Doğu Doğudadır, Batı Batıdadır: Benim Adım Kırmızı

unnamed

“Doğu doğudadır, batı da batıdadır.”

“Benim Adım Kırmızı”

Pamuk Orhan’ın “Benim Adım Kırmızı” romanını okudum. Böylelikle fetiş yazarımın okumadığım iki romanı kaldı. Bunlar “Kar” ve “Kafamda Bir Tuhaflık”tır. Bunları hemen okumayacağım ama yaz bitmeden okumayı planlıyorum çünkü yakın zamanda yeni romanını çıkaracağını bildiğim fetiş yazarımın yeni kitabını, çıktığı ilk gün alıp okumak ve bunu yaparken de onun bütün eserlerini okumuş olmak istiyorum. Roman türünün başına gelenler malum. Eskisi gibi değil. Hiçbir şey gibi… 1950’lerden 70’lere insanın birçok fetiş yazarı olabilir ama 80’den sonra fetiş yazar olabilecek kişi sayısı acıklı bir şekilde düşmüştür. 68 yaşındaki Pamuk Orhan yarın ölebilir. Ee, fazla fetiş yazar da çıkmaz. Dolayısıyla bu duyguyu, yani çıktığı ilk gün kitabını alıp okuma duygusunu yaşamak istiyorum. Yıllarını edebiyatsız geçirmiş bir sığır olarak…

Orhan Pamuk’un üç romanının bir edebiyat olayı oldukları düşünülür: Bunlar “Kara Kitap”, “Masumiyet Müzesi” ve “Benim Adım Kırmızı”dır. Bence en iyi üç kitabı bu şekilde sıralanır. BAK’ın önüne “Yeni Hayat”ı alırdım yalnız.

BAK, yazarın yurt dışında en çok satmış kitabıdır. Neden? Çünkü oryantalizm vardır. Yani yazar oryantalizm yapmış olmak için bu yazarı yazmamıştır. Yazar bu kitapta ele alınan şeyleri tüm benliğinde hissetmektedir ancak Batılıların ilgilendiği/ilgileneceği temalar bu kitapta fazlasıyla vardır. Doğudaki gizemli cinsel hayat, (bana göre) gizemli olmayan ilahi aşk, surete aşık olmak, savaş, gaza, esir, cariye, külliye, minyatür, sanat, estetik, felsefe falan hep bu kitapta vardır. Doğuya bir şov nesnesi olarak bakıp, ondan haz almayı şiar edinen oryantalizm bu tür konulara bayılır.

FİLANTROPİ

Roman eleştiri yazılarımda mizantropiden çok bahsettim. Aslında mizantropi kavramından daha eskiye giden başka bir kavram daha vardır. Onu tersi yani filantropi… İnsanı sevmek, ona inanmak, ona güvenmek anlamına gelir. Gorki Okuryazar, Ümit Cingöz, Alper Kaya gibi arkadaşlarım bu tanıma girerler sanırım. OP bu romanı için “en iyimser romanı” olduğunu öne sürüyor. Gerçekten de OP romanlarında ayan beyan “fena” diyebileceğimiz şeyler pek sık olmaz. Okurken aslında hep bir mutluluk duygusu eşliğinde okursunuz romanları ancak… Bana göre (ve de kendisine göre) satır aralarında insanı oldukça hırpalayan, onun zaaflarını acımasızca ve de büyük bir ustalıkla teşhir eden cümleler vardır. Odada tek başınıza bile romanı okurken yüzünüz kızarabilir. BAK’ta bunlar pek yok. Hatta ayrıntılarıyla sunulan korkunç cinayetler gibi “fena şeyler” normalinden fazla oluyor bile denilebilir ama yine de romanda iyimserlik tonu hakim diyebiliriz. Bize oldukça uzak kalan bu insanların sanat, resim tutkuları, hayattan keyif alma merakları, aşkları, sevinçleri, umutları, çocuk Orhan’ın şaşkın halleri bize kendimizi iyi hissettiriyor. Bu yüzden iyimser roman tanımına itiraz etmiyorum.

İSVİÇRE SAATİ GİBİ KURGU

“The Big Lebowski” filminde unutulmaz Walter karakteri, silahlı haydutlardan para dolu çantayı alma planını (Ahbap onları tutacaktı, o da onları dövüp çantayı alacaktı) anlatınca Ahbap plan için İsviçre saati gibi demişti. Bu romanın kurgusu ise gerçekten İsviçre saati gibi. 500 sayfalık kalınca bir roman olan BAK’ta yazar ne kadar iyi bir kurgu ustası olduğunu bir kere daha gösteriyor.

RESSAM ORHAN PAMUK

Orhan Pamuk’un bir ressamlık geçmişi vardır. Kitapta bir sonsöz vardır. Bence yazarın sonsöz yazması yerinde olur. Artık Spoiler verme derdi de yoktur. Sonsözlerde yazar okuyucuyla samimi bir sohbet içerisine girip, neyi neden yaptığını ele alabilir. Burada da bunu yapıyor yazar. Yedi yaşından 22 yaşına kadar çok yoğun bir resim yapma süreci vardır. Birden, anlaşılmaz bir şekilde bu heves kaybolmuş ve yazar her şeyi bırakıp yeni bir hayata başlamıştır yani roman yazmaya başlamıştır. Orhan Pamuk sonsözde belirttiği üzere modern bir ressamı yazmayı düşünmüştür ilk başta ama sonra bu projeyi minyatürcülere döndürmüştür. Bu işi daha “meydan okuyan” bir iş bulmuştur. Bu sayede daha gizemli bir hikaye anlatabileceğine inanmıştır. Zaten bunlara, müzelere, tarihi materyallere merakı ziyadesiyle vardır. Geçen hafta sosyal medyaya düşen videoda yazıhanesindeki etkileyici kitaplığı görülüyordu, koskoca bir rafı “BAK’ı yazarken faydalandığım kitaplar” diye tanıtmıştı. Binlerce minyatüre bakmıştı kitabı yazarken. Kitapta tasvir edilen minyatürlerin %80’inin gerçek olduğunu da belirtiyordu sonsözde. O halde böylesine başarılı bir romanı yazmak bir çılgın projedir denebilir.

Tesadüf eseri bu romanı okumadan önce İhsan Oktay Anar’ın meşhur “Puslu Kıtalar Atlası”nı okumuştum. Bu iki roman arasında bir ruh ortaklığı olduğuna inanıyorum. Hatta BAK için Anar’ın yazmadığı en iyi Anar romanıdır bile diyebilirim. Romanlarda intihal yapılabilir mi? Bu konuya geleceğiz. Pamuk’ta pek fantastik öge olmaz. Bir düşünüyorum… Hiç yok bile diyebilirim. Belki “Beyaz Kale”deki kişilik transferi olabilir. Anar’da fantastik evren vardır fakat iki roman da Osmanlı toplumunda sanatın yeri ve dallanıp budaklanan kurgu gibi şeyler yüzünden benzerlikler taşıyor.

TARİHİ ROMAN

Aslında tarihi film sevmediğim gibi tarihi roman da sevmem. Bende yabancılaşma duygusu ortaya çıkarıyor “tarihi” sanat eserleri. Bu iki yazar tarihi bir araç olarak kullanıyorlar. Evet, tarih konusunda çok araştırma, okuma yapmışlar ama aslında romanlarında tarih bir roman hilesi gibi bir şey. Anar hep bunu yapıyor da OP sadece BAK ve “Beyaz Kale”de bunu yaptı. Yeni romanı da tarihten bir veba kesiti. Dolayısıyla aslında çok az tarihe bulaşıyor.

DOĞULU MU BATILI MI?

Bu konuda çok yazı yazdım. Ben TR’de hiç kimsenin Batılılaşma konusunda ne yapacağını tam olarak bilmediğini, çok kararlı gözüken kişilerin bile kaçınılmaz bir şekilde gelip bir duvara tosladıklarını düşünüyorum. Bunu “Huzur”daki Mümtaz karakterinde gördüğümü yazmıştım. Elini kolunu nereye koyacağını bilemiyordu. Orhan Pamuk bu işin en ilginç karakterlerinden biri. Birileri onu fena halde Batılı buluyor. Oysa o videoda belirttiği gibi İstanbul’da yaşamak isteyen birisi. Başka bir yerde yaşamak istemiyor. Bir üç yıllık Amerika macerası var ama hayatı hep burada hatta aynı mahallede geçmiş. Ve de gözlem yaparak. Bu kadar çok okumuş yazmış birisinin kahveye gidip insanlarla doğal bir diyaloga girmesi imkansızdır. Ben bile giremem. Giremiyorum da zaten. Mecbur kalıyorum, giriyorum ama numara yapıyorum. Çok sıkılıyorum. OP doğu ile batının tam ortasında kalmış bir bireydir. Doğunun da batının da inciğini cinciğini bilir yalnız. Bu kitabı yazabilmek kolay bir şey değildir. Bu paragrafın başlığındaki soruya cevap veremiyorum çünkü TR ne tam olarak bir Doğu ülkesi ne de tam olarak bir Batı ülkesidir. Hatta az Batı ülkesi, çok Doğu ülkesidir. Ne yapacağımızı, elimizi kolumuzu nereye koyacağımızı bilemeden yaşayıp gidiyoruz işte.

BİRİNCİ TEKİL ŞAHIS KADIN

En sevdiği kadın karakterinin Şeküre (annesinin adı) olduğunu söylemişti. Gerçekten de Şeküre feministleri bile tavlayabilecek kadar farklı bir karakter. Bir de bir kadın ağzından birinci tekil şahısla bir roman yazabilmeyi çok istediğini söylemişti ama bir erkeğin bir kadının neler hissedebileceğini tama olarak kavramasının imkansız olduğunu bildiği için hayıflanarak bunu yapamayacağını eklemişti. Bu romanda 10’dan fazla anlatıcı var. Bunlardan bazıları kadın. “Sessiz Ev”de yine kadın anlatıcılar var. Evet, bu imkansızdır ama fantastik bir deneme olarak yapılması insanlığa çok şey kaybettirmez. Bence OP bunu deneyebilir. Ben deneyeceğim sanırım…

 

Bu yazı Uncategorized kategorisine gönderilmiş ve ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.