Zamanımızın Bir Kahramanı

Kendisini altı aydır görmüyordum. Bu süre içerisinde boşanmıştı. Bir insana ancak maddi yardımda bulunabileceğine inanırdım. Kimse kimseye manevi yardımda bulunamazdı. Veya bir insan önemli bir seçim yapacaksa diğeri ona doğru seçeneği seçme konusunda yardımcı olabilirdi. Başına kötü bir şey gelmiş bir insana teselli verme işini hiç beceremediğim ve de param da olmadığı için kendisini arayıp kendisiyle yapay diyaloglara girmemiştim. Yeterince param olsaydı, tanıdığım ve başlarına bir şey gelmiş insanları aramak yerine hesaplarına direkt para yatırırdım. Teselli veriyor gibi görünmekten daha büyük bir sahtekârlık az bulunurdu bana göre. İki taraf da söylenilenlerin yalan olduğunu bildiği halde bu oyunu neden devam ettirirlerdi ki… Zaten o da bu konularda bana yakın düşünüyordu ki onu aramayıp, sormadığım için bana tepki göstermemişti. Bir gün görüşmek de istedi. Görüşmemiz eski rutininden sapmamış bir görüşmeydi. “Siteden ev tuttum,” demişti “bana gel de maç izleyip kafa dağıtalım.”

İsmini verdiği sitenin önündeydim birkaç gün sonra. Dış kapıya ulaşmıştım. Güvenlik kulübesi gibi bir şey bekliyordum ki kapalı bir kapı buldum önümde. Kapının yanında, apartmandaki evlerin zillerini çalmaya yarayan o elektronik cihazdan vardı ancak çalışmıyor gibiydi. Ekranı kapalıydı. Hafifçe kapıyı itmek geldi aklıma. İttim ve kapının açıldığını gördüm. İçeriye doğru girdim. Duvarla çevrilmiş dar bir alandı burası. Sağ tarafımda içine ancak bir plastik sandalyenin sığacağı kadar büyük olan bir kulübe vardı. İçinde de bir plastik sandalye vardı zaten. Kol dayama yeri kırık olan bir plastik sandalye…

Sol tarafta bir çardak vardı. Bir kadın yıkadığı yatak yünlerini çardağın üzerine seriyordu. Alt taraflarına hiçbir şey girmemiş iki oğlan çocuğu da kadının etrafında ağlayarak dolanıyorlardı. Kadın önce “Allah belanızı versin!” dedi ve sonra da sırayla ikisine birer tokat atıp çocukları yere serdi. Ağlamalar rahatsız edici olmaktan çıkıp dayanılmaz boyutuna erişti.

Sağımda ve solumda ne olduğunu gördükten sonra önümde ne olduğuna bakmak istedim. Kafamı kaldırdım ve sekiz katlı apartmanı gördüm. Sevgili dostumun site dediği yaşam alanı; ön avlusu duvarla çevrilmiş, güvenliği ve otoparkı olmayan yüksekçe bir apartmandı.

Kapıya doğru yaklaştım. Eski alışkanlıktan olsa gerek apartmanın üstünde apartmanın adını belirten bir tabela vardı. “Kardeşler Apt. No: 32” yazıyordu tabelanın üstünde. Hemen tabelanın yanında belediyenin yeni numaralandırma sistemi sonucunda verilmiş olan yeni numarası vardı apartmanın. Lacivert ve beyaz olan bu tabelada 18 yazıyordu. Kapının sağ tarafında ise kırmızı ve beyaz renklerde yazılmış olan 12 numarasını gördüm. Kapıyı iterek içeri girdim.

2 numaralı daireye doğru ilerlerken korkunç bir gürültü duydum. Apartmanın dış kapısı büyük bir gürültüyle kapanmıştı. Kapının pistonlu olduğunu farz ettiğim için kapıyı bırakıp ilerlemiştim ancak pistonun bozuk olmasından dolayı kapı büyük bir gürültüyle kapandı. Bu esnada arkadaşımın kapıyı açmış ve bana bakıyor olduğunu gördüm.

Dış kapının sesini duyduğunu, o yüzden evin kapısını açtığını söyledi. İçeri girdim. İçeride cam açılmadan kurutulmuş çamaşır kokusu vardı. Ayakkabılarımı çıkardım ve plastik ayakkabılığın üstüne bıraktım. Ayakkabılarımı bırakmanın şiddetiyle, plastik ayakkabılık düşecek gibi oldu. Kenarlarındaki derin alanlarda artık toprak niteliği kazanmış tozlar da biraz havalandı bu yüzden. Arkadaşım salona geçmişti bu esnada. Birbirimizin evlerine gidince klasik diyaloglara girmezdik. Öpüşmezdik de, el sıkışırdık. İkimiz de erkeklerle öpüşmekten nefret ederdik. Bir salgın hastalık çıksa da öpüşme ritüeli unutulsa diye içimizden geçirirdik. Eve gelen kişi mutfakta ve banyoda ihtiyaç duyduğu her işi kendisi yapardı.

Ben de öyle yaptım. Önce elimdeki biraları dolaba koymak istedim. Mutfağı buldum. Bir banyo camı kadar büyüklükte olan bir penceresi vardı. Tezgâh denilebilecek yer, yıkanmış bulaşıkları koymaya yarayan o plastik şeyle neredeyse dolmuş gibiydi. Bulaşıklar yıkanmış değildi. Lavabonun içinde bir teflon tava vardı. Üzerinde kurumaya yüz tutmuş sucuklu yumurta görülüyordu. Tavanın üzerinde iki, üç tane de izmarit ve bolca sigara külü vardı. Hayatımda hiç görmediğim kadar büyük olan bir cam bardak da dibindeki kolayla beraber lavabonun içindeydi. Beklemekten sertleştiği net bir şekilde belli olan iki, üç dilim tava ekmeği de lavabonun içindeydi. Tezgâhın diğer tarafında ise içinde hala biraz salçalı makarna olan bir teflon tencere vardı. Markası Gülay idi. Gülay’ın Ü’sü solmuştu ama o anda içimden onun Gülay’dan başka bir şey olup olmadığını hesap etmek gelmedi.

Tek kapılı buzdolabını açtım. İçinde bir beyaz tabağa kalıp olarak konmuş ve bölge bölge tırtıklanmış olduğu belli olan beyaz peyniri gördüm önce. Üzerine streç film geçirilmemişti. Yanındaki zeytin ezmesinin kutusunun üzerinde Berk yazıyordu. Zeytin ezmesinin yanında plastik bir kabın içerisindeki Ülker Çokokrem görülüyordu. Kâğıtla üzeri tam kapatılmadığı için çokokremin üzerindeki ekmek kırıntılarını görebildim. Ayrıca tam ortasında salatalık turşusuna benzeyen bir iz vardı. Muhtemelen arkadaşım oraya bir parmak atıp, parmağındaki çokokremi yalamıştı.

Biralarımı arkadaşımın Kırmızı Tuborg’larının yanına koydum. Pencere kapalı olduğu için mutfağı biraz havalandırmak istedim. Buzdolabının kapısı açık olduğunda mutfakta hareket edecek yer kalmıyordu. Buzdolabının kapısını kapattım ve ilerledim. Pencereyi açarken toz dolu metal sineklik yere düştü ve ortalık toz dumanı oldu. Orayı öylece bıraktım ve ellerimi yıkamak üzere banyoya gittim.

Banyo kapısının tutacağı paslandığı için hareket etmiyordu. Kapıyı iterek içeri girdim. Banyodan biraz daha geniş bir alandı. Dikkatimi ilk çeken şey İhlas su ısıtıcısı olmuştu. Onlardan hala var olduğunu bilmiyordum. Doğalgaz kullanılan bir şehirde hala İhlas su ısıtıcısını görmek beni şaşırttı. Samsun’da yaşıyorken çok boğuşmuştum onunla. Kış günleri bir numaralı kademeyle banyo yapamazdın. Üç numaralı kademe kışın bile yanıklara sebep olabilirdi. Ayrıca üçüncü kademeyi açtığında elektriğin her an suya karışıp seni kömüre çevireceğini sanırdın. İki numaralı kademe ise bir dakika süreyle istikrarlı bir şekilde çalışmazdı. Düğmenin ikide olduğunu görürdün ama su sık sık bir ve üç numara performansı verirdi. Yoksa doğalgazı yok muydu evin? Bunu arkadaşıma sormaya cesaretim yoktu. Belki eski kiracı tembel biri olduğu için yıllarca onu oradan sökmemişti. Kafamda deli sorularla lavaboya doğru yöneldim.

Aslında yöneldim derken bir hareketi kastetmiyorum, yönümü lavaboya doğru çevirdim demek istiyorum çünkü banyo da tıpkı mutfak gibi pek hareket edilecek kadar büyük bir yer değildi. Yerden yükselen pembemsi lavabonun üstünde yeşil mutfak süngerlerinden biri vardı. Üzerinde de bir sabun. Lavabonun diğer tarafında bir naylon kap içerisinde diğer üç sabun vardı. Naylonun üzerinde su damlaları vardı. Duvara çakılmış ve paslanmış olduğu görülen bir çivinin üzerinde havlu vardı. Kalıp sabunları en son 2003 yılında yaptığım Samsun Ankara seyahatinde otobüsümün lastiği patladığı için durmak zorunda kaldığımız yol üstü lastikçisinin tuvaletinde görmüştüm.

Ellerimi suyla yıkadım. Havlu epeyce ıslaktı. Kâğıt havlu da yoktu. Böyle zamanlarda hep yaptığım gibi ellerimi ceplerimin içinde kuruladım. İçeri geçtim.

Kapıdan girdiğimde sol tarafta, arkadaşımın plastik bir masanın üstündeki epeyce tozlu laptopta bir şeylerle uğraştığını gördüm. İşinin biraz sonra biteceğini söyledi. O esnada etrafı inceledim. Hemen sol ayağımın yanında, yerde Skil marka bir matkap vardı. Skil’in İngilizce beceri anlamına gelen “skill” kelimesi olup olmadığını merak ettim. Plastik masanın önünde iki tane plastik oturak vardı. Biri krem renginde diğeri de gri renkteydi. Masaya uzanan üçlü fiş salonu ortadan ikiye ayırıyor gibiydi. Masanın üstünde tütün ve tütün sarma aparatı vardı. Kül tablası taşmak üzereydi, hatta taşmıştı. Bilgisayarın yanında Püsür adlı popüler edebiyat dergisi vardı. Üç tane de kitap vardı masanın üzerinde. Bunlardan biri “İnanmak Başarmanın Yarısıdır” adlı bir kişisel gelişim kitabıydı. Diğeri Lermantov’dan “Zamanımızın Bir Kahramanı” idi. Sonuncu kitap da 30, 40 sayfalık bir şiir kitabıydı. Şairin adı görülüyordu sadece. Soyadının üzerini Lermantov’un kitabı kapatmıştı. Şairin adı Ali Asker idi. Şiir kitabının adında yalnızca “Gezi’den Kerb…” ifadesi görülüyordu.

Gözlerimi sağa doğru kaydırdım. Tavandan tabana inen iki adet pencere vardı. Üzerinde beyaz bir güneşlik ve tül perde vardı. Pencere açıktı. Birden dışarıda iki, üç oğlan çocuğunu inanılmaz küfürler ederek futbol oynamaya başladılar. Topa da yarın yokmuş gibi vuruyorlardı. Pencerenin önünde kumaşları katlanmış gibi duran bir L koltuk vardı. MDF’nin bittiği yer belli oluyordu. Hatta kenarları yırtıp çıkmıştı MDF. MDF’nin üstünde en fazla beş santimlik bir minder vardı. Koltuğun tam ortasında, sırt dayanılan yerdeki yay sanki belli oluyor gibiydi. Koltuğun yanında bir karton kutu vardı. Sehpa olarak kullanıldığı anlaşılıyordu karton kutunun. Üzerindeki tuvalet kâğıdı hemen dikkatimi çekti. Tuvalet kâğıdının yanında yarısına kadar çay dolu olan bir su bardağı vardı. Su bardağının hemen yanında da bardak poşet çay vardı. Karton kutunun üstüne öylece bırakılmıştı. Bırakıldığı yerin ıslak olmamasından yakın zamanda bırakılmamış olduğunu anladım. Koltuğun üstünde Papağan marka çekirdek de dikkatimi çekti. Yanındaki plastik su sürahisinin içi çekirdek kabuklarıyla doluydu.

Sağa doğru dönmeye devam ettim. Koltuğun tam karşısında bir okul sırası gördüm. Üzerine televizyon konmuştu. Arkadaşım okuldan getirdiği sırayı televizyon sehpası olarak kullanıyordu. Neyse ki sıra masa değil de oturaktı. Sıranın masa olan bölümü olsaydı televizyon yukarıda kalacaktı. Oturak kısmının üstüne televizyonu koyduğu için baş hizasında televizyonu izleyebilecektik. Televizyon YEG marka bir televizyondu. Üzerinde DİVX ve DVDRİP yazıyordu. Sol üst köşesinde sürekli yeşil bir nokta yanıp duruyordu. Messenger’dan mesaj gelmiş, kapalı telefon ekranlarına benziyordu o haliyle. Sıranın yanında bir sandalye vardı. Sandalyenin üzerinde uydu alıcısı vardı. Uydu alıcısının ön tarafındaki kapak bantla tutturulmuştu. Alıcının üstünde de boş bir Kırmızı Tuborg kutusu vardı.

Salonu incelemem bitmişti. Küfür eden oğlan çocukları da gitmişlerdi. Arkadaşım laptopta bir düğmeyi zorluyordu. Koltuğa oturup arkadaşımı beklemeye niyetlendim. Oturup sırtımı koltuğa dayadığımda yay sırtımı rahatsız etti. Azıcık kenara kaydım. Karton kutudan sehpayı önüme aldım. Arkadaşım da işini bitirmişti. Mutfaktan biraları almaya gitti. Bu esnada ben de televizyonu açıp Süper Kupa finalini verecek olan kanalı aramaya başladım. Arkadaşım geldi ve sohbet etmeye başladık. Teselliye ihtiyacı yok gibi duruyordu. Zaten öyle olsaydı ben de ona teselli veremezdim. Para da veremezdim.

Bu yazı Uncategorized kategorisine gönderilmiş ve ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.