“Masumiyet Müzesi” Roman Eleştirisi

MV5BMTRiMmY2ZGQtYTRlMi00ZmE1LWI3MDgtMzllYmExMjI5OTRmXkEyXkFqcGdeQXVyNjMxNzUzOA@@._V1_

Orhan Pamuk’un 10 romanından altısını okudum ve artık diyebilirim ki benim için kendisi Türk edebiyatının en yaratıcı, en iyi, en gizemli yazarlarından biridir. Her şeyiyle gözümüzün önünde olmasına, otobiyografisi olmasına, çok sayıda yazılı ve görüntülü röportajı olmasına rağmen gizemlidir. Romanına başladığım zaman hipnotize oluyorum. Ne geleceğini merakla bekliyorum ve mutlaka da tuhaf, gizemli, büyüleyici bir şeyler geliyor.

Orhan Pamuk nasıl okunmalı? Okumanın da bir yol haritası olması gerektiğine inanıyorum ama kimse buna inanmıyor ve rastgele okuyor… Aslında bütün önemli yazarların önce (varsa) biyografileri veya otobiyografileri okunmalı. Sonra da mümkünse eserleri kronolojik sırayla okunmalı… Her yazarın her kitabını okuyamayız elbette. Bir yazarın 15’den fazla romanı varsa büyük ihtimalle bütün eserleri birbirine benzer. Hüseyin Rahmi Gürpınar örneğin… Reşat Nuri… Balzac… Bunların bir sürü kitabı var. Böyle yazarların en önemli eserleri seçilip okunabilir. Ufak bir araştırmayla bu yazarların en önemli/en iyi eserlerinin hangileri olduğu bulunabilir. Dostoyevksi, Atılgan, Atay, Pamuk gibi yazarlar ise birer edebiyat olayına döndüklerinden dolayı bu yazarların bütün eserlerinin okunması projesini kişi önüne koyabilir. Reşat Nuri, kendisine saygı duyuyoruz, “bir edebiyat olayı” değildir. “Çalıkuşu” bir edebiyat olayıdır. Kişi bu projeyi önüne koyarsa dediğim gibi önce biyografisini/otobiyografisini okumalı sonra da kronolojik sırayla romanlarını okumalıdır. Kimse böyle bir şey yapmayacak, farkındayım…

Orhan Pamuk’un bir otobiyografisi var: “İstanbul: Hatıralar ve Şehir”… Bir de roman sanatına bakış açısını ele aldığı “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı bir kitabı var. Bu ikisi okunmalı sonra da kronolojik sırayla romanları okunmalı.

“Masumiyet Müzesi”ni okuduktan sonra yazarın senaryosunu yazdığı ve İrlandalı bir yönetmen tarafından çekilmiş belgesel/roman tarzı bir eser olduğunu gördüm. “Hatıraların Masumiyeti” adlı bu filmde yazar, Füsun’un yakın arkadaşı Ayla gözünden olayı tekrar ele alıyor ve büyüleyici görüntüler eşliğinde roman devam ediyor. Orada yazar hayatı boyunca bir kitabı yazmaya çalıştığını ve hep başarısız olduğunu belirtiyor. Bu cümle bile OP’un büyüleyiciliğini gösteriyor. Çalışkanlığını yansıtıyor. Gerçekten de ilk romanı “Cevdet Bey ve Oğulları”ndan itibaren eserleri arasında az ya da çok hep bir bağlantı vardır. Romanlarındaki karakterler, olaylar, mekanlar, nesneler başka romanlarda karşınıza çıkar. “Sessiz Ev”deki önemsiz bir ayrıntı gibi görünen kuyuyu 33 sene sonra başka bir romanda başrolde görürsünüz.

Fetiş yazarınızı olacaksa bütün eserlerini bu mantıkla okuyun derim naçizane. Orhan Pamuk’un fetiş yazar yapılmasının birilerinin tüylerini diken diken ettiğinin farkındayım. Geleceğiz oraya.

OP EVRENİ

Saf romancıyla düşünceli romancı arasındaki fark şudur: Saf romancı, bir olayı fazla deneysel şeyler yapmadan iyi ve etkili bir şekilde anlatır. Bu, küçümsenmemelidir. İçlerinde büyük sanatçılar vardır. Çoğunlukla roman janrının ilk yıllarında görürüz bunları. Yakup Kadri böyle bir romancıdır örneğin. Onun için önemli olan bir olay anlatmaktır (ve bununla birlikte siyaset yapmaktır.) Halide Edip böyledir. Charles Dickens hakeza. Düşünceli romancı ise (Tanpınar, Pamuk, Dostoyevski, Atılgan, Atay, Joyce) olay anlatmakla beraber bireyin (çoğunlukla kendisi) düşünce dünyasına dalış yapmayı sever. Bu sayede atmosferi daha iyi hissederiz. Aktarılan olaydan “daha çok”; olayın yaşandığı anın, olayın yaşandığı mekanın, o mekandaki nesnelerin, bütün bunların karakterin ruh dünyasındaki yansımalarının, “havada” bıraktığı hissiyatı hissederiz. Bütün bunlar OP evreninde çok iyi meydana geliyor. Bana göre…

OP ANTİPATİSİ

Orhan Pamuk’un bazı antipatik yanlarının romancılığının önüne geçtiğini düşünüyorum. Öncelikle bir zengin bebesi olmasından bahsetmeliyiz. 23 yaşında, mimarlık okurken, o yaşa kadar burjuva ailesinin kalıplarıyla zaten çelişen, kabul edilemez görülen bir işle yani ressamlıkla uğraşırken birden tıpkı romanlardaki her şeyi geride bırakıp “yeni hayat”a başlayan karakterleri gibi romancı olmaya karar verir. Belgeselde ve birçok röportajında belirttiği üzere bu karar burjuva çevresinden bir reddiye yer. Zaten sosyal ve popüler olmak gibi bir derdi olmadığı için bu reddiye bence onu iyi besler. Bu tutumunun takdir edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca burjuva çevreleri iyi tanıyan bir romancımız olduğu için de kendimizi şanslı hissetmemiz gerektiğine inanıyorum. Çünkü bu çevreyi romanlarında iyi yansıtıyor. Bu kesime oldukça eleştirel yaklaşıyor. Gerçi her kesime eleştirel yaklaşıyor. Orhan Pamuk ailesi gibi kar peşinde koşan birisi olsaydı daha mı iyi olurdu? İyi ki “yeni hayat”a başladı.

Orhan Pamuk’un bir demeci de onunla ilgili her şeyin önüne geçmesine sebep oluyor. Türkiye’de bir milyon Ermeni’nin ve 30 bin Kürt’ün öldürülmesi ile ilgili bir şeyler söyledi. İnternete baktığımda tam olarak ne söylediğini bulamadım. Fazla da araştırmadım açıkçası. Burada Türkler mi dedi, Türkiye’de öldürüldüler mi dedi, TC Devleti mi dedi tam olarak bilmiyorum ve dediğim gibi araştırma yapmaya da vaktim yok. Bu iki şeyin yaşandığına inanıyor belli ki. Önemli olan o. Bu iki şeyin yaşanıp yaşanmadığına ilişkin verilecek refleksler Orhan Pamuk romanlarını okumak üzerinde önemli oranda etkiye sahiptir bana göre. Ben de okuduğum kitaplar, yaptığım araştırmalar, gözlemlerin sonucunda kendisiyle aynı fikirdeyim. Bu düşüncesi karşısında dehşet düşseydim elbette romanlarını okurken haddinden fazla eleştirel olacaktım. Romanlarında beğenmediğim şeyler karşısında abartılı tepkiler verecektim. Kimseyi yargılamıyorum. Ben güçlü bir insan değilim. Hassas olduğum konularda ben de abartılı tepkiler veriyorum fakat bu durumun OP evrenine girme konusunda oldukça etkili olduğuna inanıyorum.

Orhan Pamuk’un siyasi görüşlerini tam olarak paylaşmıyorum. Kendisi zaten siyasetten iyi anlamadığını ve aslında onunla çok da ilgilenmediğini belirtir. Topluluk olma, toplulukla beraber hareket etmeye karşı beceriksiz olduğunu söyler. Cemaat olmak kötü bir şey olmayabilir ama cemaat olduğunuz zaman mutlaka yer yer –mış gibi yapmak zorunda kalırsınız. İnsanlar güzel şeyler başaracaksa bu şarttır da ama bu romanları yazacak, aklından bu düşünceleri, bu hayalleri geçirecek kadar “düşünceli” bir insan toplumda yapayalnız kalmaya mahkumdur bana göre. Orhan Pamuk, tüm popülaritesine rağmen, tüm çapkınlıklarına rağmen, tüm sosyal hareketliliğine rağmen aslında yapayalnız bir insandır. Bence bütün büyük romancılar yapayalnız insanlardır!

MÜZE GİBİ BİR ROMAN

“Masumiyet Müzesi”ne gelelim artık. Müzesi olmasaydı da bu roman müze gibi bir roman. Önce bunu belirtmeliyiz. Nasıl bir müze? Nesneler, eşyalar bağlı mısınızdır? “Sessiz Ev” romanının bir yerinde “Çinlilerin eşyaların ruhları olduklarına inandıkları” yazıyordu. Kendi adıma, hiçbir ruha inanmam. Eşyaların ruhları da yoktur. Geçen “Evrim Kuramı ve Mekanizmaları” kitabının yazısında da aslında bilimsel olarak “canlı” ve “cansız” arasındaki farkın ne kadar da silik olduğundan bahsetmiştim. Canlıların bile ruhları yoktur fakat bir şey, bir yer, bir mekan gördüğümüz zaman düşünce dünyamızda karmaşık şeyler olur. Taksim’deki Kazancı Yokuşu’na giderseniz, mutlaka aklınıza 1 Mayıs 1977’de orada ezilerek ölen insanlar gelir. Orada bir ruh falan yoktur ama beyninizde bir yerlerde gömülü halde bulunan o olay ve o olayı anımsatan görseller hemen gün yüzüne çıkar. Ben eskiden otobüsle Kocaeli’nden geçerken İsmet Paşa Stadı’ndaki kale arkasında yer alan büyük top maketine dikkatlice bakardım. O maketin tanık olduğu golleri, büyük futbol heyecanlarını anımsardım. Ermeniler dedik, İstanbul Askeri Müzesi’nde Talat Paşa’nın öldürüldüğü zaman giydiği gömlek, kanlı haliyle orada yer alır. Bir Ermeni, Talat Paşa’yı niçin öldürdü? O gömleğe bakarken bunu düşünürüm. Ölüm anında Talat Paşa’nın neler söylediğini bana fısıldamasını isterim gömlekten… Bir gün eskiden yaşadığım bir eve tekrar girebilmek için yanıp tutuşuyorum. Böyle bir ilan görsem hemen alıcı gibi yapıp emlakçıyı ararım. Orhan Pamuk’un bütün romanlarında bu tür “bir şeyler çağrıştıran” nesneler vardır. “Kara Kitap”taki “Alaaddinin dükkanı” hala Nişantaşı’nda bulunmaktadır. Karakolun tam karşısındaki “Necdet Güler Tekel Bayi”sidir Alaaddinin dükkanı. Kitabı okuduktan sonra oraya gidip baktım. “Masumiyet Müzesi”nde bu olayın en çarpıcı hali var. Roman 1975-2005 arasının bir müzesi adeta. Böyle şeyler ilginizi çekiyorsa –ki az insanın çeker diye düşünüyorum- “Masumiyet Müzesi”nden daha iyisi zor bulunur herhalde.

MEKANLAR

Nesnelerin olduğu kadar mekanların da peşindedir Orhan Pamuk. Elbette bütün romanlarında. Ana mekan İstanbul’dur. O belgeselde kendisine İstanbul romancısı dendiğinden bahsediyordu. O da “Nasıl olmayayım, 70 senedir burada yaşıyorum.” demişti. Bu bir tercih meselesidir. Dostoyevski’de de St. Petersburg sık sık karşımıza çıkar ama kendisi insanın iç dünyasına o kadar çok dalar ki mekanlar ve şehir önemli yerlere pek gelemez onun romanlarında. İnsanın her yerde aynı olduğuna inanan birisi için mekan tarif etmek pek arzu edilebilir bir şey olmasa gerek. Orhan Pamuk bunu tercih ediyor ve bütün romanlarında mekanları ve şehirleri adeta birer karakter gibi merkeze yakınlaştırıyor. Bu anlamda sadece İstanbul’la yetinmeyen “Yeni Hayat” bir efsanedir bana göre. Orhan Pamuk romanlarında İstanbul’u sokak sokak adım adım yaşarsınız. “Huzur”un gelmiş geçmiş en iyi Türk romanı olduğunu düşünen biri için bu durum şaşırtıcı olmasa gerek. Roman gibi yazmadığı “İstanbul: Hatıralar ve Şehir”de de bunu direkt olarak ve çok iyi yapar.

HÜZÜN VE MELANKOLİ

Yazar romandaki baskın tonun hüzün ve melankoli olduğunu belirtiyor. Neyse, aslında bu başlığı unuttum. Yazıyı yazarken hatırladım ve geri döndüm. Yazıdan ayrıldığım için bu konuda aslında söyleyecek pek bir şeyim yok. Nasıl romanda koptuktan sonraki geri dönmeler sonucunda ilişki eskisi gibi olmuyor, yazılarda da böyle. Bu arada bu allahın emri değildir. Belki olan, daha iyi olan da vardır. Dünyadaki dokuz milyar insandan biri olan yazar aşka böyle yaklaşıyor. Neyse siz yine de bu ikisini bilin…

AŞK

Romanda yaşanılanlara gelelim. Öyle ya bir roman eleştirisinde en çok buna değinilmeli. MS Word’te üç sayfayı bitirdim ama hala romanın konusuna gelemedim. O belgeselde Orhan Pamuk romanlarında yaşanılanlardan ziyade yaratılan, yaratılabilen ve dolayısıyla aktarılabilen atmosferle ilgilendiğini söylemişti. Ben bunu iyi yapmanın çok zor olduğunu ve ancak büyük yaratıcıların bunu başarabileceğine inanıyorum ve bu, sinemayla daha kolay yapılabilecek bir iştir. O zaman sadede gelelim: “Masumiyet Müzesi” film gibi bir romandır… Sınırsız bir görsellik avantajına sahip olduğu için hiçbir sanat dalı sinema kadar “etkili” olamaz. “Masumiyet Müzesi” bu görselliği zihninizde adeta bir film kadar başarılı bir şekilde ortaya çıkarıyor. Belgeselde Türkan Şoray’ı “Vesikalı Yarim”in çekildiği mekanlarda gezdiriyorlar.

Aşkın takıntı boyutu bu romanda öne çıkıyor. Bu konuyla ilgili yorum yapmak istemiyorum çünkü herkesin aşk tarifi farklı. Tarif bile etmekte zorlanıyorlar. Bu romandaki adlı adıyla bir takıntıdır. Bu takıntı okuyucuyu alabora etmektedir. Öyle bir an gelir ki artık haklı haksız ayrımı ortadan kalkar ve okuyucu artık daha ne olabilir diye çaresizce beklemeye başlar. Birisini takıntı haline getirmiş ve yıllarca onu stolk’lamış insanlar bu romanda farklı bir boyuta geçeceklerdir. Üzülerek belirtiyorum ki üniversite 1’de tanıştığı kişiyle evlenmiş olanlar bu romandaki atmosfere pek kolay kolay giremeyeceklerdir. Görücü usulü, zaten kendisini pencereden atsın. Fırtınalı aşkın riskleri kolay kolay göğüslenemez. Çok sık da yaşanmaz bunlar. Orhan Pamuk zaten insanların romanlardaki gibi yaşamadıklarını, öyle karakterler olmadıklarını söyler ama roman yazılacaksa olağanüstü bir şeyler olmalıdır. Yoksa ne gerek var roman yazmaya…

Romanda kimin haklı kimin haksız olduğuyla ilgileniyor musunuz? Kadın hangi sorunlardan mustariptir? Erkek hangi adilikleri yapmıştır. Erkekler asırlardır adiler, kadınlar asırlardır sorunlardan mustaripler ama böyle romanlar kolay kolay yaratılamaz. Ben o yüzden bunlarla ilgilenmiyorum. Erkeklerin en iyilerinin bile yeterince iyi olamayacağına inandığım için bir erkek olarak Orhan Pamuk’tan ve dolayısıyla Kemal karakterinden hesap sormanın yerinin burası olmadığına inanıyorum. Bu arada kadınlar da şımarmasınlar. Onlar için de hiç iyi şeyler düşünmüyorum. O konuya girersem hayatımı kaybedebilirim. SPOILER: Dün “Bekleme Odası”nı bir kez daha izledim de…

SONUÇ

Amerikan bağımsız sineması gibi sıradan insanların, gündelik hayatlarında karşılarına çıkan ilginç, sevimli ve küçük ayrıntılara odaklanan bir roman olamayacağına inanırdım. Romanlarda olağanüstü şeyler olmalı… “Masumiyet Müzesi” bu ikisini de başarabilen bir roman olarak beni şaşırttı ama elbette olağanüstü şey varsa olağanüstü şey vardır. As koz gibidir olağanüstü şey, kendisi dışında kalan her şeyi ezer. Olağanüstü bir roman…

Orhan Pamuk’un “bir edebiyat olayı” olmuş üç eseri vardır: “Kara Kitap”, “Benim Adım Kırmızı” ve “Masumiyet Müzesi”… İkinciyi okumadım henüz. En kısa zamanda okuyacağım ama çok çarpıcı bulduğum “Masumiyet Müzesi”nin eleştiri yazısında yineliyorum ki Orhan Pamuk demek “Kara Kitap” demektir…

 

Bu yazı Uncategorized kategorisine gönderilmiş ve ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.