Hayal Kırıklığının Romanı

Ne romandı ama…

Çarpıcı! Sarsıcı! Merak uyandırıcı! Politik doğruculuğa hiç prim tanımayan!

Edebiyata geç başlamış ve de araştırarak kitap seçen biri olarak; Top 10, Top 20 listem sürekli güncelleniyor. Geçtiğimiz günlerde ölen (Bunu söylemeye ne gerek var? Herkes, bu yazının sahibi ben de bir gün öleceğiz.) Adalet Ağaoğlu’nun “Üç Beş Kişi” romanını da en beğendiklerim listesine tereddütsüzce alacağım. Bir ara yazarın “Bir Düğün Gecesi” romanına başlamıştım. Kısa bir süre sonra okumayı kestim çünkü o roman bir üçlemenin ikinci ayağıydı. Şimdi, üçlemeleri sırayla okumak gerekir diye fikrimizi belirtsek birileri yine rahat, esnek olmamız gerektiğini söyler mi?

Dönelim “Üç Beş Kişi”ye. 1980 ve 1983 yılları arasında yazılmış. Roman 12 Eylül öncesini ve sonrasını konu ediniyor. Eskişehir kökenli karakterler genelde bu şehirde yaşadıklarıyla karşımıza çıkıyorlar ancak zaman zaman İstanbul ve Ankara da karşımıza çıkıyor.

“Konu ediniyor…”, “Karşımıza çıkıyor…” falan derken bir şeyin altını çizmeliyiz: Roman baştan sona bilinç akışı tekniğiyle yazılmıştır. “Stream of consciousness” tekniği denir buna. Adı üstündedir. Bir karakterin zihninde geçen düşünceleri yansıtmak amacı taşır. Bu yüzdendir ki bu tarz bir anlatımda irrasyonel bağlantılar, iç monologlar, her yerde dile getirelemeyecek düşünceler, vicdan sınırlarını zorlayan düşünceler falan bütün çıplaklığıyla karşımız çıkar. Okuması zordur bilinç akışı tekniğiyle yazılmış romanları. Sürekli odaklanma ister. Bir an bile dalmamak gereklidir. O daldığınız anda çok önemli bir şey olabilir. Bazı yazarlar bilinç akışı tekniğini romanlarının kısıtlı bölümlerinde kullanırlar. Romanın hepsini bu teknikle yazma bir nevi meydan okumaktır.

Yazar 12 Eylül gibi zorlu bir temayı ele alırken politik doğruculuk yapmamak adına bu tekniği kullanmak istemiş olabilir. Diğer romanlarını da hep bu teknikle mi yazıyor bilmiyorum yalnız. Solcu olduğunu bildiğimiz yazarın eteğindeki tüm taşları dökmek adına böyle bir yol izlemiş olabilir.

12 EYLÜL

12 Eylül neydi? Neden oldu? Ondan önce nasıl bir Türkiye vardı? Ondan sonra nasıl bir Türkiye oldu? Burada büyük acılar yaşandığı için dikkatli konuşmak lazım. İdam, hapislik, işkence, sürgün, tarumar olmak gibi somut, fiziki acılar yaşandı. Aynı zamanda hayallerin, umutların, gelecek güzel gün planlarının yok olması gibi duygusal acılar da yaşandı. O yüzden dikkatli konuşmak lazım ama gerçeklere karşı kafamızı kuma gömerek de bir yere varamayız. O dönem mücadele eden, bedeller ödeyen herkese saygımızı iletelim ama o dönemin sanıldığı kadar büyük şeyler başarma potansiyeline sahip olmadığını da görmemiz lazım. “Üç Beş Kişi” de tam olarak bunu yapıyor. O üç beş kişi özelinde tüm döneme ayna tutmaya çalışıyor. Bu yüzden sevilmiyor, beğenilmiyor olabilir diye tahmin ediyorum. Büyük siyasal iddialar mutlaka efsanelere ihtiyaç duyarlar çünkü büyük siyasal iddialar geniş kesimleri tabiri caizse “tavlamak” zorundadır. Bu geniş kesimler dediğimiz insanlar ise analiz yeteneğinden yoksun insanlardır. Bunları ya sopayla ya da masallarınıza inandırarak projenize dahil edebilirsiniz. Bu siyasal iddiaların sahipleri diğerleri tarafından alt edildiklerinde yanlarında, yörelerinde kimsecikleri bulamazlar. 12 Eylül’de de olan biten budur. Bu dönemle ilgili hep aklıma gelen bir örnek vardır: Dev Yol’un yayınının bir milyon tane sattığı iddia edilir. Ne kadar doğru bilmiyorum. Bu tür şeylerde hep abartı olur. Yarısı bile olsa iyi sayı. 12 Eylül oldu ve 1500, 2000 tane etkili Dev Yol’cu etkisiz hale getirilince diğerleri anında, çok kolay bir şekilde, hiç tereddütsüz düzen insanı oldular. Burada moda kavramına bakmalıyız. 12 Eylül öncesinde TR’de solculuk moda mıydı? Bence öyle bir şeydi. Yeterince politik değildi. Buraya döneceğiz. 12 Eylül’ün öncesine bakalım:

12 Eylül’den önceki dönem denilince sadece 70’li yılları almak olmaz. 60’lı yıllara da bakmak lazımdır. 1960’ta Atatürkçüler muhafazakârlardan iktidarı zorla geri aldılar. Yeni bir anayasa yaptılar. Bu anayasada bazı belirsiz maddeler oldu. Gerçi niye ayak yapıyorum ki? Bu konuyla ilgili bilgim yok. Ne özgürlük maddesi bilmiyorum. Sadece birkaç kişiden bunu duydum. Bildiğim şu aslında, bu tarihten itibaren göç korkunç boyutlara vardı. Şehirlerin etrafları varoşlarla doldu. Köylüler başta Marmara Bölgesi olmak üzere kentlere gelip işçi olmaya başladılar. Köylü gibi düşünmeye ve davranmaya günümüzde bile devam ediyorlar.

TR’de her zaman sosyalistler olmuştur. Geçenlerde Sevan Nişanyan’ın Aleviler üzerine yaptığı yayını izledim. Orada 70’lerde Alevilerin kitlesel olarak sola ilgi duymaya başladıklarından bahsediyordu. TR’de her zaman var olan sosyalistler, 60’lardan sonra büyükşehirlerin varoşlarında hitap edebilecekleri çoğunluğu Alevi olan yoksul insanlara ulaşma imkanı elde ettiler. Sol yükselişi bununla açıklamak bana daha olası geliyor. 60 anayasasının hangi özgürlükçü maddeleri barındırdığını bilmediğimi şerefimle kabul ederim. Atatürkçülerle muhafazakarlar arasındaki yaşam tarzı kavgasından emekçiler adına hangi maddelerin bahşedildiğini öğrenmek isterim.

Moda kavramına dönelim mi? Kızmasınlar ama işte bu 1970’lerdeki sol yükselişin bir moda veya daha doğru bir tabirle bir popüler akım olduğunu düşünüyorum. Bir popüler akım olarak elbette yeterince siyasal değildi. Bilinçli bir bağlılıktan ziyade, duygularla oluşmuş bir bağlılıktı. Gettolaşmanın karşı konulamaz etkisini de hesaba katmamız gerekir. İnsanlar etraflarındakiler nasıl davranırsa öyle davranırlar. İnanmasalar bile.

12 Eylül öncesindeki popüler yığınları bir kenara bakıp, üstten birinci ve ikinci kademe kadrolara bakınca da birçok eksikliklerin olduğunu görüyoruz. Bu insanlar 10 yıl gibi çok kısa bir sürede tarih sahnesine çıktılar. Birinci kadrolar belki her zaman varlardı ama çok az sayıda insanlardı ve gerçek politik süreçler yaşamadılar. 70’li yıllarda ise ellerinin altlarında kalabalık kitleler de buldular ve fabrikalarda, silahlı mücadelelerde, kent meydanlarında gerçek politik süreçler yaşadılar. Popüler yığınlara hiçbir zaman güven olmayacağı, kadrolarında nitelik sorunlarından dolayı bu birikim, birkaç ayda tamamen olmasa da yok olup gitti. Yeterince siyasal olamamak büyük bir problemdir. Sovyetler Birliği’nin de tek kurşun atılmadan yok olması ona bağlanabilir. Ama ben yine de somut maddi koşulların da etkili olduğunu düşünüyorum orada. Neyse, o başka bir tartışma konusu. 70’lerin ikinci yarısından itibaren devletin karanlık güçleri devreye sokmasıyla zaten hareket büyük yara aldı. Çünkü TR halkı radikalleşmek istemez. Bu kesindir. Orta yolcudur o. Gemileri kolay kolay yakmaz. Sopa yemesi lazımdır hatta bunun için. Yunanların Batı Anadolu çıkarması bile halktan esasında ciddi bir direnç görmemiştir. Üç beş deli kavgaya tutuşmuştur. Sonra gelip düğümü düzenli ordu kesmiştir. Amma da halk düşmanlığı yaptık ama mecburuz, napalım? Bu halk bir işe yaramaz. Böyle düşünüyorum. Yalan mı söyleyeyim? Büyük bir politik iddiam yok, örgütsel aidiyetim yok, umudum yok, enerjim yok… Hala politik doğruculuk mu yapayım?

Şu iki paragrafta anlatılanları romanda görüyoruz. Bu roman için hayal kırıklığının romanı diyebiliriz. 12 Eylül de çok büyük bir hayal kırıklığıdır.

Karakterlerin hepsi büyük hayal kırıklığına sahipler. İyi insan veya kötü insan olmalarının ötesinde hiçbiri umduğunu bulamamış insanlar. Gerçek bir kaybedenler kulübü. Sanayici Ferit Sakarya hariç diyebilir miyiz? Burjuvazi mi kazandı? 12 Eylül’de burjuvazi kazandı. Bu dönemi gerçekçi bir şekilde ele almak isteyen bir romansa ÜBK, Ferit Sakarya kazandı diyebiliriz. Ferit Sakarya’nın, tipik bir etkili erkek birey olarak elde etmek istediği şey bellidir: Statü. Bütün erkekler statü peşindedirler. Kadınlar da statü sahibi erkeklerden etkilenirler. Şimdi böyle desek “Yok öyle bir şey!” derler. Ben devrimciliğin, devrimci önderliğin de bu, erkeklerin statü takıntısının “etkisinde” olduğuna inanıyorum. Ferit Sakarya statüyü koyuyor. İstediğini elde ediyor. Kadın bedeni üzerinden de etkili erkek bireyliğini yapıyor. Milli sanayiyi hedeflenmesi, amacın sadece ve sadece para kazanmak olmadığını falan düşünmesi onu yalnızca biraz enteresan bir karakter yapıyor. Oysa genel pozisyon olarak yeri belli ve o yerin gereklerini yerine getiriyor. Bir insanın bunlarla mutlu olamayacağı, yaşamanın bu olmadığı öne sürülebilir. Ferit Sakarya’nın da bir kaybeden olduğu hatta asıl kaybeden olduğu öne sürülebilir. Fakat yok. Onun beynindeki dopamin salgısı hiç kimsede yoktur ve o mutludur. Bu kesin. Kazanandır.

Ya diğer karakterler? İnsana en çok hüzün veren karakter Kardelen? Bir sürü arızası yok mu? Evlenip toplumun kabul sınırları içerisine girmek için can atmadı mı? Devrimci Ufuk? İddiasını, heyecanını geride bırakmadı mı? Veya bunlara sahipken birçok saçmalıklar barındırmıyor muydu bünyesinde? Murat’a denilecek söz yok zaten… Kadınları özgürlüğe çağıran şarkılar söyleyen Selmin, birkaç senede bir bar şarkıcısı olmadı mı? Neredeyse her yaptığı yanlış değil mi? Selmin’in annesi, Murat’ın annesi ne kadar karikatürler. Kısmet? Bir insanın her yaptığı, her hissettiği yanlış olur mu?

İnsan devrim gibi yüce bir şeyi gerçekleştirmek için fazla defoludur. Çok akıllıdır ama… Her şeyi yapabilen robotlar yapabilir. Devrim diye bunu kabul edelim. Fazla zorlamayalım. Zaten Marx devrimci toplumu tarif ederken gündüz çoban, akşam eleştirmen olabilen insandan bahsetmişti. Bir zaman gelecek çobanlık yapmasına bile gerek kalmayacak. O, o zaman bile eleştirmenliğe merak sarmayacak. Selminlik, Türkan hanımlık, Ferit Sakaryalık yapacak. Ufuk’un maceralarına atılmaya gerek kalmayacak.

Üç, beş kişi eleştirmenliğe ilgi duyabilir. Üç, beş kişi de onların ilgileneceği eserler ortaya koyarlar. Yeter de artar bile! Oh mis!

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.      

Bu yazı Uncategorized kategorisine gönderilmiş ve ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.