolcu “akıllıca” bir şekilde paylaştırılıyor ve onlar da kupa için mücadele ediyorlar. Dünya Kupası’nın anlamı evet çok büyük ama orada oynanan futbol dünyanın o anda oynanan en iyi, en zor futbolu değil. Messi’nin oynadığı el clasico’lar son 30 yılın bütün DK finallerinden daha zordu… Messi’nin 2006’yı saymazsak üç tane ŞL’si var. 2019’daki Liverpool maçını hala anlayabilmiş değilim. Dört olacaktı. Ronaldo beş ŞL’si olduğu için GOAT tartışmalarında kendisine yer buluyor. Örneğin, bir dünya kupası zaferi olan, hem de finalde gol atmış olan Mbappe kendisini GOAT olarak görmüyor da Ronaldo’nun instagram paylaşımına keçi emojisi bırakıyor…

GOAT BOAT ayrımı için mücadele edecek değilim, bu benim düşüncem.

Messi ile ilgili duygularımı henüz bu yazıda yeterince anlatamadım galiba. Gerçekten çok mutlu ve çok heyecanlıyım… Kendisi Dünya Kupası istiyor! Çok istiyor. Bütün Arjantin istiyor. Hatta hemen hemen bütün futbolseverler istiyor. Turnuva başlamadan önce ben de dahil birçok insan Messi’ye eyyam yapılacağı yönünde bir düşünceye sahiptik. VAR varken ne kadar yapılabilirse işte… Bence bu olmadı. Messi de net bir şekilde tek başına, hakem desteği olmadan takımını finale taşıdı. Finalde karşılarında güçlü bir Fransa var. 2014’teki finalde kahrolmuştu Messi. Turnuvanın en iyi oyuncusu seçilmiş olması kimin umurunda? Bu sefer ölümüne mücadele edecektir. Şampiyonluk mutlaka gelecektir diye düşünüyorum. Elbette bunu çok istiyorum, içimden bu geçiyor ama nedense kafamda soru işareti yok. Finale kadar geleceklerini sanmıyordum itiraf etmem gerekirse. Ama finale geldikten sonra vermezler diye düşünüyorum. Verirlerse örneğini sadece 2000-2001 yıllarında gördüğümüz Valencia’nınki gibi bir şey olur.

Evet, 15 yıldır Messi maçlarıyla “güzel anlar” yaşadım. Bir insanın büyük bir hayranı olmak ve onun ortaya koyduklarını izlemek gerçekten hayata anlam katan şeylerden biri. Kendimi oldukça şanslı hissediyorum. 15 sene insanı sürekli mutlu eden bir sanatçı da yoktur bir sporcu da… Bundan sonra da kıyamete kadar olmazsa şaşırmam. Messi son süperstar olabilir? Çünkü dünyada git gide duyguların yerini rasyonel şeyler alıyor. Mantıksızlıklar bence tarihsel olarak düşüş trendine girdi. Evet, bir takımı tutmak, bir oyuncuyu tutmak mutlaka mantıksızlıklar ortaya çıkarır. Dünya sanki giderek böyle bir yer olmaktan çıkıyor gibi. Yaşasın mantıksızlıklar!   

Yaşasın Messi!

Asperger sendromuna sahip olduğu dedikoduları var. Yani iletişimi sıkıntılı, güvenli alanında olmadığını hissettiğinde ne yapacağını bilemeyen bir insan… “Maçtan önce 20 kere tuvalete giden bir insana Tanrı muamelesi yapmaktan vazgeçin.” Bu sözü Maradona’nın söylediği iddia ediliyor. Haklı. Messi, Maradona gibi bir tanrı olamaz. Hem kişisel durumu hem de günümüzdeki futbol buna müsaade etmiyor. Gerçi ben Nou Camp’ta bütün seyircilerin kendisine nasıl tapınma hareketi yaptıklarını gördüm.

Evet, Messi bir tanrı değil.

Zaten tanrı da yoktur. Tanrıyı insan yaratmıştır. Maradona bir futbol tanrısı yarattı. Messi ise oranın başbakanı.

Finalde ne olur? 2019’dan beridir yıllanmaya bıraktığım Chimay Blue biralarımı içerken bunu göreceğiz. Gerçi saat 18.00’deki finali izlememe Tuna ne kadar izin verir bilmiyorum. Ama çekirdek aile olarak “futbol tarihinin en önemli maçını” izleyecek olmamız da bir şans doğrusu.

Evet, böyle yorumlar var. Futbol tarihinin en önemli maçı… Sadece Messi’nin değil Ronaldo’nun ve Maradona’nın da maçı. Bir bakıma öyle. Bana göre: Bu maçta ne olursa olsun Ronaldo zaten kaybetti, Maradona da zaten kazandı. Ama epeyce sayıda insan benim gibi düşünmüyor.

Şu anda Messi bir belgesel çekiyor. Belki de… Son Messi yazısını o belgeselden sonra yazarım. Bu turnuvadan çok şey olacaktır o belgeselde. Ben de belgeselim gibi bu yazıyı yazmak istedim.

Hayatıma en fazla sayıda güzel an katan “erkek”, son bir güzel an daha kat. En esaslılarından biri olsun ama bu…

Dün bir haber okudum, bir adam Messi için lokma dağıtmış.

İşe yarayacaksa ben de bilime ters düşüp lokma dağıtabilirdim, kadınlar gibi evrene enerji yollayabilirdim, üç kulha bir elham okuyabilirdim, Hızır’ı göreve davet edebilirdim vs.

Yeter ki Messi kazansın.

Messi şampiyon olsun.

Messi şampiyon!

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Türklerin Yaptığı En İyi Bira: Bomonti Filtresiz Buğday

Yazılarıma başlık seçerken, sık sık, okuyucu cezbedecek, provokatif cümleler kurarım. Bu seferki başlığım da provokatif gibi algılanabilir ancak gerçekten de böyle düşünüyorum.

Türklerin yaptığı en iyi biranın hangisi olduğunu merak eden insan pek çıkmaz herhalde çünkü Türkiye’de bira küçümsenir, ciddiye alınmaz. Biranın lezzetinden ziyade sıcak havalarda insanı serinletirken, bir nebze de kafa yapması ilgi odağıdır. Parklarda Efes Extra veya kırmızı Tuborg içen dayılar içinse tamamen kafa yapması ilgi odağıdır. Biranın lezzeti çok az insan için merak konusudur. Dünyada da trend böyle olmakla beraber, bu lezzetin peşine düşen insan oranı Türkiye’dekinden kat be kat fazladır.

Neyse, o az sayıda insan için Türklerin yaptığı en iyi bira tombul şişede satılan Efes Pilsen olmalıdır. Kendisini ben de çok severim. Artık İstanbul’da satılmıyor ama Anadolu’da var. Anadolu Grubu, Sinop Gerze’ye termik santral yapmaya kalkınca manasız bir “Tuborg solculuğu” dönemi başlamıştı. O dönemde bu yanlışa ben de düştüm ve Efes’e ayıp ettim. Oysa ilk göz ağrımızdı o. Aslında ve hatta Tuborg’u “bir tık” (bu tabirden nefret ediyorum ve ‘aynen öyle’ye doğru gittiğini düşünüyorum) daha çok sevmeme rağmen Efes’i sevmemezlik etmedim hiç. Evet, bir anket yapılsa yani delinin biri anket yapsa, sanırım Türklerin ürettiği en iyi bira olarak tombul Efes çıkar.

Ama artık Bomonti Buğday var!

Alman buğday birası Franziskaner’in Türkiye’ye getirilmesi ile ilgili çeşitli kurumlara mail atmıştım ve bir, iki de yazı yazmıştım. Gelmişti ama benim katkım elbette yoktu.

Benzer bir hikaye daha var:

Uzun zamandır sosyal medya yazılarımda ve dost sohbetlerimde Türkiye’nin (benim) en büyük ihtiyacının 50’li, insani fiyatlı ve dandik olmayan bir buğday birası olduğunu belirtiyordum.

Beni dinlemediler elbette ama bu ihtiyaç Bomonti Buğday ile giderildi. Bu kadar iyisini beklemediğimi itiraf edeyim. O yüzdendir ki çok mutluyum. Yaşasın Bomonti Buğday! Umarım başına bir şeyler gelmez…

Dünyanın en iyi buğday birası Türkiye’de var: Adını “Dokuzuncu Senfoni” koyduğum Alman Weihenstephaner’i Tuborg ithal ediyor. 33’lük şişelerde satılıyor. İyi ki var. Gelmiş geçmiş en iyi sıvı desem abartmış olmam. Zaten buğday biralarına olan merakım bir gün onu rafta görüp, ne olduğunu merak ederek eve götürmekle başladı. O gün bugündür hiçbir şey eskisi gibi olmadı bende…

9. Senfoni’nin fıçısı da bulunuyor ama onu içmek riskli bir şey. Fıçının beklememesi lazım. Onu içeceğiniz mekanda onun sadık bir kitlesinin oluşmuş olması gerekiyor. Bu yoksa beklemiş ve dolayısıyla renksiz birayı içme ihtimaliniz var. Kadıköy’de bulunan Pablo Bar ve Harp Irish Pub’ın bu aşamayı geçmiş yerler olduğunu söyleyeyim. Fiyatı 70 TL falan olmalı şu aralar yalnız.

Bomonti Buğday’ın çıktığını Instagram’daki bibiraver hesabı sayesinde öğrenmiştim. Heyecanla beklemeye başladım. Sadece Migroslarda satılacağı yazıyordu. Her gün Migrosları ziyaret etmeye başladım. Sonra geldiğini gördüm. O gün önemli bir maç da vardı. İki tane aldım.

Maç başladı. Birayı bardağa doldurdum. Köpüğü gayet iyi görünüyordu. Aromatik kokular da gelmeye başlamıştı. Bomonti Filtresiz’in kısa bir süreliğine Türkiye’nin en iyisi olduğunu düşünüyordum ama o biranın bira vasfı çok çok kısa sürüyor. Çok kısa sürede bulaşık suyuna dönüyor. Bomonti Filtresiz’in buğday birasının da benzer bir handikaba sahip olacağını tahmin ediyordum. Olmadı.

Aromalara geri dönelim. Türkiye’de bir kitle buğday birasının tutmasının zor olacağına inanıyordum, hala da inanıyorum gerçi. Çünkü Türk milleti yenilikçi değildir. Denemeyi sevmez. Farklılıkların peşinde koşmaz. Bunun başına da her an bir şey gelebilir. O yüzden buğday birası gibi klasik biralardan biraz daha farklı bir tadı olan biranın TR’de işi zordur. Buğday birası aromalarına fazla bulaşmayacaklarını ve klasik bir tadına benzer bir şey yapacaklarını düşünüyordum. Hiç de öyle değilmiş. Birayı içtikçe, ertesi günlerde de içtikçe dört başı mamur bir Weiss’le (Almanca sarışın demek) karşı karşıya olduğumuzu gördüm. Tekrar edeyim, çok mutluyum.

Fiyat mevzusu önemli. 33’lik Weihen 38 TL. Zengin olsam başka bir şey içmem. Normal kitle biraları 30 Tl civarlarında. Bomonti Weiss 35 liradan başladı, bir hafta önce de 36 TL oldu. Elbette bu yüksek bir fiyat ama normal kitle biralarının 30 TL olması da yüksek. O zaman şöyle diyelim, kitle biralarının 6’da 1’i oranında pahalı olan, 50’lik ve çok iyi bir buğday biramız varsa kendimizi şanslı hissetmeliyiz. Şimdilik var. Kadınlar nazara inanır! Bu yazıyla kendisine nazar değdirmezsem ve böyle devam ederse bizden mutlusu olmasın! Kötü senaryoları düşünelim: Tutmaz ve üretimi durur. Bir zamanlar çok beğendiğim Bomonti Black’in üretimi durdu sanırım. Hiçbir yerde görmüyorum ben. Belki İstanbul’da Carreforu Gurmelerde vardır. Fiyatı artar, kitle birasının 4’te 1’i oranında pahalı olur. O zaman Weihen almak daha mantıklı olur. Evrene nasıl enerji yayarsan, o gelir seni bulur. Kadınlar buna da inanır… Şimdi durduk yere evrene olumsuz enerji de yaymayalım…

Bomonti Buğday almak ne kadar mantıklı? Weihen’i artık sadece özel etkinliklerde alırım. Ama az önce yazdığım gibi fiyatı 40 TL olsaydı bunu sık sık almazdım. Evet, Bomonti Buğday gayet iyi bir buğday birası ve bana göre Türklerin ürettiği en iyi bira ama Türkiye’de bulunabilien buğday biralarla kıyasladığımızda Weihenstephaner ve Schneiderler kadar iyi olmadığını düşünüyorum. O ikisi Messi, Ronaldo seviyesi çünkü. Türkiye’nin o ayarda bir bira yapmasına daha çook var… Ama mesela Efes’in ithal ettiği Erdinger’den daha iyi bir buğday birası bence. Zaten bibiraver’in yorumuna göre Efes artık Erdinger ithal etmeyi bırakacak. Kendi ürettiği ve ondan daha iyi olan, ondan daha iyi bir fiyatı olan birası varsa neden Erdinger’i ithal etsin? Belki Almanlara olan saygılarından dolayı ithal etmeye devem ederler…

Bu arada bir diğer tehlike de şu: Şimdi bence, bu bira tutarsa Tuborg’dan da benzer konseptte bir karşı hamle gelecektir. Yani Tuborg da yerli weiss yapacaktır bir süre sonra. Peki o durumda da Tuborg Weihen ithal etmeyi durduracak mı? Umarım bu olmaz. Weihen’in iyi, kötü bir hayran kitlesi olması elimizi gücendiriyor ama olmaz, olmaz! Evrene negatif enerji yayarsan ayvayı yemişsin demektir… Bu paragrafı bir kere okuyoruz ve bir daha dönüp bu paragrafı okumuyoruz!

Pazar günü Messi’nin kariyerinin en önemli maçı var. O gün beş tane Wiehen alırdım normalde. Peki, ne yapacağım dört tane Bomonti Buğday mı alacağım? Hayır, 2019’dan beridir beklettiğim Chimay Blueları açacağım. Chimay Blue yıllanan bir Belçika birasıdır. Bir sanat eseridir. Bu çok önemli etkinliği onunla taçlandıracağım. Elimde onlar olmasaydı, elimde Weihen satın alabilme imkanı olmasaydı o etkinliği kesinlikle Bomonti Buğday’la karşılardım!

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.       

Uncategorized kategorisine gönderildi | , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Aydın, İstanbul Kıyaslaması

Eylül ayında Aydın’a taşındık. 2011’den beridir İstanbul’da yaşıyordum ve İstanbul’u her zaman sevmiş bir insandım. Bu haber üzerine bazı arkadaşlarım aradı, durumla ilgili bilgi almak istedi. Ege’ye yerleşmeyi düşünen çok malum. Bu yazıyı yazmak için Aralık’ın gelmesini bekledim. Kışı görmek istiyordum. Hala kış falan yok ortalıkta. Ocak’ta geleceğini söylüyorlar. Ben bu yazıyı yazayım da merak edenlerin meraklarını bir nebze gidereyim istedim artık. Başlıyoruz…

*En çok merak edilen şey ev fiyatları olmalı diye düşünüyorum. Aydın merkez 250 bin nüfuslu bir büyükşehir. Konum olarak çok iyi bir konumu var. Her yere yakın. Ev fiyatları her yerde olduğu gibi burada da dramatik bir şekilde arttı, artıyor ama rahatlıkla söyleyebilirim ki ev fiyatları çok ucuz. Nereye göre? Elbette İstanbul’a göre. Satın almak isterseniz biraz daha ucuz. Burada evler daha geniş. Balkon kültürü burada yaygın ve önemli. Evlerin çoğunlukla birden fazla ve oldukça geniş balkonları var. Şöyle söyleyeyim: Burada; rezidansta, 160 m2, iki balkonlu evi 2,5-3 milyon TL’ye alabilirsiniz. İstanbul’da o özelliklere sahip evleri kaça alabilirsiniz? Varın siz hesap edin. O fiyattan aşağıya evler iniyor. 400 bin TL’ye 1+1’ler var. Kiralar yine İstanbul’a göre epeyce ucuz ama kiralık ev bulmak satılık ev bulmak kadar kolay değil. En yüksek kira 8000 TL. O rezidanslarda. 2000, 3000’e mahallelerde evler mevcut. Tabii bence Aydın bir taşra. Bazı mahallelerinde modern kent havası var. Bazı mahalleleri ise varoş. İstanbul’daki evini satan burada bahçeli ev de alabilir. Ama çocuğu varsa her plan farklılaşıyor elbette.

*Gıda fiyatları ne alemde? Emlak ve gıda fiyatları en önemli iki başlık. Pazar gayet ucuz. Ürünler çok taze ve lezzetli. Burada pazara gitmek terapi etkisi yaratır. 200-250 TL’ye pazardan dolu dolu gelirsiniz. Bilmiyorum İstanbul’da fiyatlar ne alemde. Yazın domatesi kıyaslamıştım. Ben İstanbul’da sadece pembe domatesi seviyordum. O da pazarda 15 TL idi. Burada 5 TL’lik domatesler bile bal gibiydi. Şeftali 5 TL’ydi yazın.

*Meyve, sebze dışında diğer gıdalarda büyük bir fark yok sanırım. Pide ve kokoreçten bahsetmem elzem. Ben en çok Ankara pidesini severim. Bayılırım ona ve onu hiçbir yerde bulamıyorum. Buradaki pideler de çok çok iyi. En iyi yerinde kıymalı pide 40 TL. Ve resmen sanat eseri. Kuyu kokoreç 25 TL. Bal ötesi. Bence bu fiyatlara, bu lezzet bedava. Mükemmel kelle paça 30 TL. Karakterli tost 25 TL. Onlar da var. Bunların dışında fast food aynı gibi. Tamir, usta, berber ücretleri aynı gibi.

*Bizim evin yakınlarındaki bir mekanda fıçı Weihenstephaner buldum. Bir kere içtim ama beklemiş gibiydi. Neyse artık Bomonti Buğday var. Tekrar söylüyorum, Bomonti Buğday çıktığı için kendimizi şanslı hissetmeliyiz.

*Giysi alternatifiniz elbette İstanbul kadar yok. Aydın merkezde bir tane AVM var. Bir de Söke’de bayağı büyük bir AVM var.

*Aydın şehri bisikletçilik için Türkiye’nin en uygun şehri. Zaten haftada iki gün sürüş etkinlikleri düzenleyen bir bisiklet derneği var. Şehir içinde yollar düz ve geniş. Aynı şekilde ilçeler arasında, şehirler arasında düz ve geniş bisiklet yolları var. Aslında bu iş bana göz kırpıyor ama şu anda 1,5 yaşındaki oğlumuz hepimizin pestilini çıkarttığı için bu işi bir süre erteleyeceğim. Çocuk biraz büyüyünce bu işe dalmayı düşünüyorum.  

*Doğa yürüyüşleri açısından da çok şey vadeden bir şehir. Onun da düzenli ve ücretsiz etkinlikler düzenleyen bir derneği var. Yetişkinlerle gerçekleştirilen toplu etkinliklere katılmak istemiyorum esasında. Bu işleri gerçekleştirebileceğim kafa dengi, erkek, nokta atışı iki üç arkadaş bulsam kurban bile keserim.

*Sosyalleşmek kendisi için önemli olan bir insan Aydın’a yerleşmeyi iki kere düşünmeli. Alternatifler oldukça sınırlı. Denk gelmez mi? Elbette denk gelebilir ama tekrar söylüyorum, böyle bir insan için Aydın’a yerleşmek riskli bir şey. Lokal insanların ezici çoğunluğunu oluşturduğu ve dolayısıyla kapalı bir toplum Aydın toplumu. Benim için sosyalleşmek önemli değil. Hiç canım sıkılmıyor. Evde de gayet güzel vakit geçirebilen bir insanım ben. Sosyal biri olduğuma dair bir inanç var beni uzaktan tanıyanlar arasında. Öyle değil. Yani öyle olmak zorunda değil. Nokta atışı bir erkek topluluğu denk gelirse sosyalleşirim. Gelmezse bunun için ağlamam. Kadınların duygu ve düşünce yapılarıyla ilgili sorunlarım var…

*Doğal güzellikler açısından 10 numara bir yer. Şehir içi de ağaç, yeşillik dolu. Yakın çevre de muhteşem doğal güzellikler barındırıyor. Zaten burayı bilmeyen biri değildim ben. Karım 25 senedir Aydınlı (aslen Erzincanlı) olduğu için her sene buraya geliyorduk. Doğa muhteşem.

*Turunç ağaçları, mandalina, portakal ağaçları her yerde. Nar ağaçları, zeytin ağaçları…

*İklim bence süper. Yazı epeyce sıcak yalnız. Klimasız ev yok gibi. Ben soğuktan tek kelimeyle nefret ettiğim için bana yazınki sıcaklık koymuyor. Sıcak ve soğukla ilgili konuşurken dikkatli olmalı. Bazı kilolu insanlar için yaz sıcağı tam bir işkence olabilir ve o insanlar kışı sevdiklerini söyleyebilirler. Onları yadırgamamak lazım. Vücut yapınız Aydın için önemli. Yazın çok sıkıntı çekebilirsiniz. Bugün 11 Aralık. Bu tarihe kadar olan sonbahar ve kış mevsimini ise çok sevdim ben. Tam benim aradığım iklim. Meşhur karikatürdeki gibi şort üstü kapüşonlu giyerek şekil yapanların 10 günü yok burada, çok daha fazla günleri var! İki ay burada şort üstü kapüşonlu giyebilirsiniz. Bakalım ocak ve şubat nasıl olacak? Herkesin söylediği oldukça soğuk bir dönem oluyormuş ama çok kısa sürüyormuş. Mart gibi bahar başlıyormuş. Bir de şundan bahsedeyim, Aydın’da fazla nem yok. Yani iklimi karasal iklime daha yakın. Elbette bir Afyon, Isparta değil ama bir deniz kenarı nemi yok. Bu benim için iyi bir şey. Yaşadığı yerde mutlaka deniz olmasını isteyenler için değil.

*Kadınların rahat edeceği bir şehir Aydın. Yazın geç saatlerde bir kadın şortla sokaklarda yalnız yürüyebiliyor. Bu bir kıstas ise durum bu.

*Eğitime önem veren bir şehir. Her sene sınavlarda üst sıralarda yer alıyor. İmam hatipleşme var ama diğer şehirler kadar çok değil. Nitelikli okulları her yerde olduğu gibi sıradanlaştırmışlar yalnız.

*Aydın faşisttir! Ne demek bu? Yani Türkiye’nin her lokal bölgesi gibi zenofobik bir şehir. Hatta dünyanın her yeri gibi. Evet, dünyada zenofobik (yabancı düşmanı) olmayan bir yer olduğuna ben inanmıyorum. Peki, Türkiye’nin zeno’su yani yabancısı kim? Elbette Kürtler. Burada Kürtleri sevmiyorlar. Onları adamdan saymıyorlar. Onları çevrelerinde görmek istemiyorlar. Ve bu gayet doğal bir olgu onlar için. Normalde iyi niyetli, vicdanlı, kibar görünen insanlar bile Kürtler söz konusu olduğunda dışlayıcı söylemler geliştirebiliyor. Bütün lokal bölgeler böyle. Daha önce Sinop ve Bolu gibi iki lokal şehirde yaşadım. Kürtlerden nefret etmeyen bir topluluk görmedim. Kürtlerin bu ülkede kaderi bu. Ve bunun değişeceğini, yok olacağını düşünmüyorum. En azından bir 100 yıl içinde. Toplumların örgütlenme şekilleri bu şekilde devam ettiği sürece bu da devam edecek. Kürtlerin bunu yenebilecek bir güce erişebileceklerini de düşünmüyorum. Dolasıyla, Kürt kimliği sizin için önemliyse, onu yansıtmak isteyen biri iseniz buralara gelmeyin. Öğretmenseniz biraz daha steril bir ortama dahil olabilirsiniz. Halkla muhatap olmadan yaşayabilirsiniz. Veya Didim var. Orası Can Munzur Kafe Bar’lar diyarı… Burada Kürtler ve Çingeneler Aydın halkı için aynı statüdedir. İkisinin de gettolaşmış mahalleleri vardır. Kürtler toplumla biraz daha entegre olmuşlardır ama Çingeneler her yerde olduğu gibi tamamen dışarıdadırlar ve affedersiniz sikleri taşaklarına denk bir hayat tarzı sürmektedirler. Her yer faşistken, Aydın’ın faşistliği insanı biraz daha rahatsız eder çünkü görünüşte çağdaş, laik, okuyan, Batılı değerlere ilgi gösteren bir topluluk gibi dururken faşistlik biraz daha etkili olmaktadır. Batıda da zenofobi var, tekrarlayalım.

*Aydın’ı CHP yönetiyor. Ak Parti de güçsüz değil. Yalnız buranın CHP’lisi MHP’liden az biraz ileridedir. Rakıyı açıktan içer MHP’liye göre. Buranın CHP belediyesi Adnan Menderes’i anıyor. Siz astınız onu? Din görevlileri haftasını kutluyor. Meydana Alparslan heykeli dikiyor. İsmet Sezgin parkı var. 15 Temmuz’u anıyor vs. Kafalar karışık. Milliyetçilik konusunda aralarında hiçbir fark yok. Rakıyı açıktan mı içeceğiz, gizliden mi içeceğiz?

*Dindar yaşam atmosferi hiç hissedilmiyor. Var elbette öyle tipler ama Sultanbeyli gibi, Konya gibi, Üsküdar gibi, Samandıra gibi bir bölge pek yok.

*Tekel bayileri gırla. Ve İstanbul’da bulunmayan tombul Efes’ler buralarda var. Anadolu Grubu onu sadece İstanbul’dan çekmiş sanırım. Anadolu Grubu, Gerze’ye termik santral yapmak istediği için bir dönem hepimizde “Tuborg Solculuğu” dönemi oldu. O dönemlerde kendisini dışladım ben de. Tuborg’u da sevmekle beraber tombul Efes’i de severim aslında. İlk göz ağrımız.

*Hastaneler burada nasıl? İstanbul kadar kalabalık değil ama orası kadar alternatifli de değil.

*Çocuk yetiştirmek için ideal bir şehir. Çocuk buranın yerlisi gibi olmasın diye özel çaba da sarf etmek gerekecektir yalnız.

*Bizim mahalleyi seviyorum. Buranın en iyi mahallesi. Sitede, 150 m2 evde oturuyoruz. Böyle evlerde oturabilmek için buraya geldik zaten biraz da.

*Evimiz 11. Kat. Yüksek evi ben çok sevdim. Manzara çok iyi. Deprem korkusu nedense bende hiç yok. Bir gün deprem olacak da öleceğim diye hiçbir zaman aklıma gelmiyor. Öküz gibi bir insanım.

*Okullar iyi genelde. Ama burada ciddi bir öğretmen fazlalığı var. Herkes buralara gelmek istiyor. Gelen de gitmiyor. Ege ve Akdeniz kıyısı şehirlerde öğretmen fazlalığı var. Puanlar tayinler için yeterli olamayabiliyor. Tayin istemek isteyenler bunları iyi araştırsın.

*Burada öğretmen fazlalığı olduğu için ek ders ücretleri de pek iyi değil. Ben 16 saat derse giriyorum. Gerçi ben daha fazla derse girmek istemiyorum. Benim için çok iyi bu. Ücretsiz izine çıkmış gibiyim.

*Trafik mi? J)

*Coğrafi konumu çok iyi. Her yere yakın. Günü birlik birçok deniz kenarı bölgesine gidebilirsiniz. Burada karavancılık yapılır. Size ayak uyduracak bir kadın varsa çadırcılık da yapılır ama çadırcılık işi kadınlara göre değildir pek. Küçük çocukla da çadırcılık yapılmaz. Buradaysanız tatile gitmek için bütçe ayırmanıza gerek yoktur.  

*Antik kentler açısından çok zengin. Ama ben buraya gelmeden önce buradakilerin hepsini zaten gezmiştim. Şimdi yakın çevredekileri geziyorum. Onlar da bir, iki seneye biter zaten.     

*Başka… Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Soruları olanları cevaplayabilirim.

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Bana Göre Hikaye Olan Şeyler 1

*Farklılaştırılmış eğitim modeli.

*Kadın, erkek eşitliği.

*Demokrasi.

*Bireysel dik duruşlar (mavi kapak biriktirme, kese kâğıdı kullanma, paketli gıda yememe, Mado’ya gitmeme vs.)

*Eşitlik ve özgürlük mücadelesi.

*Yoga, meditasyon, mindfulness, Karma, enerji felsefesi vs.

*Tek adamcılık eleştirisi.

*Vatan, millet, bayrak.

*Allah, kitap, din, iman.

*Şehit olmak.

*Sağlıklı beslenme.

*Yeşilaycılık.

*Kursaktan tek lokma bile haram lokma geçmeyecek prensibi.

*İdealist öğretmenlik.

*(Başkalarının faydası uğruna) çalışkanlık.

*Atatürk’ün allahlığı.

*Tektipçilik eleştirisi (sanki kendisi iktidara gelse çeşitli yollarla bunu yapmayacak…)

*Fakirlik ve nostalji övgüsü.

*Köy/lülük övgüsü.

*Veganlık, vejetaryenlik.

*Araba karşıtlığı.

*Teknoloji karşıtlığı.

*Önemli olan iç güzellik.

*Bir yaşlıya sadece yaşlı olduğundan dolayı saygı duymak.

*Batı düşmanlığı, Doğu hayranlığı. Abartmamak koşuluyla… Batı Doğu’ya üstündür.

*Abartılmış hayvan severlik.

Devam edebilir…

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

2002 Ekim’ine Kadar – İkinci Bölüm

8. sınıfları buldum ve kapıdan içeri girdim…

İlk kez öğretmenlik yapacaktım. Pardon, üniversite üçteyken bir aylık bir bağlama kursu öğretmenliği tecrübem vardı. Bağlamayı iyi çalmamam ve nota bilmeme rağmen hocalık yapacak birisi değildim kesinlikle. Zaten kovulduğum tek iş oldu o iş. Öğrenciyken çalıştığım bütün işlerden istifa ettim ve patronlar peşimden koştu sonrasında… Fakirliğin ABV! Sürekli çalış, sürekli çalış!

Dönelim öğretmenliğe… Bu yazının öncesinin öncesindeki yazıda bahsettiklerimden bir daha bahsetmek istiyorum. Bu hayat hiçbir şeyi fazla ciddiye alacak kadar kıymetli, değerli ve güzel değil! Öğretmenlik de böyle bir şey. Hiçbir zaman sınıfta yatmadım ama hiçbir zaman olmayacak duaya amin de demedim. Bunu doğru bulmuyorum. Büyüyünce sıradan (veya o dönemin diyelim) Anadolu insanı olacak çocuklar için fazla ütopik düşüncelere girerek olmayacak şeyleri başarmak için çırpınmanın manası yok. Öğretmenlik öncelikle bir iletişim işidir. Bunu iyi kurabiliyorsanız yapabileceğinizin en iyisini yapıyorsunuz demektir. Öğretim konusunda ise siz başrolde değilsiniz ne yazık ki! Aile, toplum ve devlet başrolde. Bunları aşarak bir şeyler başaramazsınız. Mücadele falan etmeyin… Yenileceksiniz, bu kesin. Tek başına bir insan, 40 yıllık bir çalışma süresince aile, toplum ve devleti yenemez. Bütün öğretmenlerin bu düşünceye erişip topyekûn savaş açacağına ne kadar inanıyorsunuz? Hadi siksen olmayacak olan bu şey oldu diyelim, bu öğretmenler statükoyu yenebilirler mi? O yüzden, böyle gelmiiş, böyle gideer! Bu toplumun ulaşabileceği en yüksek mertebe olacak olan götü boklu CHP iktidarı da bir şekilde ve bir gün siz kendinizi parçalasanız da gelecek parçalamasanız da…

O yüzden hiçbir bireye travma yaşatmadan, o ortamda yapabileceğinizin sınırlarını görmeye çalışın ve onu yapmaya çalışın derim öğretmenlere. Ben bunu yaptım. Renkli ve farklı bir insan olduğumu için öğrenciler beni hep sevdiler. Bu sevgiyi fazlasıyla hissettirdiler ama öğretmenler odasında ise hep duruma ve adamına göre davrandım. O yüzden kimileri beni somurtkan, sessiz, soğuk bulur kimisi bulmaz…

Öğrencilerin beni sevdiklerini ilk kez o 8. Sınıfta hissettim. İnanılmaz bir şeydi. Sınıfa girdim. SA, AS… Konuşmaya başladık. Tüm renkli ve samimi halimle konuşuyorum. Bir süre sonra çocuklar ne söylersem alkışlamaya başladılar! Nihayet “Alkış yok!” demek zorunda kaldım. O ilk ders öğrendiğim bir diğer faydalı şey de bu oldu: Kendinden emin olan ve orospu çocuğu olmayan öğretmen sınıfa hakim olur ve verdiği komutlar uygulanır! Biraz ders de yapayım dedim. Kitaplarına baktım. Bir gramer konusu işledim. Öğretmenlik hayatım boyunca hep yaptığım şeyi de o gün ilk kez yaptım: MEB kitaplarındaki alıştıramalar yetersiz ve kötüdürler. Kendim sorular ürettim tahtada. Okuldaki ilk günüm bu şekilde geçti.

Okul bittikten sonra yine öğretmen servisiyle Gerze’ye geldim. Saat 16.00’dan 17.00’ye kadar Gerze’de yapılabilecek her şeyi tükettim ve her zamanki gibi eşyasız evime gittim. Tek eşyam olan çekyatımın üzerinde “düşünme” eylemini yapmaya devam ettim. Gazete almışımdır. O yıllarda Gerze’ye gazete hafta sonları bir gün sonra geliyordu. Üç ana akım gazeteyi alıp her şeyini okuyordum.

BİLGİSAYARIM

Bir hafta sonra eşyalarım gelmişti. Ve tabii ki de bilgisayarım. Çok uzun yıllar boyunca eve girer girmez bilgisayarımı ve de Winamp’ı açardım. Listedeki binlerce parçayı karışık çalardım. Sanırım bu olaydan İstanbul’a gelince vazgeçtim çünkü orada bilgisayarımı salona değil de odaya almıştım. Winamp açar ve de FİFA 2001 oynardım. EA Sports’un FIFA oyunlarını 2005’e kadar oynadım çünkü o tarihten sonra bilgisayarım açmaz oldu oyunları. Şu anda çalıştırsa şu anda da oynarım. Bilgisayar futbol oyunlarına Tuna büyüyünce geri dönmeyi düşünüyorum.

Artık canım sıkılmıyordu. Zaten hiçbir zaman canım sıkılmaz benim. Cansız şeyler insanlardan daha çok ilgimi çektiği için hiçbir zaman canım sıkılmaz ve hiçbir zaman “yapacak bir şey bulamıyorum” demem. Doğrusu budur demek istemiyorum. Sosyalleşmek insanlar için önemli. Benim için değil. Bu şansım mı şanssızlığım mı emin değilim.

Sosyalleşmenin hiçbir zaman peşinde olmadım ama bir şekilde hep gidip onu buldum. Veya o beni buldu. Gerze’de de buldu. O konuya geçmeden önce maddiyattan bahsetmem gerekecek.

PARA VAR HUZUR VAR

Yazının başlığı “2002 Ekim’ine Kadar” Bu keskin dönüşümün önemli bir ayağı da maddiyattan geliyor. 2002 Ekim’ine kadar ağır fakirlik yaşamış, istediği şeyleri alamamış, sürekli part time çalışmak zorunda kalmış bir gençtim. İlk maaşım hatırlıyorum 400 “milyondu”. Memurluğa ilk başladığınızda bir buçuk maaş alıyorsunuz. 600 “milyon” aldım. Bir de eğitim-öğretim tazminatı diye öğretmenlere eylül ayında yapılan ödeme var. Sanırım 175 milyondu. Bana bazı akrabalarım da giderken para vermişlerdi. Yani cebimde bir “milyar” vardı. Bu benim için inanılmaz bir şeydi.

İstediğimi alıyordum. İstediğimi yiyip içiyordum. Görmemiş olduğum için saçma şeyler de yaptım. Örneğin Sinop merkezdeki bir dükkanın vitrininde gördüğün Adidas ayakkabıya bir maaş kadar parayı verdim. Çok yanlış bir hareketti.

Bir de ilk olarak gidip bir CD yazıcısı aldım… O yıllarda CD yazıcısı sahibi olmak büyük bir ayrıcalıktı. Benim için ütopik bir şeydi. En çok ne istersin deseler onu söylerdim. Artık gidip babalardan kız isteyebilirdim. CD yazıcım var, he he heeeeeyt! Ver ulan kızlarınızı! Kimse hayır diyemezdi. Maaşın yarısını vermiştim ama hiç pişman değildim. CD’lerini kopyalayacağım pek kimse olmasa da etrafta…

FORMAT

İnsan mecbur kalınca her şeyi yapar. Ankara’dayken bilgisayarıma format atmak gerekirdi zaman zaman. Bilgisayar bölümünde okuyan arkadaşlarım olduğu için onlara attırırdım. Gerze’ye eşyalarım gelince bilgisayarımda bir sorun oluştu. Kasayı ilçedeki tek bilgisayarcıya götürdüm. Çok ufak bir işlem için ücret aldı. Sonra arıza tekrarlandı ve bilgisayara format atmak gerekti. Ben de iş başa düştü diyerek hatırladıklarım kadarıyla formatı kendim attım. Bilgisayar sık sık tıkanıyordu ve format atmak gerekiyordu. Kendim atıyordum.

Öğretmenlik nasıl gidiyordu? Çok keyif alıyordum. Hala da öyledir gerçi. Sınıfta aşırı piç bir öğrenci yoksa derse girmekten keyif alırım. O bölgede aşırı piç bir öğrenci yoktu. Herkesin birbirini tanıdığı ufak yerlerde aşırı uç davranışlar kolay kolay görülmez. Adalet Ağaoğlu’nun “Hayır” romanında karşımıza çıkan “Büyük Uyum”un biraz daha küçüğü bu bölgelerde kendisini hissettirir. Ömür boyu beraber yaşayacakları kesin olan bu insanlar birbirlerini idare ederler. Bazen birbirlerinin karılarına kocalarına göz koyarlar, her şey herkesçe bilinmesine rağmen gemileri yakmazlar. Çünkü bunu yapmalarının maliyeti büyüktür. Mütegallibe denilen parası ve statüsü olan ve onu insanları ezmekte kullanma konusunda hiç tereddüt etmeyen insan sayısı da çok fazla değildir. Bu yüzdendir ki küçük yerlerdeki sınıflarda aşırı piç öğrenci pek sık görülmez. Keyif alıyordum.

Bambaşka hayatıma alışmaya çalışıyordum. İstediğim her şeyi alabilecek olmak beni çok mutlu ediyordu. Daha bir sene önce parasızlıktan Ankara Kızılay’dan mahalleye yürümüştüm. Radikal bir değişiklikti. İnsanların sevgisi ve saygısı hiç görmediğim kadardı. Öğrencilerin sevgilerini hissediyordum. Öğretmen ve idareciler arasında da yavşak, negatif enerji yayan kimse yoktu. Sağcılar bile makul tiplerdi.

SİYASET

2002 Ekim yılında hükümette Anasol-D vardı. MEB DSP’nin elindeydi yani eğitim-sen’in. Solcular (rakıyı gizlemeden içen Atatürkçüler yani) birbirlerine torpil yapıyorlardı. Dikmen’de bir ilçe milli eğitim müdürü vardı. İtici bir adamdı. Bu adam ilçedeki Türk-Eğitim-Senlilere zulüm ediyordu. Yani mobbing yapmaya kalkıyordu. Türk-Eğitim-Sen yani dinciler ve milliyetçilerin sendikası. Onlara mobbing yapıyordu ve sevilmiyordu. Bir kere merdivenden inerken yanımızda yürüyen ve apolitik olan bir öğretmeni ellerini cebinden çıkarması için uyardı. 24 Kasım günü öğretmenevinde bir etkinlik olacaktı. Solcu (yani rakıyı açıktan içen Atatürkçü) şube müdürü beni de davet etti. Gittik. Çok az insan vardı. Gerze’den gelen bağlamacı öğretmen Semih ile orada tanıştım. Daha sonra sosyallik adına beni ortamlara sokacak olan Semih ile. İyi bir arkadaştı. Beraber çok saz çaldık. Hatta onun okulu için bir koro çalışması yaptık ve konserler verdik. Bu etkinlikte içki de vardı yanlış hatırlamıyorsam. Mobbingci öğretmen yanıma geldi ve benim Alevi olup olmadığımı anlamaya yönelik bir sohbete girişti. Kafası da iyiydi. “Ben Alevileri severim” falan diyordu.

Bu etkinlik 24 Kasım’da olmuştu yani 3 Kasım 2002’den 22 gün sonra!

Ne oldu o gün? Ak Parti tek başına iktidara geldi!

Ak Parti’den eğitime ideolojik saikleri olmadan yaklaşmasını beklemiyorum. Bunu kim olsa yapacaktı ama AKP’nin bu saikler uğruna birçok iyi şeyi mahvettiğini de düşünüyorum. Ve bunlar ideolojik değil teknik şeyler. Yani eğitimin içine etti. Eski burnu havada, tektipçi, Atatürkçü eğitim sisteminin (bu arada ölmedi, yakında hortlayacak zaten) de hayranı değildim ama “teknik anlamda” birçok iyi şey yok edildi Ak Parti tarafından.

3 Kasım günü büyük bir şok yaşamıştık hepimiz. Kaygı duymaya da başlamıştık. 4 Kasım günü olanlar hiç aklımdan çıkmıyor. Öncesinde dinci ve milliyetçi öğretmenler öğretmenler odasına girince merhaba veya günaydın derlerdi. Bu konuda yazılı olmayan bir baskı vardı üzerlerinde. 4 Kasım sabahı din öğretmeni kapıyı açtı ve içeri provokatif bir edayla “Selamıııın Aleyküüm” diyerek girdi. Meşhur Kemal Sunal filmindeki replikte dendiği gibi, “Biz adama bilezik gibi geçiririz” der gibiydi. Ben hiçbir şey demedim. Bazı solcu (açıktan rakı içen Atatürkçü) öğretmenler aleyküm selam dediler.

İlçe MEB müdürü bir ay kalmadan gönderildi. Sağcılar hemen her yere müdür ve müdür yardımcısı oldular. O din öğretmeni iyi ve samimi bir adamdı. Saadetçiydi ama vicdanlı bir adamdı. Karadenizli olduğu için de deli doluydu. Şimdi baktım da ilçe MEB müdürü olmuş Dikmen’e. Yaklaşık 30 senedir Dikmen’de yaşıyor.

Ben o aralar zaten apolitik bir tiptim. Dolayısıyla bu değişiklik benim hayatımı herkes kadar etkiledi. Seçimlerde ben de CHP’ye oy vermiştim, Ak Parti gelmesin diye.

ÖZLEM MEYHANESİ

3 Kasım’dan üç gün sonra yani 6 Kasım’da Özlem Meyhanesi’ndeydim.

Burayı severdim. Tesadüfen bulmuştum burayı. Daha doğrusu Lig TV aboneliği olan bir yer ararken bulmuştum. Bir yıl önce Gençlerbirliği’nin bütün maçlarına gitmiştim. Zaten 2011’e kadar GS benim hayatımdaki en önemli şeylerden biriydi. 2002 yılında Gençlerbirliği Ersun Yanal yönetiminde şampiyonluk mücadelesi veriyordu. Ankara’da olamadığım için hayıflanıyordum. GS’nin maçlarını izlemek o bambaşka hayatımdaki en güzel anlardandı.

Özlem Meyhanesi’ne gider, sobanın yanındaki masaya otururdum. Önden bir bira söylerdim. Tombul Efes gelirdi. Birinci bitmeye yakın bir Arnavut ciğeri söylerdim. Çok keyifli gelirdi onu yemek. Sonra bir bira daha. Fakat o sene GS ikinci olmasına rağmen tarihteki yani benim taraftarlık tarihimdeki ilk, berbat GS idi. Eski ürkütücü takımdan eser yoktu. Oyuncular sıradanın da sıradanıydı. Son gün alınan Cristian adlı forvet Hakan Şükür’e alışmış bizler için skandal bir transferdi. Yine de taraftarlık işte böyle bir şeydi. Güzel bir şeydi yani. Bu sikko hayata biraz güzellik katan bir şey. Hatta taraftarlığın otomatikman yüklediği mantık dışılık bile güzeldi. Maçları izliyor ve eğleniyordum.

6 KASIM FACİASI

O gün de yukarıda yazdığım üzere ÖM’deydim. FB-GS oynayacaktı. Normalde pek kalabalık olmazdı meyhane ama derbi zamanları çok kalabalık olurdu. Benim masa doluydu. Sandalyeye oturmuştum. Üç gün önce AKP tek başına iktidar olduğu için dağılmış vaziyetteydim zaten. Bunun üstüne FB de bizi 6-0 yenince yani tarihi fark atınca dünyam alt üst olmuştu. 4-0’dan sonra olacakları hissettiğim için dayanamamış ve çıkmıştım. Eve gidince 6 olduğunu görmüştüm. Benim için berbat bir gündü. Ertesi gün o FBli din öğretmeninin sokacağı lafları düşünüyordum. “Bir hafta da size iki kere nasıl geçirdik” cümlesini gözleriyle iletecekti.

Olursa Ekim’e kadardı! Yani eski hayatın devamı… Ama olmadı… Ekim’den sonra bambaşka hayat başladı. Her şehir değişikliği bambaşka hayatlar getirdi. Bakalım bu Aydın değişikliği de bunu gerçekleştirecek mi? Şehir değiştirmeye bayılırım. Yenilik nosyonu beni cezbeder. Eskileri satmadan yeni şeylere atılmaya bayılırım. 2002 Ekim’inde çok farklı bir denize daldım. O günleri yazmak istedim. Arşiv amaçlı… Bir de, belki Tuna da ilgilenir büyüyünce…

Not: Hızlı yazdığım için yazım yanlışlarını dönüp de düzeltemeyeceğim. Budur yani!

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

2002 Ekim’ine Kadar – Birinci Bölüm

Evet, 2002 Ekim’ine kadardı…

Öncesindeki hayatım bu tarihten sonra bambaşka olmaya başlamıştı…

“27 Eylül 2002” başlıklı bir yazı yazmıştım ve öğretmenliğe başladığım gün olan o günün birkaç gün öncesini (arşiv amaçlı) yazmıştım. 27 Eylül 2002 günü bir haftalık izni almıştım ve Ankara’ya gitmiştim. Sonrasında gelen Ekim ayı ve onu takip eden Kasım ayında neler olduğunu (arşiv amaçlı) yazıyorum şimdi de…

Ankara’daki günlerim hızla geçmişti. O tarihlerde Ankara’ya aşıktım. Oradan hiç ayrılmak istemiyordum. Ölene kadar orada yaşamak istiyordum. Sonra bu düşüncelerimi ciddi bir şekilde sorgulayacaktım. Ankara aşık olunacak belki de son şehirdir.

Akrabalarım bana veda yemekleri düzenlediler. 5 Ekim Cumartesi günü Ankara AŞTİ’den yine Samsun üzerinden Sinop’a gittim. Çorum Sungurlu’daki Mavi Ocak tesislerindeki muhteşem çorbadan içtim. Yine sabah 05.00’e kadar gözümü kırpmadım. Artık yolu biliyordum. Ürkütücü doğa beni ürkütmüyordu artık.

Çantamda bir tane takım elbise, diğer kıyafetler ve de bir adet patates kızartma tenceresi vardı! O takım elbiseyi hatırladığım kadarıyla maaşımın üçte birine, taksitle almıştım Ankara’dan. Gelelim patates kızartması tenceresine… Benim yaşımda olup da benden daha çok PK yemiş biri olamaz diye düşünüyorum. Lise artı üniversite, neredeyse her gün! Bunda annemin bize öğle yemeği yapmaması da etkilidir. Benim de tek bildiğim yemek PK idi ve bayılıyordum. Hala öyle gerçi. Patatesle ilgili her şeye bayılıyorum. Öğretmen olarak atandığımda tek bildiğim ve de bayıldığım yemek PK idi ve onun için yanımda fritöz gibi o şeyi götürmüştüm.

Bu sefer Sinop merkezde inmedim de Gerze ilçesinde indim. Bu arada ben 4 Ekim Cuma sabahı Gerze’ye inmiş olmalıyım çünkü o gün oranın pazarı vardı ve o ilçe o gün çok canlı oluyordu. Sabah indim. İlçedeki tek lokantada bir şeyler yedim ve hayatın başlamasını bekledim.

Hayat başladı ve ben ilk olarak kiralık bir ev bulmalıydım. Hayatımın %86’sından dolayı pişmanım. Hayatım hatalar hayatıdır. Evlenene kadar tuttuğum bütün evleri yarım saatte tuttum ve hepsinden de sonra pişman oldum. Yarım saatte tuttuğum ilk ev/ilk evim Sinop Gerze’de tuttuğum evdi. Oysa ev insan hayatındaki en önemli şeylerden biriydi ve maddi olarak durumunuz çok kötü değilse evi iyice düşünüp taşınıp tutmalısınız. Hayatımda ilk defa maddi olarak durumum çok kötü olmayacaktı artık ama ben o duruma hala adapte olamıyordum. Bu maddiyat konusuna geleceğiz. Birinci yazıyı nasıl bitirmiştik: “Fakirliğin amk!” (27 Eylül 2002, Baran Doğan, satır 1557)

Yalandan bir, iki sokak gezdikten sonra bir berberin önüne geldim ve “Kiralık Ev” ilanını gördüm. İçeri girdiğimde beni çok iyi karşıladılar. Öğretmenliğin ne kadar itibarlı ve kapı açıcı olduğunu o gün ilk kez gördüm. Siz bakmayın, öğretmenin itibarını yere serdiler falan dediklerine. Hala ikinci en prestijli meslektir ve bütün kapıları açar. Berber Durmuş iyi birine benziyordu. Beni iyi karşıladı ve evi göstermeye götürdü. Arabasına bindik ve üç dakikalık bir mesafe giderek eve ulaştık. Üç katlı bir aile apartmanının giriş katıydı. 2+1 idi. Bakımlı sayılırdı. Hemen ikna oldum ve evi tuttum. Evle ilgili sıkıntı şuydu ki Gerze’nin o ünlü yokuşunu çıkmak zorundaydım eve gitmek için. Yokuşlu memleketleri hiç sevmem. Günde dört saat zevkle yürüyebilirim ama 15 dakikalık yokuş bana intiharı falan düşündürür. Arabayla gittiğimiz için yokuşu fark edememiştim ve o yokuş benim bir sene boyunca sosyal hayatımı etkiledi.

Evi tuttum. Eşya lazımdı. Hemen aşağıya çarşıya indim ve bir bekar (erkek) klasiği olan çekyatı aldım. İki üç tane de demir oturak. Onları 16 sene, evlenene kadar kullandım… Her yere benimle geldiler. Bana Ankara’dan bazı eşyalar kargoyla gelecekti. Eniştem beleş bir kargo olayı ayarladığı için kargonun gelmesi bir haftayı bulmuştu. O bir hafta boyunca evde çekyat üzerinde yattım. Daha doğrusu o evi o çekyatla paylaştım. Ne perde, ne tv, ne bilgisayar, ne kap kaçak, hiçbir şey yoktu. Okuldan eve geliyordum ve oturuyordum. Biraz çarşıda oyalanıyordum ve 17.00 gibi eve gelip evde “düşünüyordum”. “Tutunamayanlar” romanında karakter “düşünmek” için bir ev kiralıyordu. Bu bölümü unutamıyorum. Ben o olayı gerçekleştiriyordum işte. İnsanlar ikiye ayrılırlar: çok düşünenler, çok düşünmeyenler. Baran Doğan

Bu arada hemen çamaşır makinesi olayından bahsetmeliyim. O ilk günlerde birkaç gün elde çamaşır yıkadım. Daha önce böyle bir şey yapmadığım için nasıl yapılacağını da pek bilmiyordum. Neyse yaptım ama nefret ettiğim bir iş oldu. hemen gidip bir çamaşır makinesi aldım. Gerze çarşıda bir Arçelik bayisi vardı. Senetle bir ÇM aldım. Fiyatı maaşımın dört katı falandı. Tayyip gerçekten haklı “Biz geldiğimizde her evde çamaşır makinesi yoktu.” ÇM o yıllarda çok pahalı bir şeydi. Ama yapacak bir şey yoktu. Neyse neydi… Senetle aldım makineyi ve makine üç, beş gün sonra geldi. Nalet olsundu elde çamaşır yıkamaya! Yıkadığım da bir gömlekti. Bu arada tek takımla olmayacağını hemen anladım. Bu arada bir iki hafta sonra ilginç bir şey olmuştu ve o esnada Ankara’da olan Dikmen kaymakamına elden bir belgenin verilmesi gerekiyordu, ben de Ankaralı olduğum ve oraya gitmeye can attığım için bana Cuma günü için izin vermişlerdi ve ben Ankara’da kursta olan kaymakamı bulup ona belgeyi elden vermiştim. O yolculuk esnasında hemen ikinci takımı da aldım.

Neyse dönelim ilk günlere… Eşyalarım da bir hafta sonra gelince her şey tamam olmuştu. Yatağım gelmişti, artık çekyatla ilişkimizi sonlandırdık. O asıl görevine döndü yani üzerinde oturulmaya veya başka şeyler yapılmaya… Tencere tava gelmişti ama ben yine PK yemeye devam ediyordum. Ufak ufak hazır çorba, sucuklu yumurta falan yapmaya da başladım. Tost makinesi aldım. Evden kolayı eksik etmezdim. Bilgisayarım gelmişti. O çok önemliydi. Tv kartımdan tv izleyebiliyordum. MP3 arşivimden müzik dinliyordum. O yıllarda takıntılı düzeyde bağlı olduğum hobim (her zaman böyle bir şeyim vardır) müzik idi. Yani halk müziği. Ve Türk filmi izlemek. Kitap okumazdım. Artık ev ev gibi olmaya başlamıştı.

İhlas şofbeni ve ihlas ısıtıcıyı saymazsak… Allah varsa belalarını versin. O İhlas şofben mahvetti beni. Birinci kademede duş alamazsın. Üçüncü kademenin altına sıcaktan giremezsin. İkinci kademe ise öldürmez süründürürdü. Çok az akardı ve suyun değmediği yerleriniz donardı. Isıtıcı ise ona bakan tarafınızı yakar, kavururdu. Buna karşın sırtınız ise donardı. Allah varsa ikisinin de belasını versin. Sinop iklimi beni kötü etkiliyordu. Çok çok üşüdüm Sinop’ta. Sinop’un iklimini seveyim!

Evdeki ilk günleri geçelim ve okuldaki ilk günlere gelelim… 7 Ekim 2002 Pazartesi günü sabah öğretmen servisiyle Gerze’den Dikmen’e gittim. Okula gittim ve müdürle tanıştım. Müdür ısrarla nereli olduğumu o yerin neresinden olduğumu anlamaya çalıştı. O yıllarda Kürt ve Alevi olduğumuzu gizlemek refleksine sahiptik. Hepimizi öyleydik. Şu anda da öyledir ama ben şu anda hiç çekinmiyorum. Bu iki kimliğe hayran değilim ama onları (soran olursa) herkese ifade edebilirim. Neyse ki müdürün oralarda son günleriydi de gerilmemiştim. Sivas’ta çalışmış biri olarak benim gizlemeye çalıştığım şeyleri dakikasında anlamıştı.

Okula gittiğimde okulda bir İngilizce öğretmeni daha olduğunu gördüm. Hatta bir sene önce benim bölümümden mezun olmuş bir kızdı. Kendisini tanımıyordum. Orada gördüm. Tarih Ekim 2002. MEB DSP’nin elinde. Eğitim-sen iktidarda yani. Herkes eğitim-senli. Dinciler ve milliyetçiler Türk-eğitim-senli. İki sendika var. Nereye geliyoruz? Bu kıza eğitim-sen torpil yapmıştı. Normalde il içi tayin istemek için iki yıl çalışmak gerekiyordu. Nasıl oluyordu da bu kız bir sene Dikmen’de çalışıp Sinop merkeze geçebiliyordu? Çünkü sevgilisi eğitim-sen’de önemli bir adamdı ve onu torpille merkeze aldırmıştı. Yerine de beni vermişlerdi. Kaderin cilvesine bak! İşlerin böyle yürüdüğünü bilseydim eğitim-sen’den en kral torpili ben de bulabilirdim. Ve o ilk yazıda bahsettiğim üzere, atanacağıma emin olduğum merkezin en iyi okuluna gidebilirdim. Ankara İncirli’deki eğitim-sen çok girmiş çıkmış biri olarak bir torpil çaktıramamıştım ve üstüne, onların mağduru olmuştum! Kızla tanıştım. Hiçbir şeyden haberim olmadığı için bir şey de sormadım. O gün ilişiğini keseceği için aynı okulda aynı anda iki öğretmendik. Bana o gün öğretmenler odasında oturmamı söylediler.

Ben ise öğretmen olarak ne yapacağıma dair hiçbir fikrim olmadığı için onunla derse girip, ortamı gözlemlemeyi talep ettim. Kabul etti. İlk iki ders 6. Sınıflaraydı. Derse girdim ve arka sırada oturarak ne yaptığına baktım. Bana kolay gibi göründü öğretmenlik. İkinci dersten sonraki teneffüste o kıza bir telefon geldi ve onu ilçe MEB’e ayrılma yazısını almaya çağırdılar. Gitmem gerek deyip gitti…

Ne yapacaktım? 8. Sınıflaraydı ders. Bunu biliyordum. Zil çaldı. Herkes gitti. Öğretmenler odasında yalnız kaldım. Kimseye bir şey sormadan yukarı kata çıktım. 8. Sınıfları buldum ve kapıdan içeri daldım…

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.    

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Sadece 752 Kişinin Bildiği Bir Kaset: Göç Yolları 1

Evet, bu kaseti sadece 752 kişi biliyor! Bu muhteşem kaseti…

Eskiden çok iyi bir kaset satın alıcısıydım (cassette buyer)…

2000’li yılların ilk yarısında internet ve EmPeÜç (karşı) devrimi yaşandı ve kaset dönemi bitti. Müzik üretimi ve hatta melodi üretimi bile sekteye uğradı. Bugün bazen yeni şarkılara denk geliyorum da hiç beğenmiyorum. Genellikle ritm ve altyapıyi öne çıkaran melodik boyutu çok fakir eserler. Neyse bana ne!

Benim bahsedeceğim kaset bir halk müziği kaseti… Popüler müziklerin başına gelenler bu yazının konusu değil.

Halk müziği iletişim olanaklarından yoksun dönemlerde, kırsal kesimlerde, anonim süreçler sonucunda var olmuştur bir müziktir. Bu üç özellik de artık söz konusu olmadığı için bildiğimiz anlamda bir klasik müzik üretimi yoktur. Yapmaya kalkarsanız zorlama olur. Yani Resmi Instagram hesabından videolar paylaşan bir müzisyen çeşme başında bir güzel görüp de ona vurulduğunu yazsa bu, anakronizm kaçar.

Bu muhteşem kaset 1998 yılında çıktı. O tarihte bildiğimiz anlamda bir türkü üretimi belki hala bir yerlerde vardı ama çok azalmıştı, bu kesin. Türkü kaseti yapmak ise altın çağını yaşıyordu. Müzisyenler her iki senede bir çok iyi kaset çıkarmak zorundaydılar. Bu kasetlerde boş parça pek olabilemezdi. Müzisyenlerin kazandıkları paranın önemli bir bölümü kasetlerden geliyordu. 1997-98 yıllarında bir halk müziği takipçisi olarak efsane kasetler almıştım. Gülün Kokusu Vardı, Kardeş Türküler, Erdal Erzincan Garip, Türküler Sevdamız, Hasan Yükselir Su Türküler, Cengiz Özkan Kırmızı Buğday, Arif Sağ Concierto for Baglama, Okan Murat Eski Havalar… Gece gündüz teybimle bu kasetleri dinlerdim. Yatmadan önce bir kaset koyar uykuya öyle dalardım.

Gelelim muhteşem kasetimize… Konservatuvar mezunu ve daha önce iki solo albüm çıkarmış bir müzisyen olan Erol Parlak 1998 yılında “Göç Yolları 1” adlı kaseti çıkardı…

Erol Parlak’ın sesinin büyük bir hayranı değilim ama bağlama çalma tarzının büyük bir hayranıyım. Birçok konserine gittim bugüne kadar. Bir kere söyleşisine de gittim ve sırf onunla konuşmuş olmak için bir soru da sordum. Şu anda soruyu hatırlamıyorum ve o sorunun cevabı için yanıp tutuşmuyordum. Bağlama çalma konusunda starlarımdan biridir. Kendisi şu anda Ankara’da yeni açılan Halk Müziği Üniversitesi’nin rektörü. Erdoğan’dan ödül aldı. Danışman İbrahim Kalın’la düet yaptı. Kendisinin yandaş olduğunu öne sürenler var. Hiçbir zaman AKP’ye oy verdiğini tahmin etmiyorum. Sanatla uğraşan birisi Ak Parti’nin gönülden, inanarak, hevesle destekçisi olamaz diye düşünüyorum. Ama çıkar için orada görünebilir. Sanatçılar aşmış insanlar değildirler. Birçok arıza barındırırlar bünyelerinde. Ben; iki, üç skandal suçu (tecavüz, çocuk istismarı vs.) işlememişse sanatçıların ne yaptıklarıyla ilgilenmiyorum. Erol Parlak bağlamada bir “auteur”dur.  

Bu kasetin ikincisi hiçbir zaman gelmedi.

Çok iyi bir casette buyer olarak her hafta Ankara Karanfil Sokak’ta bulunan Ada Müzik’i ziyaret ederdim. Şimdi KPSS kitapları satan bir yer. Bu kaseti de görmüş ve hemen almıştım.

ŞELPE TEKNİĞİ

Şelpe tekniği denen şey yani el ile bağlama çalmak… Bağlamanın en zor tekniği değildir ama öyle bilinir çoğu insan tarafından. Bu teknik geleneksel olarak vardır. Üç tele birden yukarıdan aşağıya vurarak da vardır, örneğin Aşık Nesimi Çimen; klavya üzerindeki notalara parmakla basarak da vardır, örneğin Fethiyeli Ramazan Güngör. Bu tekniği ilk olarak 90’lı yılların başında Hasret Gültekin ve (Devrimci) Arif Sağ popüler etmiştir. Hasret Gültekin yaşasaydı bence çok büyük bir usta/ekol olacaktı (ve elbette Doğu Perinçek’in partisinden istifa edecekti…) Arif Sağ “Umut” adlı parçasında yine devrimciliğini konuşturmuştu ve parçaya yaklaşık 6, 7 dakikalık intro eklemişti ve o introda şelpe vardı.

Bu arada şelpeyi daha sonra Erdal Erzincan şampiyonlar ligine çıkaracaktı. Bu işin BOAT’ı ve GOAT’ı Erdal Erzincan’dır. Bu albümden sonra o da Anadolu adlı şelpe enstrümantal albümü çıkartacaktı zaten.

Erol Parlak bu alanda da akademik çalışmaları olan biriydi ve Erdal Erzincan’dan sonra bu işin en iyisiydi. İlk albüm ondan geldi.

Eve gitmiştim ve hemen kaseti teybe koymuştum. O yıllarda yazının girişinde bahsettiğim kasetlerin bana yaptığını Göç Yolları 1 de yaptı ve allahımı kırdı…

Erol Parlak teknik olarak çok üst düzey şeyler sergilemekten ziyade geleneksel ezgileri şelpe tekniği ile yorumluyordu. Bu yüzden çok bilinen bir albüm değil. Çünkü o yılların bağlama çalan gençleri şov görmek istiyorlardı. Parça parça bakalım:

TAHTACI SEMAHI

Şu anda bir tahtacı köyünde öğretmenlik yapıyorum. Tabii çok değişmişler ve farklılıklarını yitirmişler. Şehre yakın olmaları da bunda etkili. Ama Torosların ücra köşelerinde ormancılık yapan Tahtacı Alevileri Orta Asya geleneklerini ve müziklerini 1980’lere kadar hala muhafaza ediyorlardı. Süha Arın’ın Tahtacı Fatma belgeselini izleyiniz. Bunların semahları Çorum Sivas yöresinin Alevilerinin semahlarına pek benzemez. Daha dinamik bir yapısı vardır bunların. Melodide birden bire başlayan alakasız bölümler sık görülür. Vahşi bir dağ çiçeği gibi bu parça. Erol Parlak da çok iyi çalmış. Üç telli bağlama var sadece. Eşlik eden hiçbir şey yok.

İSTANBUL TÜRKÜSÜ

Bu albümde bir iki parçada şovvari şeyler yok değil. Bu da onlardan biri. Bu parçanın büyük bir hayranı olmadığım için bu albümde olmasını yadırgamıştım. Parçanın içinde bir yere melodiyle alakası olmayan, klasik müzikvari bir yorum atmış Parlak. Çok başarılı elbette. Bu parçayı yıllar sonra Atina’daki bir tavernada dinlediğimde bu kaseti hatırlamıştım.

BOĞAZ HAVASI

İşte bu. Bağlama ailesinin en küçük üyesi olan parmak curası ile icra edilmiş olan nefis bir melodi. Fethiyeli Ramazan Güngör adlı efsanevi sanatçının eseri. Bir çığlık gibi. Vahşi bir çığlık. Göç yollarında çalınan bir eser. Yani arada sırada temposu değişiyor. Hareket etmek gerektiği zaman hızlanıyor, dinlenmek gerektiği zaman yavaşlıyor. Çok seviyorum.

AĞIR ZEYBEK

Anonim bir zeybek ezgisini üç telli bağlamayla çalıyor. Klavyeyi kullanmıyor, mızraplı zeybek tavrını eliyle icra ediyor. Çok çok çok iyi çalıyor. Temposu mükemmel. Duygu katımı mükemmel. Melodi de olağanüstü güzel.

ÇÖRTEN BOĞAZI

Boğaz Havası ile bunu hep karıştırırım. Aynı sanatçının başka bir eseri. Bu ikisini Xavi ve Iniesta gibi değerlendiriyorum. Ayrı ayrı tarihin en iyilerinden ama birlikte anılıyorlar sürekli.

GEL EFENDİM

Arif Sağ’ın Umut parçasındaki 6, 7 dakikalık introsundan sonra bu Alevi deyişi başlıyordu. Çok tekdüze bir eser. Bu kasette olmasını yadırgamıştım. Biraz tekrar gibi olmuş.

BOZLAK / AĞIR HALAY

Bu ikisini birlikte almak lazım. Bozlak adlı parça yaklaşık iki dakika sürüyor ve sonra Ağır Halay başlıyor. Parmağını mızrap gibi kullanarak bir bozlak açışı yapıyor Erol Parlak. Orta Anadolu müziklerine çok ilgisi vardır. En çok onlara ilgi duyar. Hatta ileride bir numaralı sazı orta telinde bam teli olan uzun sap, re karar saz olacaktı. Çok hisli çalıyor bozlağı ve ağır halay başlıyor. Sanırım ritm kullanılan tek eser. Davulu Arif Sağ çalıyor. Devrimci davulu çok iyi çalar. Parça büyük oranda Bugün Ayın Işığı melodisine sahip. Ağır Halay’ın son bölümü çok güzel bir hareketli melodiye evriliyor. O bölüm ayrı olarak biraz daha uzun icra edilse, mesela Gel Efendim yerine parça olarak kasete konsaydı daha iyi olurdu.

URFA SEMAHI

Zülfü Livaneli bu parçayı yorumlamıştı ve çok iyi yorumlamıştı. Gel Efendim için düşündüklerimi bunun için de düşünüyorum. Tabii şu var: Bağlama piyasasında var olmak için biraz Alevilere oynamak demeyelim de, ne desek? Bağlamanın önemli bir bölümü Alevilerindir TR’de. Bilmiyorum.

DUAZI İMAM

Önce uzunca bir açış var parçada. Sonra daha önce Muhabbet kasetlerinde Yavuz Top’un yorumladığı “Dost Dost” adlı parçanın ezgisi çalınıyor. Bir sürpriz değil.

DOĞAÇLAMA (KOÇGİRİ EZGİLERİ)

Kasetteki en iyi eserlerden biri. Esas olarak bir serbest melodi, bir açış. Koçgiri gibi devlete isyan etmiş bir Kürt aşiretinin adını kullanarak icra edilen esere şaşırdım. Mükemmel icra ediyor. Daha sonra katıldığı Tv programlarında ve konserlerde sık sık bu parçayı icra edecekti. Canlı izlemesi büyük keyiftir. Virtüöite barındırır. Parçanın yarısı klavye üzerinde icra edilir, diğer yarısı elle tellere vurarak.

GÖÇ YOLLARI

Kasete adını veren eser, kasetin en iyi eseri ve bir Erol Parlak bestesi. Bağlama için bestelenmiş şelpe parçaları diye bir şey varsa, o şeyin Messisi ve Ronaldosu vardır. Bence Messisi budur, Ronaldosu da Erdal Erzincan’ın Bağlama Uvertürü adlı eseridir. Parçada çok seslilik vardır. Tek bağlamayla sınırlı kalmamış ve birçok yerde diğer bağlamayla arpej ve çift ses yapıyor. Mükemmel bir eser. Dinlemeye doyamam. İzlemesi ayrı bir keyiftir. Youtube’da iki, üç yorumu dışında maalesef videosu yoktur. Kendisinden bir, iki konserde dinledim ve o anlar transa geçtim.

Göç Yolları 1’in ikincisi gelmedi maalesef…

Çünkü TR’de melodi öldü! Eskiden popüler müziklerde bile bir melodik kaygısı vardı, milenyum yıllarıyla beraber müzikte ritm ve altyapı melodinin önüne geçmeye başladı. Eskiden müzik çok iyi değildi ama bugünkünden iyiydi. Star sistemi yok oldu. Halk müziğinin de starları vardı. Bunlar spor salonlarını, stadyumları doldururlardı. Starsızlığı sevmedim ben. Keşke eskisi gibi karakteri bozuk olan ama gerçek anlamda star olan insanlar her yerde olsa: Popüler sanatlarda, sanat sanatlarda, siyasette, sporda (orada hala varlar gerçi)…    

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın