2002 Ekim’ine Kadar – Birinci Bölüm

Evet, 2002 Ekim’ine kadardı…

Öncesindeki hayatım bu tarihten sonra bambaşka olmaya başlamıştı…

“27 Eylül 2002” başlıklı bir yazı yazmıştım ve öğretmenliğe başladığım gün olan o günün birkaç gün öncesini (arşiv amaçlı) yazmıştım. 27 Eylül 2002 günü bir haftalık izni almıştım ve Ankara’ya gitmiştim. Sonrasında gelen Ekim ayı ve onu takip eden Kasım ayında neler olduğunu (arşiv amaçlı) yazıyorum şimdi de…

Ankara’daki günlerim hızla geçmişti. O tarihlerde Ankara’ya aşıktım. Oradan hiç ayrılmak istemiyordum. Ölene kadar orada yaşamak istiyordum. Sonra bu düşüncelerimi ciddi bir şekilde sorgulayacaktım. Ankara aşık olunacak belki de son şehirdir.

Akrabalarım bana veda yemekleri düzenlediler. 5 Ekim Cumartesi günü Ankara AŞTİ’den yine Samsun üzerinden Sinop’a gittim. Çorum Sungurlu’daki Mavi Ocak tesislerindeki muhteşem çorbadan içtim. Yine sabah 05.00’e kadar gözümü kırpmadım. Artık yolu biliyordum. Ürkütücü doğa beni ürkütmüyordu artık.

Çantamda bir tane takım elbise, diğer kıyafetler ve de bir adet patates kızartma tenceresi vardı! O takım elbiseyi hatırladığım kadarıyla maaşımın üçte birine, taksitle almıştım Ankara’dan. Gelelim patates kızartması tenceresine… Benim yaşımda olup da benden daha çok PK yemiş biri olamaz diye düşünüyorum. Lise artı üniversite, neredeyse her gün! Bunda annemin bize öğle yemeği yapmaması da etkilidir. Benim de tek bildiğim yemek PK idi ve bayılıyordum. Hala öyle gerçi. Patatesle ilgili her şeye bayılıyorum. Öğretmen olarak atandığımda tek bildiğim ve de bayıldığım yemek PK idi ve onun için yanımda fritöz gibi o şeyi götürmüştüm.

Bu sefer Sinop merkezde inmedim de Gerze ilçesinde indim. Bu arada ben 4 Ekim Cuma sabahı Gerze’ye inmiş olmalıyım çünkü o gün oranın pazarı vardı ve o ilçe o gün çok canlı oluyordu. Sabah indim. İlçedeki tek lokantada bir şeyler yedim ve hayatın başlamasını bekledim.

Hayat başladı ve ben ilk olarak kiralık bir ev bulmalıydım. Hayatımın %86’sından dolayı pişmanım. Hayatım hatalar hayatıdır. Evlenene kadar tuttuğum bütün evleri yarım saatte tuttum ve hepsinden de sonra pişman oldum. Yarım saatte tuttuğum ilk ev/ilk evim Sinop Gerze’de tuttuğum evdi. Oysa ev insan hayatındaki en önemli şeylerden biriydi ve maddi olarak durumunuz çok kötü değilse evi iyice düşünüp taşınıp tutmalısınız. Hayatımda ilk defa maddi olarak durumum çok kötü olmayacaktı artık ama ben o duruma hala adapte olamıyordum. Bu maddiyat konusuna geleceğiz. Birinci yazıyı nasıl bitirmiştik: “Fakirliğin amk!” (27 Eylül 2002, Baran Doğan, satır 1557)

Yalandan bir, iki sokak gezdikten sonra bir berberin önüne geldim ve “Kiralık Ev” ilanını gördüm. İçeri girdiğimde beni çok iyi karşıladılar. Öğretmenliğin ne kadar itibarlı ve kapı açıcı olduğunu o gün ilk kez gördüm. Siz bakmayın, öğretmenin itibarını yere serdiler falan dediklerine. Hala ikinci en prestijli meslektir ve bütün kapıları açar. Berber Durmuş iyi birine benziyordu. Beni iyi karşıladı ve evi göstermeye götürdü. Arabasına bindik ve üç dakikalık bir mesafe giderek eve ulaştık. Üç katlı bir aile apartmanının giriş katıydı. 2+1 idi. Bakımlı sayılırdı. Hemen ikna oldum ve evi tuttum. Evle ilgili sıkıntı şuydu ki Gerze’nin o ünlü yokuşunu çıkmak zorundaydım eve gitmek için. Yokuşlu memleketleri hiç sevmem. Günde dört saat zevkle yürüyebilirim ama 15 dakikalık yokuş bana intiharı falan düşündürür. Arabayla gittiğimiz için yokuşu fark edememiştim ve o yokuş benim bir sene boyunca sosyal hayatımı etkiledi.

Evi tuttum. Eşya lazımdı. Hemen aşağıya çarşıya indim ve bir bekar (erkek) klasiği olan çekyatı aldım. İki üç tane de demir oturak. Onları 16 sene, evlenene kadar kullandım… Her yere benimle geldiler. Bana Ankara’dan bazı eşyalar kargoyla gelecekti. Eniştem beleş bir kargo olayı ayarladığı için kargonun gelmesi bir haftayı bulmuştu. O bir hafta boyunca evde çekyat üzerinde yattım. Daha doğrusu o evi o çekyatla paylaştım. Ne perde, ne tv, ne bilgisayar, ne kap kaçak, hiçbir şey yoktu. Okuldan eve geliyordum ve oturuyordum. Biraz çarşıda oyalanıyordum ve 17.00 gibi eve gelip evde “düşünüyordum”. “Tutunamayanlar” romanında karakter “düşünmek” için bir ev kiralıyordu. Bu bölümü unutamıyorum. Ben o olayı gerçekleştiriyordum işte. İnsanlar ikiye ayrılırlar: çok düşünenler, çok düşünmeyenler. Baran Doğan

Bu arada hemen çamaşır makinesi olayından bahsetmeliyim. O ilk günlerde birkaç gün elde çamaşır yıkadım. Daha önce böyle bir şey yapmadığım için nasıl yapılacağını da pek bilmiyordum. Neyse yaptım ama nefret ettiğim bir iş oldu. hemen gidip bir çamaşır makinesi aldım. Gerze çarşıda bir Arçelik bayisi vardı. Senetle bir ÇM aldım. Fiyatı maaşımın dört katı falandı. Tayyip gerçekten haklı “Biz geldiğimizde her evde çamaşır makinesi yoktu.” ÇM o yıllarda çok pahalı bir şeydi. Ama yapacak bir şey yoktu. Neyse neydi… Senetle aldım makineyi ve makine üç, beş gün sonra geldi. Nalet olsundu elde çamaşır yıkamaya! Yıkadığım da bir gömlekti. Bu arada tek takımla olmayacağını hemen anladım. Bu arada bir iki hafta sonra ilginç bir şey olmuştu ve o esnada Ankara’da olan Dikmen kaymakamına elden bir belgenin verilmesi gerekiyordu, ben de Ankaralı olduğum ve oraya gitmeye can attığım için bana Cuma günü için izin vermişlerdi ve ben Ankara’da kursta olan kaymakamı bulup ona belgeyi elden vermiştim. O yolculuk esnasında hemen ikinci takımı da aldım.

Neyse dönelim ilk günlere… Eşyalarım da bir hafta sonra gelince her şey tamam olmuştu. Yatağım gelmişti, artık çekyatla ilişkimizi sonlandırdık. O asıl görevine döndü yani üzerinde oturulmaya veya başka şeyler yapılmaya… Tencere tava gelmişti ama ben yine PK yemeye devam ediyordum. Ufak ufak hazır çorba, sucuklu yumurta falan yapmaya da başladım. Tost makinesi aldım. Evden kolayı eksik etmezdim. Bilgisayarım gelmişti. O çok önemliydi. Tv kartımdan tv izleyebiliyordum. MP3 arşivimden müzik dinliyordum. O yıllarda takıntılı düzeyde bağlı olduğum hobim (her zaman böyle bir şeyim vardır) müzik idi. Yani halk müziği. Ve Türk filmi izlemek. Kitap okumazdım. Artık ev ev gibi olmaya başlamıştı.

İhlas şofbeni ve ihlas ısıtıcıyı saymazsak… Allah varsa belalarını versin. O İhlas şofben mahvetti beni. Birinci kademede duş alamazsın. Üçüncü kademenin altına sıcaktan giremezsin. İkinci kademe ise öldürmez süründürürdü. Çok az akardı ve suyun değmediği yerleriniz donardı. Isıtıcı ise ona bakan tarafınızı yakar, kavururdu. Buna karşın sırtınız ise donardı. Allah varsa ikisinin de belasını versin. Sinop iklimi beni kötü etkiliyordu. Çok çok üşüdüm Sinop’ta. Sinop’un iklimini seveyim!

Evdeki ilk günleri geçelim ve okuldaki ilk günlere gelelim… 7 Ekim 2002 Pazartesi günü sabah öğretmen servisiyle Gerze’den Dikmen’e gittim. Okula gittim ve müdürle tanıştım. Müdür ısrarla nereli olduğumu o yerin neresinden olduğumu anlamaya çalıştı. O yıllarda Kürt ve Alevi olduğumuzu gizlemek refleksine sahiptik. Hepimizi öyleydik. Şu anda da öyledir ama ben şu anda hiç çekinmiyorum. Bu iki kimliğe hayran değilim ama onları (soran olursa) herkese ifade edebilirim. Neyse ki müdürün oralarda son günleriydi de gerilmemiştim. Sivas’ta çalışmış biri olarak benim gizlemeye çalıştığım şeyleri dakikasında anlamıştı.

Okula gittiğimde okulda bir İngilizce öğretmeni daha olduğunu gördüm. Hatta bir sene önce benim bölümümden mezun olmuş bir kızdı. Kendisini tanımıyordum. Orada gördüm. Tarih Ekim 2002. MEB DSP’nin elinde. Eğitim-sen iktidarda yani. Herkes eğitim-senli. Dinciler ve milliyetçiler Türk-eğitim-senli. İki sendika var. Nereye geliyoruz? Bu kıza eğitim-sen torpil yapmıştı. Normalde il içi tayin istemek için iki yıl çalışmak gerekiyordu. Nasıl oluyordu da bu kız bir sene Dikmen’de çalışıp Sinop merkeze geçebiliyordu? Çünkü sevgilisi eğitim-sen’de önemli bir adamdı ve onu torpille merkeze aldırmıştı. Yerine de beni vermişlerdi. Kaderin cilvesine bak! İşlerin böyle yürüdüğünü bilseydim eğitim-sen’den en kral torpili ben de bulabilirdim. Ve o ilk yazıda bahsettiğim üzere, atanacağıma emin olduğum merkezin en iyi okuluna gidebilirdim. Ankara İncirli’deki eğitim-sen çok girmiş çıkmış biri olarak bir torpil çaktıramamıştım ve üstüne, onların mağduru olmuştum! Kızla tanıştım. Hiçbir şeyden haberim olmadığı için bir şey de sormadım. O gün ilişiğini keseceği için aynı okulda aynı anda iki öğretmendik. Bana o gün öğretmenler odasında oturmamı söylediler.

Ben ise öğretmen olarak ne yapacağıma dair hiçbir fikrim olmadığı için onunla derse girip, ortamı gözlemlemeyi talep ettim. Kabul etti. İlk iki ders 6. Sınıflaraydı. Derse girdim ve arka sırada oturarak ne yaptığına baktım. Bana kolay gibi göründü öğretmenlik. İkinci dersten sonraki teneffüste o kıza bir telefon geldi ve onu ilçe MEB’e ayrılma yazısını almaya çağırdılar. Gitmem gerek deyip gitti…

Ne yapacaktım? 8. Sınıflaraydı ders. Bunu biliyordum. Zil çaldı. Herkes gitti. Öğretmenler odasında yalnız kaldım. Kimseye bir şey sormadan yukarı kata çıktım. 8. Sınıfları buldum ve kapıdan içeri daldım…

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.    

Bu yazı Uncategorized kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.